27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OYA BAYDAR’DAN “SURÖNÜ DİYALOGLARI” ‘Trajedinin yaşandığı yerde yazar sessiz kalamaz’ Oya Baydar’ın yeni yayımlanan kitabı “Surönü Diyalogları”; bir tanığın, kendisi etrafında yaşanmışlarla, yaşananlarla yüzleşmesinin hikâyesi aslında. Ancak bu hesaplaşma sadece onu ilgilendirmiyor. Bu hesaplaşmanın içinde, kendisi olduğu kadar Türkiye, Türkiye’nin iki ucu da var. “Bu sadece benim kendimle hesaplaşmam değil, öyle olsaydı yazmaya, yayımlamaya değmezdi,” diyor Baydar da zaten. Oya Baydar’la kitabını ve bu hesaplaşmanın Türkiye’de uzandığı uçları konuştuk. 31 Aralık 2015. Diyarbakır kar altında. Suriçi kuşatılmış, içerde çatışmalar sürüyor. Batı’dan gelen Türk, Surönü’nde kar altında oturmuş Suriçi’nden Kürt arkadaşıyla konuşuyor. Diyaloglarla süren bir tanıklık, yüzleşme, kendimizle hesaplaşma denemesi. Dışardan gelenin bakışıyla yakılıp yıkılan bölge insanının içerden bakışının dramatik karşılaşması. “Hendekçi çocukları hendeklerin arkasından, ateşin arasından çıkarıp önüne geçirmek, ellerinden tutmak için ne yaptık? Onlara eşit ve özgür yaşayacakları bir ülke verebildik mi?” sorusuna cesur ve içtenlikli bir cevap arayışı. Oya Baydar Surönü Diyalogları’nda, her ölümün, her yıkımın bizi birbirimizden biraz daha uzaklaştırdığı şu savaş günlerinde, barışı neden bir kez daha ıskaladığımızı soruyor. Barışçı çözüm hâlâ mümkün mü, yoksa geç mi kaldık, hüzünlü bir vedaya mı hazırlanıyoruz? Karşılıklı konuşma tarzında yazılmış bir hesaplaşma, dostluk ve barış türküsü. eray ak erayak@cumhuriyet.com.tr E n başta şunu söylemek isterim: Bu söyleşi için hazırlanırken ne soracağım üzerine çok düşündüm çünkü halihazırda yaşadığımız günlerin zihinsel, toplumsal ve duygusal dünyasını soru soru açan bir kitap vardı karşımda. Kitapta sorduğunuz sorular ve aradığınız yanıtlar, toplumun hangi siniruçlarından doğdu? Nasıl bir bakış aradınız bu soruların peşinden giderken? n Surönü Diyalogları; seyircisi olmaya itildiğimiz ama çoğumuzun sanki başka bir ülkede yaşanıyormuşçasına ilgisiz kaldığı yıkım, ölüm, acı yüklü savaşın bağrından doğdu. Diyarbakır Suriçi kuşatma altındaydı, içerde çatışmalar sürüyordu ve ben surların karşısına oturmuş çaresizce izliyordum. Yanmış yıkılmış Cizre’yi görmüştüm. Şimdi de Diyarbakır’ın yüreği, ruhu vuruluyordu. Bu savaşı engelleyemediğim için kendimi suçlu hissettim. Sorular ve yanıtlar hesaplı kitaplı bir bakış açısı arayışından değil, boğazımda düğümlenen çığlığın zorlamasından doğdu. n Bir diğer yanıyla da kendinize sorduğunuz sorular bunlar. Nasıl hissettirdi kendinize soru sormak, merak ediyorum doğrusu... n Evet, kendime sorular soruyorum ama aslında Diyarbakırlı bir Kürt arkadaşımla konuşuyordum. Gerçek bir diyalog bu. Öncelikle kendimi, kendi doğrularımı sorgulama ihtiyacı hissettim. Kendi örneğimden hareketle de Batılı Türk’ün Kürt halkına, Kürt hareketine ve süren Kürt savaşına bakışını anlamaya, tartışmaya, sorgulamaya çalıştım. Dışardan bakan ve içerden bakan aynı gerçeği farklı yaşıyor, farklı görüyor. Birbirimizi anlayabilmemiz, yaklaşabilmemiz nasıl mümkün olacak? Kendini korkusuzca sorgulamak insanın kendini daha iyi tanıması açısından verimli bir deneyim oluyor. Diyaloglar’da kendime özellikle ulusal aidiyet duygusu, şiddet ve ama’sızlık üzerinden sorguladım. “BU SADECE BENİM KENDİMLE HESAPLAŞMAM DEĞİL” n Surönü Diyalogları, bugün yaşadıklarımızı da göz önüne alırsak bir refleks kitabı mı? Üzerine uzun uzun düşünüldüğü, yılların imbiğinden geçtiği her cümleden belli oluyor ancak bir tetiklenme noktası da vardır illa ki... Surönü Diyalogları’nı yazmaya sizi iten ne oldu? n İnsan, yaşamı boyunca düşe kalka yürümüşse kimi zaman tökezlemiş yenilmişse, doğruları kadar yanlışları da olmuşsa ve kendisiyle yüzleşmekten korkmuyorsa, zaten her an hesaplaşma içinde oluyor. Surönü Diyalogları’nı iki ayda yazdım çünkü yıllardır süren bütünsel hesaplaşmanın bir bölümüydü, yani hazırdım. Tetiklenme noktası gidip gördüğüm Cizre ve Sur oldu. Bölgede yaşananların ileriki yıllarda insanlık suçu olarak niteleneceğinden kuşku duymuyorum. İnsanlık trajedisinin yaşandığı yerde yazarın sessiz kalabilmesini mümkün görmüyorum ben. n Girdiği hesaplaşmalar düşünüldüğünde yakıcı bir döküm Surönü Diyalogları. Sizi zorlayan tarafları neydi ya da var mıydı? Oldu mu? n Bu sadece benim kendimle hesaplaşmam değil, öyle olsaydı yazmaya, yayımlamaya değmezdi. Benim iç hesaplaşmamdan kime ne! Daha önce söylediğim gibi diyaloglar Türkiye’nin Kürt sorunuyla hesaplaşma denemesi olarak okunabilir. Evet, beni zorladı. Özellikle de oradan, öteki taraftan yani Surdibi’nden veya Cizre’den bakıp o insanları dinlerken nasıl farklı düşünmeye başladığımı, ama’larımın nasıl azaldığını, sonra kendi tarafıma döndüğümde ama’ların altını çizmeye başladığımı fark ettiğimde zorlandım. Batı ile Doğu’nun, Türk’le Kürt’ün bakışlarının farklılığını kendi içimde yaşayarak anladım. Bu da barışçı bir çözümün, ortak vatanda ortak yaşamın kurulmasının güçlükleri ve olanakları üzerine daha fazla düşünmeme yol açtı. “EDEBİYAT CESUR OLMALI VE YÜZLEŞMEYİ ZORLAMALI” n Tarihe kayıt düşmenin yolları hakkında konuşalım istiyorum biraz. Bu noktada edebiyata rol düşüyor elbette ama edebiyat üstüne düşeni yapıyor mu sizce ya da “yapamıyor”, “yaptırılmıyor” diyebilir miyiz? Bir başka bakışla bunun bir zamanı var mı, olmalı mı? n İyi edebiyat her zaman tarihe kayıt düşer. Sadece Türkiye değil dünyanın büyük bir altüstlük, bir çağ krizi yaşadığı günümüzde, özellikle son on yıldır, edebiyatta neoliberalpostmodern akımın gerilediğini, odak noktasına toplumsal girdaba kapılmış insanı alan edebiyatın yükseldiğini gözlemliyorum. Gerek Türkiye gerekse dünyadaki yazarlar, edebiyatçılar, sanatçılar toplumsal siyasal çalkantılardan etkilenen insanın trajedisine dönüyorlar. Zaman geldi, konular olgunlaştı bence. Önümüzdeki on yılda, bütün engellemelere, hatta çoksatarlara koşullanmış okur duyarsızlığına karşın, sizin deyişinizle “tarihe kayıt düşen” edebiyatın genç yazarların kalemi ve yüreğiyle gelişeceğine güveniyorum. n Bu bağlamdan devam edelim. 12 Eylül’le, Maraş’la, Dersim’le, 1915’in edebiyata yansımalarının zamanını düşünürsek yaşadığımız günlerin yansıması için ne dersiniz? Dersim Katliamı üzerine 2000’lerde konuşulmaya, bir şeyler yazılmaya başlandı... n Kuşkusuz, toplumsal travmaların, acıların edebiyata yansıması için bir süre gerekiyor. Olayları yaşamış birinci kuşak susar, konuşmaz, içine gömer acıyı; belki biraz da korkudan. İkinci kuşak deşer, öğrenmeye çalışır. Üçüncü kuşak konuşur, dışlar ve hesap sorar. Öte yandan Türkiye’de, tarihimizin acılı, ayıplı sayfaları üzerine araştırma yapmak, yazmak, konuşmak her dönemde tehlikeli sayılmıştır. Bir yandan devletin/ iktidarın engellemeleri, baskıları; öte yandan devletçiulusalcı zihniyetin saldırıları resmî tarih dışına çıkan her yorumu, her düşünceyi yok etmeye yönelir. Üstelik devletin olduğu kadar ideolojiksiyasal akımların da resmî tarihleri vardır. İslamî hareketin, sol’un çeşitli kesimlerinin tarihleri farklıdır ve hiçbiri kendi gözlüğü dışında bir anlatıya tahammüllü değildir. Benim, Dersim gerçeğiyle yüzleşme romanım olan O Muhteşem Hayatınız’a ulusalcı kesimden gelen saldırılar, Erguvan Kapısı’ na bir sol örgütten gelen küfür ve tehdit düzeyindeki tepkiler, yaşanmış örnekler. Kendisiyle yüzleş >>me cesareti ve alışkanlığı olmayan bir toplumda, edebiyat cesur olmalı ve yüzleşmeyi zorlamalıdır diye 12 2 Haziran 2016 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle