Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CÜNEYT AYRAL’DAN “BENİM PARİS’İM” Paris yalnızlığı “Benim Paris’im”de Cüneyt Ayral’ın bu kente bakışı, küçük ayrıntılarda olduğu kadar birbirinden ilginç mekânlarda yoğunlaşan bir gözlem gücünün de ürünü. Aynı zamanda yeme içme kültüründen sokak sanatına, pasajlardan parklara ve kanal boylarına, Seine kıyılarına, Parisliler için bir yaşama alanı oluşturan sokaklara ve cafélere dek pek çok bilgi içeren bir rehber özelliği de taşıyor. karşılık kentin değişen yüzünü ustalıkla sergiliyor. Paris’in XIX. yüzyıl başında uğradığı büyük değişimi “Heyhat! Bir kentin yüzü ölümlü insanın kalbinden daha hızlı değişiyor” dizeleriyle Baudelaire dile getirmişti. Bu kez daha yavaş bir değişimle karşı karşıyayız. Ama yeni metropoller kadar olmasa bile Paris de değişiyor. Ayral bu sürecin altını çizerken okuru kendi dünyasına, anılarına çekmeyi, onunla yalnızca gözlemlerini değil belli bir nostaljiyi de paylaşmayı deniyor. Sabahın köründe Catherine Deneuve için sıcak kruvasan arayan Marcello Mastroianni ya da Gainsbourg gibi ünlülerden olduğu kadar göçmenlerden, bu arada Türklerden de söz ediyor. Hatta bazı Türklerin Paris serüvenlerini anlatmaktan geri kalmıyor. Kloşarlar, sevgililer, köpek gezdirenler de ilgi alanına girip yazarın Paris öyküsünde sırayla rol alıyor. NEDİM GÜRSEL P aris, Fransa’nın başkenti değil yalnızca, Baudelaire’den bu yana yazınsal bir efsane de değil. “Âşıklar Kenti”, sanıyorum orada yaşayan birçok insan için olduğu gibi benim için de “yalnızlığın başkenti”. Paris kitabımda bu yalnızlıktan uzun uzadıya söz etmiştim. Bazı öykülerimde de. Sorbonne Üniversitesi’nin sıralarında dirsek çürütmeye başladığım yıllardan bu yana Paris, çoğu gidip azı kalan bu göçebe ömrümde demir attığım tek liman oldu. Türkiye de dâhil, çıktığım yolculuklardan hep bu limana döndüm. Demem o ki Cüneyt Ayral’ın kendi Parisi’ni, özellikle de cafélerinden lokantalarına, sokaklarından seks kulüplerine, meze ve kuytu mekânları da unutmadan, Paris’te gidilebilecek neredeyse tüm yerleri anlattığı bu kitabını özel bir ilgiyle okudum. KENT REHBERİ GİBİ Cüneyt, Paris’in bir bakıma “yalnızlar kenti” olduğunu söylemekte haklı. Sıradan insanlarla göçmenlerin, kendi dünyalarında yaşayan zenginlerle evsiz barksız yoksulların ayrı ayrı yalnızlıklarından söz açarken çıkış yolları aramayı da ihmal etmiyor. Kendisiyle yıllar, uzun yıllar önce Ankara’da tanışmıştım ama dostluğumuzun Paris’te pekiştiğini, bu kente kök saldığını, Türkiye’den çok bu kentte buluşup dertleştiğimizi belirtmeliyim. O da çoğu aydınımızda Paris’e gitme arzusu uyandıran Atilla İlhan, bu kentin sokaklarını “Yeni Roman” tarzında betimleyen Demir Özlü, Paris’ten dostum Enis Batur ya da bir ölçüde benim gibi “kendi Paris’ini” yazmış. Cüneyt’in bu kente bakışı küçük ayrıntılarda olduğu kadar birbirinden ilginç mekânlarda yoğunlaşan bir gözlem gücünün de ürünü. Aynı zamanda yeme içme kültüründen sokak sanatına, pasajlardan parklara ve kanal boylarına, Seine kıyılarına, Parisliler için bir yaşama alanı oluşturan sokaklara ve cafélere dek pek çok bilgi içeren bir rehber özelliği de taşıyor. Paris üzerine söyledikleri ancak bu kentte uzun süre yaşamış olanların bakışıyla doğrulanabilecek nitelikte. Örneğin “kültürün çay şekeri gibi içinde eridiği kent” tanımlaması ya da “bu nehir insanı onunla birlikte yaşamaya mecbur eden bir fahişe gibidir” cümlesi. Paris’in kozmopolit yapısına dikkat çekerken “Parizyen olmak için ille de Fransız olmak gerekmiyor” diyebiliyor. Bir dönem Bordeaux belediye başkanı