27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

>> “Türkiye’de, tarihimizin acılı, ayıplı sayfaları üzerine araştırma yapmak, yazmak, konuşmak her dönemde tehlikeli sayılmıştır” diyor Oya Baydar. düşünüyorum. “İSYANIN HAKLILIĞI TERÖR EYLEMLERİNİ MEŞRU KILMAZ” n Biraz da “Batı” ve “Doğu” arasındaki köprülerin kopuşundan söz etmek istiyorum; yani kitabın merkezindeki meseleden. “Şimdi yakınlaştı ya, o zamanlar uzak, çok uzak yerlerdi buralar,” diyorsunuz siz de... Bu uzaklaşma neden ve nasıl oldu? Ve aynı şekilde yakınlaşma... n Kitapta bu soruların cevabı aranıyor zaten. Batı ve Doğu yerine, kendini vatanın ve Cumhuriyet’in hem sahibi hem efendisi gören “milleti hâkime Türk” ve başta Kürtler olmak üzere itaatle yükümlü “ötekiler” diyelim açıkça. Köprüler var mıydı aramızda yoksa tek taraflı bir tahakküm ilişkisi miydi? Ötekiler “Yetti artık, edî bese!” dediklerinde olanlar ortada. n Yine bu bağlamda birbirimize tekrar yakınlaşırken yanlış “dokunuşlarımızın” olduğunuz düşünüyor musunuz? “Dokunma dersleri”ne ihtiyacımız var mı? n Pek çok yanlışımız olduğunu düşünüyorum. Tabii ki suça varan yanlışların baş sorumlusu devlet ve iktidardır. Onların, milliyetçi önyargıları ateşleyerek yönlendirdiği kitleler de dokunmak yerine vurmayı yeğlerler. Ancak Kürt silahlı hareketinin şiddete dayalı “dokunuşu”nun savaşta acıları, yıkımları artırdığını da görmeliyiz. İsyanın tartışılmaz haklılığı, şiddeti, özellikle sivillere yönelik şiddeti, terör eylemlerini meşru kılmaz. Kitapta tartışılan başlıca sorulardan biri de bu zaten. nYakınlaşma meselesi bizi ister istemez 90’lara götürecek; oradan devam etmek isterim. Bugün bile “AKP iktidardan indirilirse buralarda Beyaz Toros’lar dolaşacak” dendi. Beyaz Toros’lar değil ama akrepler, TOMA’lar, tanklar dolaşıyor şimdi. Buradan yola çıkarak şunu sormak istiyorum: Bugünkü devlet anlayışı ile 90’ların devlet anlayışı arasında sizce fark var mı? n Yüzlerce yıldır değişmeyen bir zihniyet bu. 1915 Kırımı, Pontus Rumları’nın tehciri, Şeyh Sait ve diğer Kürt isyanlarının kanla bastırılması, Dersim’de on binlerce sivilin; kadın, çoluk, çocuk demeden öldürülmesi, 1940’ların Varlık Vergisi faciası, 90’lar, ve bugün sürdürülen Kürt savaşı tıpa tıp aynı zihniyetin ürünüdür: Kimliğini, kültürünü, özgürlüğünü korumak isteyen, asimilasyona direnen halkların güç uygulanarak olmadı sürülüp yok edilerek sindirilmesi... “BUGÜN YAŞATILANLARIN EŞİNİ BENZERİNİ HATIRLAMIYORUM” n Bugünün Türkiyesi, demokratikleşme yolunda ciddi adımlar atılmadığı gibi siyasi gerilim ve çalkantılar içinde yaşayan bir ülke oldu. Siz bunca yıl içinde, onca süreç ve dönem gördünüz. Yaşadığımız bu süreci geçmiştekilerle kıyaslamanızı istesem özellikle Kürt halkına yapılanlar açısından... n Ülkenin son 75 yılının tanığıyım. Çok zor dönemler atlattık, acılar yaşadık. Ancak bugün yaşanan, daha doğrusu yaşatılanların eşini benzerini hatırlamıyorum. n Taş atan çocuklardan, bu son sokağa çıkma yasakları dönemine kadar STK’ler üzerine düşeni yaptı mı sizce? Yoksa onlar da var olan baskı ve korku ortamından payını aldı mı? n Başka konularda