Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
GEORGE ORWELL’İN İLK KİTABI “PARİS VE LONDRA’DA BEŞ PARASIZ” İki kentin berduşu... “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, Avrupa’nın iki büyük başkentinin İkinci Dünya Savaşı öncesindeki karanlık yüzüne tutulan gerçekçi bir gülmece aynası. G eorge Orwell deyince kuşkusuz, akla hemen 1945 yılında yayımlanan “Hayvan Çiftliği” ile 1949’da yayımlanan “1984” gelir. İngiliz edebiyatının Jonathan Swift’ten Aldous Huxley’ye sağlam temeller üstünde uzanan güçlü yergi geleneğinin ayrılmaz bir parçası olan “Hayvan Çiftliği” de; okuru, geçmişin, belleğin, düşünmenin, dilin, başkaldırının, dahası aşk ve erotizmin yok edildiği bir toplumda yaşanan insanlık karabasanıyla yüz yüze getiren “1984” karşıütopyası da, Orwell’in 1940’lar öncesinde kaleme almış olduğu yapıtlarını, en azından nitelikli okuyucunun gözünde gölgede bırakmamalıdır. Kaldı ki İç Savaş muhabiri olarak gittiği İspanya’da bir süre sonra Cumhuriyetçi milislere katılarak yaşadıklarını derin bir gözlem gücüyle dile getirdiği “Katalonya’ya Selam”, döneminde Sol’un bağnazlarınca ilençlenmiş olsa da kendi türünün bugün de pek çok dersler çıkarılabilecek başyapıtlarındandır. Orwell’in, İspanya deneyimini canlı bir biçemle anlattığı “Katalonya’ya Selam”, sosyalizmin uzun yıllar sonra içten içe çürüyüp çökecek devlet yapısının bir iç savaş ölçeğinde beliren düşkünlüklerinin yıllar öncesinden sezilip kaleme alınmış gözüpek bir eleştirisi değil midir? Nitekim, İspanya’dan İngiltere’ye döndükten sonra 1939’da yayımladığı “Boğulmamak İçin”, zamanında kimilerince “tutucu” bulunmuş olsa da hem Orwell’in alaycı gülmece anlayışının benzersiz bir örneği olmasıyla hem de geniş okur kitlelerini derinden etkileyecek “Hayvan Çiftliği” ve “1984”ün tohumlarını atmasıyla hiç de yabana atılmayacak bir yapıttır. Kısa bir süre önce Can Yayınları’nca Suat Ertüzün çevirisiyle yayımlanan “Boğulmamak İçin”in, Orwell’in iki başyapıtı için kaçırılmaması gereken bir ön okuma oluşturabileceğini söyleyebilirim. Yine Can Yayınları tarafından Berrak Göçer çevirisiyle yayımlanan “Paris ve Londra’da Beş Parasız” adlı anlatı ise yalnızca Orwell’in yazarlığının oluşumunda çok önemli bir köşe taşı değil, aynı zamanda Avrupa’nın iki büyük başkentinin İkinci Dünya Savaşı öncesindeki karanlık yüzüne tutulan gerçekçi bir gülmece aynasıdır. Ancak Orwell’i bu kitaba götüren yol, bizi onun bir başka kitabından, “Burma Günleri”nden (1934) geçirir. DİLENCİLER VE BULAŞIKLAR Hindistan’da görevli bir İngiliz babayla, babası Burma’da kereste ticareti yapan Fransız asıllı bir annenin oğludur Eric Blair ya da kalem adıyla George Orwell. Ailesiyle İngiltere’ye döndükten sonra, ilkin yatılı bir ha MÜREKKEBİ KURUMADAN “P Berduşluk ve aylaklık aris ve Londra’da Beş Parasız”ın XXXVI. Bölümünden birkaç satır aktarayım. Dönemin berduşlarıyla ilgili kentsoylu önyargıları eleştiren, dahası kıran birkaç satır… “Berduşlarla ilgili birtakım genel görüşlerimi paylaşmak istiyorum. Aslına bakarsanız, berduşlar tuhaf ve üstünde düşünmeye değer yaratıklar. Sayısı on binleri bulan bir kabile adamın, İngiltere’yi Gezgin Yahudiler gibi baştan aşağı gezmesi çok acayip. Bu durumu değerlendirmek gerektiği elbette aşikâr ama belli önyargıları bir kenara bırakmadan bunu yapabilmek imkânsız. Bu önyargılar, her berduşun, in facto ahlaksız olduğu fikrine dayanıyor. Çocukken bize berduşların ahlaksız olduğu öğretiliyor, sonuç olarak da zihnimizde ideal ya da tipik bir berduş canlanıyor: itici, oldukça da tehlikeli bir yaratık, çalışmak ya da yıkanmaktansa ölmeyi yeğleyen ve dilenmek, içki içmek ile kümes soymak dışında hiçbir şey istemeyen bir yaratık. Bu berduş canavarı, ancak dergilerdeki hikâyelerde yer alan fesat Çinli kadar gerçek ama ondan kurtulması çok zor. ‘Berduş’ kelimesinin kendi bile zihinlerde bu görüntüyü canlandırıyor. Ve ona duyulan inanç, aylaklığa dair asıl soruların üstünü örtüyor. Aylaklıkla ilgili temel bir soruyu ele alalım: Tuhaf ama bir berduşun neden yollara düştüğünü çok az kişi biliyor. Ve herkes berduş canavarına inandığı için son derece gerçekdışı sebepler ortaya atılıyor. Sözgelimi berduşların çalışmaktan kaçınmak, daha kolay dilenmek, suç işleme fırsatı yakalamak, hatta en olasılık dışı sebep berduşluktan hoşlandıkları için berduşluk yaptıkları söyleniyor. Berduşluğun bir atavizm, insanlığın göçebe dönemine bir dönüş olduğunu söyleyen bir suçbilim kitabı bile okudum. Oysa bu sırada aylaklığın bariz sebebi göz önünde duruyor. Elbette berduşluk göçebe bir atavizm değil; yoksa seyyar satıcılığın da bir atavizm olduğu söylenebilir. Berduşlar, berduşluğu sevdikleri için değil, arabalar neden soldan gidiyorsa o yüzden berduşturlar; çünkü onları berduş olmaya zorlayan bir yasa var. Muhtaç bir adam, kiliseden destek almıyorsa sadece berduş barınaklarından yardım alabilir ve her barınak onu sadece bir geceliğine kabul edeceğinden kendiliğinden hareket haline geçer. Aylaktır çünkü yasalara göre ya aylak olacak ya da açlıktan ölecektir. Ama insanlar berduş canavarına inanacak şekilde yetiştirildiklerinden berduşluğun ardında kötücül bir gerekçe olduğuna inanmayı yeğliyorlar.” n zırlık okulunda, ardından ünlü Eton College’da okur. Üniversiteye girmek yerine aile geleneğini sürdürerek Burma’ya giden, Hindistan İmparatorluk Polisi’nde bölge müfettiş yardımcısı olursa da İngilizlerin Burmalıları zor yoluyla yönettiklerini fark ederek sömürge polisliği yapmaktan utanmaya başlar. Sömürge polisliği sırasındaki deneyimlerini ve imparatorluk yönetimine tepkilerini sonradan “Burma Günleri” adlı romanında kaleme alacaktır. 1927’de İngiltere’ye izne giderken Burma’ya bir daha geri dönmemeye karar verir, ertesi yıl da imparatorluk polisliğinden istifa eder. Burmalılara uygulanan ırk ve kast ayrımından duyduğu suçluluğu, Avrupa’nın yoksul ve toplum dışına itilmiş insanları arasına karışarak gidermeyi deneyecek; Londra’da East End’de işçiler, dilenciler ve berduşlar arasında yaşayacak; bir süre de Paris’te otel ve restoranlarda bulaşıkçılık yapacaktır. Orwell’in bu deneyimleri, gerçek olayları kurmacaya döktüğü bir yapı içinde bir araya getirdiği “Paris ve Londra’da Beş Parasız” kaynak oluşturacak, kitabın 1933 yılında yayımlanmasıyla edebiyat dünyasına ilk adımını atacaktır. 1920’li yılların sonlarında, başka bir deyişle Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında kentsoylu âleminin olanca görkemiyle yaşandığı iki büyük Avrupa başkentinin bir anlamda görünmez “yeraltı âlemi”ni seçmiştir Orwell. Bu iki kentte perperişan dolaşan bir İngiliz yazarın gerçekçi, duygusallığa ödün vermeyen ve alaycı kaleminden, Paris’in şatafatlı lokantalarının mutfaklarında yaşanan dehşet sahnelerini, Londra’da iş, aş ve barınak peşinde koşuşan insanların çektiklerini izleriz. Kanımca, “Paris ve Londra’da Beş Parasız” için, bütünüyle bakıldığında, “yoksulluk ve toplum” üstüne bir denemeler dizisi de denilebilir; gazetecilikle edebiyatçılığın ele ele verdiği bir kent röportajı da. Orwell’in bu yapıtı, aklıma hep, Charles Dickens’ın 1859’da yayımlanmış olan “İki Şehrin Hikâyesi” adlı o büyük romanını getirir. Orwell’in kitabını, bir on dokuzuncu yüzyıl klasiğiyle kıyaslamak anlamında değil elbet. Ama Dickens, Fransız Devrimi öncesi ve sırasında geçen romanında, Londra ile Paris arasındaki toplumsal koşutlukları nasıl şaşmaz bir gözlem gücüyle yakalamışsa Orwell de iki büyük savaş arasındaki dönemde bu iki kentin kapitalizm kurbanı “berduşlar”ının dünyasını soğukkanlı bir gülmece anlayışıyla yansıtmıştır demek sanırım yanlış olmayacaktır. Berrak Göçer’in özenli çevirisinden okuduğumuz “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, genç bir yazarın iki kentte çıktığı bir “hac yolculuğu”dur biraz da. Yazarlığın zırhlarını kuşandığı, yazarlığın temel malzemesi insanları gözlemlediği, yalın kılıç toplumun bağrına atıldığı bir “hac yolculuğu”. Bu yolculuktan “hacı” olarak değil, ama yazar olarak çıkmıştır George Orwell… n 6 19 Kasım 2015 KItap