da olan Montaigne denemelerinde onu Paris’in Fransız yaptığını söyler. Kırk yılı aşkın süredir Paris’te yaşayan bir Türk yazarı olarak bu kentin beni Fransız değil ama Parisli yaptığını itiraf etmeliyim. Ayral’a bu bağlamda hak vermek gerek. Parisli olmakla Fransız olmak aynı şey değil. Bu kentte yaşayan, hatta anadilini bırakıp Fransızca yazmaya başlayan Bianchotti, Semprún, Kundera gibi yazarları Fransız değil Parisli olarak nitelendirmenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Arjantinli ünlü yazar Cortazar da Paris’e yerleşti, uzun yıllar bu kentte yaşadı, buraya gömüldü ama Fransızca tek sözcük yazmadı. Ne var ki Ayral, Paris’i bu yazarlar üzerinden değil, kendi bakışıyla anlatmayı yeğliyor. Bu kitabı okurken yalnızca iştahınız kabarmayacak, aynı zamanda yazarın ironisiyle de tanışacak, Paris’i onun rehberliğinde adım adım, en kuytu köşelerine varıncaya dek dolaşacaksınız. Dolaşırken de beklenmedik sürprizlerle karşılaşacaksınız. Bu kitap sizi Paris’in geçmişinden, tarihsel yapılarından çok günlük yaşamı ve eğlence yerleri hakkında bilgi sahibi kılacak. Bu yerlerin arasında adresi yazarda saklı eş değiştirme ve sadomazo kulüplerinin de olduğunu belirtmeden geçmeyeyim. Her turist rehberinde bulamayacağınız bu tür yerlerin havasını solumak, bana sorarsanız özel bir ayrıcalık. Hele muhafazakârlığın alıp yürüdüğü, cinsel özgürlüğün de bir erdem olabileceğinin, en azından hoşgörüyle bakılması gerektiğinin unutulduğu günümüzde. Paris’in topografyasına şöyle bir dokunup geçiyor yazar, gözlemlerini fazla derinleştirmiyor. Tarihine de öyle. Buna SAMİMİ BİR ÜSLÛP Kentin güzelliklerinin yanı sıra sidik kokan sokaklarını anlatmaktan da çekinmiyor Ayral. Okuru yeraltında da gezdiriyor, metro koridorlarında da ve elbette geniş, ağaçlıklı bulvarlarda da. Müzelere pek uğramasa da herkesin ilk bakışta fark etmediği duvar resimlerine dikkat çekiyor. Köprülerden, alanlardan, parklardan geçiyor. Yalnızca ana caddelerde yürümekle kalmıyor, kenar sokakları da arşınlıyor. Zaten Paris’te “kenar sokak” diye bir şey olup olmadığı da tartışılabilir. Bu kentte her mahalle kendi içinde bir bütündür, merkez diye bir kavram yoktur. Olmadığına göre kenar sokak ya da kenar mahalle diye de bir şey yoktur. Gerekli her şeyi mahallenizde bulabilirsiniz. Cüneyt’in Paris pasajlarını, Aragon ve Walter Benjamin’den sonra kendine özgü, samimi üslubuyla anlatması benim için hoş bir sürpriz oldu. Bir yapının girişindeki erkeklik organı biçiminde yontulmuş heykelcik ya da Luxembourg parkındaki öfkeli genç kadın gibi nasılsa gözümden kaçmış küçük ayrıntıları da. Bir travesti barı işleten Aldo’nun hazin öyküsünü de onun sayesinde öğrendim. Okura sunduğu lezzet duraklarının bazılarına aşinaydım ama çoğunu bilmiyordum. İlk fırsatta gidip Paris’in gizlerini, lokanta ve eğlence yerlerini yalnızca turistlere değil benim gibi kırk yıllık bir Parisliye de anımsattığı ya da öğrettiği için bu kitabın yazarının şerefine en iyisinden bir kadeh kırmızı şarap içeceğim. Paris’e yolunuz düşerse sizin de aynı şeyi yapmanızı öneririm. Şerefe! Ama dikkat edin. Ne diyordu Nâzım “Paris Üstüne Bilmeceler” adlı şiirinde. “Hangi şehir şaraba benzer? Paris. İlk bardağı içersin buruktur,/ ikincide dumanı vurur başına, üçüncüde mümkünü yok masadan kalkmanın./ Garson bir şişe daha getir!/ Ve artık nerde olsan, nereye gitsen/ Paris’in ayyaşısın iki gözüm” mü diyordu, yoksa ben mi yanlış anımsıyorum? Ve Paris’in ayyaşlarına buradan selâm gönderiyorum... n Benim Paris‘im/ Cüneyt Ayral/ Oğlak Yayınları/ 160 s. KItap 19 Kasım 2015 5