çok daha atak olan, tepki veren sivil toplum, son bir yıllık süreçte, Kürt illerindeki yıkım, ölüm, zulüm karşısında büyük ölçüde sessiz kaldı. Tepki veren, bölgeye koşturan, olup bitenlere farkındalık yaratmaya çalışan aydınlar, demokratlar, barışçılar hep bir avuç “olağan şüpheli”ydi. Baskı ve korku ortamı kadar, Türk insanının genetik koduna, beyinlere yüreklere işlemiş Türk milliyetçiliğinin rolü unutulmamalı. “En iyi Kürt ölü Kürt’tür” sözünün pervasızca söylenebildiği, Kürtçe konuştu diye insanların linç edilebildiği bir toplumda STK’lerin sessizliği hiç de şaşırtıcı değil. n Son olarak; AKP’nin Kürt sorununu çözebileceğine inandınız mı? n Üç yıl önce çözüm süreci gündeme geldiğinde, Abdullah Öcalan’ın Newroz konuşması Diyarbakır’da milyonların doldurduğu meydanda okunurken umuda kapılmıştım doğrusu. Ama o günlerde yazdığım bir yazıda ifade ettiğim gibi “endişeli bir umut”tu bu. Pragmatist Erdoğan’ın barışçı çözüme Kürtleri pek sevdiğinden, haklarını almalarını istediğinden falan değil, Kürt kartını elinde tutarak kendi iktidarını pekiştirmek için yanaştığını düşünüyordum. Kürt hareketini yedeğine alamayacağını hissettiğinde ânında politika değiştireceğini de biliyordum. O günlerde yazmışım bunları zaten. Ama, en küçük bir çözüm umudunun peşinden gitmemiz, çözüme yönelik her adımı desteklememiz gerektiğine inanıyordum, bugün de inanıyorum. Kısa dönemde ufukta çözüm umudu görünmüyor ama yarın savaşı sona erdirmeye, diyaloğa ve çözüme doğru atılacak adımları kimden, nereden gelirse gelsin yine desteklerim. n Surönü Diyalogları / Oya Baydar / Can Yayınları / 124 s. FERİBA VEFİ’NİN TÜRKÇEDEKİ İLK ROMANI Uçup Giden Bir Kuş Feriba Vefi’nin kaleme aldığı “Uçup Giden Bir Kuş”, gündelik yaşamın cenderesinde, geçmişin yükü ve geleceğin belirsizliği arasında var olmaya çabalayan bir kadının hikâyesi. çağlar solak O bir eş: içini açmak, anlatmak anlaşılmak istiyor; duygularına değer verilsin, varlığına bir anlam yüklensin, özlensin, tutkuyla sevsin ve sevilsin istiyor ama kocası bıkkın ve sitemkâr, bir ayağı hep eşiğin dışında, kafası gitmekle meşgul, kocası onu hiçbir zaman gerçekten duymuyor. O, bir evlat: insanlara karşı mesafeli, hayata karşı huysuz, nefes alışından bile sızlanmaya hazır, onu erkek olur umuduyla doğurmuş bir annenin ve ailesine karşı ilgisiz, umursamaz, suskun; sadece kadınlara, fıstığa ve türkülere âşık bir babanın kız evladı. O, bir kardeş: erkeklerle her türlü ilişkiden nefret eden, kendini takıntılı nevrotik dünyasına kapatan, onun hislerine aldırış etmeyen ama durmadan eleştirip akıl veren Şehla’nın ve hafif uçarı, sıkıcı hayatından hayallere kaçarak neşe bulan, umut dolu, cesur, imrenilesi heveslere sahip Mehin’in kardeşi. O, bir anne: kiminle ve ne zaman evleneceğine kendisi karar vermediği gibi anne olmaya da kendisi karar vermemiş, biri kız diğeri erkek iki evladına annelik yapmaktan arta kalan vakitte, yaşadığı küçük ve karanlık evin içinde ruhunu teselli etmekle meşgul, bazen her şeyi bırakıp çekip gitme hayaliyle içi tazelenen ama her zaman çocuklarına karşı sorumluluğuna boyun eğen bir anne. İsmi mi? İsmi yok. O, bir kadın. Tahran’da, Çin ve Hindistan’ın âdeta aynı kapta eritilip yoğunlaştırılmış halde daracık, gürültülü apartmanların, yumak halinde kokularla dolup taşan sokakların ve dükkânların harcını oluşturduğu bir mahalleye sokuyor bizi yazar hikâyenin ilk paragrafında. Yoksa fotoğraf albümü mü demeli? Kelimeler gözlerimin içinden asude akıp giderken babasının başucunda kimsecikler olmadan sayıklayarak öldüğü o bodrumun nemini ve karanlığını, üzerine oyuncaklar saçılmış halının dokusunu, onun ve Emir’in hayallerinin fonu halindeki arka bahçenin beton duvarının soğukluğunu hissedebiliyorum. Sayfalardaki her eşyanın, her sesin, her ışığın ve gölgenin, her susuşun ve bağırışın, her öfkenin ve özlemin, her korkunun ve arzunun bir araya gelip ortaya çıkardığı bir alfabe bu ve nasıl sıralarsan sırala, harfleri hep aynı kelimeyi görüyorsun karşında: kadın. Bu, bir kadının anlatısı. Burada fırtınalar denizin üstünde değil altında, derinlerde yaratıyor dev dalgaları; burada depremler dağları ve şehirleri değil, toprağın altındaki taşları sarsıp yerinden oynatıyor; burada ateş derinin dışından değil içinden başlıyor yakmaya. Bu, İranlı bir kadına ait olan ve İranlı bir kadının tığ gibi kaleminden geçip girdiğimiz dünya: “Uçup Giden Bir Kuş”. O, yani roman boyunca kimi zaman geçmişine, kimi zaman şimdiki sıkıcı günlerine tanık olduğumuz isimsiz kadın, yaşadığı ikilemlerin kıskacı arasında bir anne, bir evlat, bir eş ve bir kardeş olarak aradığı huzuru bir türlü bulamıyor. Annesini hem seviyor hem ondan nefret ediyor, kardeşlerine hem yakın hem uzak, kocasını hem çok özlüyor hem de ondan fena halde sıkılıyor, çocuklarına hem bağlı hem yaşadığı boğucu hayattan çekip gitmesinin önünde engel oldukları için onlardan vazgeçebilmeyi diliyor... “İş gücünü daha şimdiden önümüzdeki yirmi yıl için satmış bir köle” olan hayalperest bir kocanın, Emir’in, Kanada’ya gittiğinde özgür ve rahat bir hayata sahip olarak kölelikten kurtulabileceğine safça inanmasında, en büyük istekleri bisiklet, çikolata ve cips olan çocuklarını yaşama savaşından beslenen kötülüğün nemli kuytularından uzak tutma çabasında, kadınlığına dolanmış kültürel ve toplumsal zincirlerin her şırgırdayışında, sömürü düzeninin silikleştirdiği insan yığınlarının tasalarının ve umutlarının, eril tahakkümün terziliğinden çıkma rolleri üzerlerine geçirmek zorunda oldukları için hiçbir zaman kendileri olarak var olamayan kadınların sessiz öfkelerinin izlerini sürüyoruz gürültüsüz patırtısız. Feriba Vefi, bu kısa kitabında bir kadının gözlerinden hepimize, inşa ettiğimiz bu adaletsiz ve eğri büğrü dünyaya keskin bir bakış atmayı çok iyi beceriyor. “Anneme göre her insanın bir kuşu var. O kuş nereye uçarsa sahibini de peşinden sürükler.” Uçup Giden Bir Kuş, her birimize kafesimizin görünmez sınırlarını nazikçe gösteriyor. İsmini bilmediğimiz ama artık yakından tanıdığımız o kadın ise kendi kuşunu aramaya devam ediyor. n Uçup Giden Bir Kuş/ Feriba Vefi/ Çeviren: Lale Javanshir/ Verita Yayınları/ 138 s. KItap 132 Haziran 2016
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle