Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K Ufkun Balkış, Köprü’de Vietnam Savaşı sonrasında, savaşı terk ederek Çin’e sığınmış, sonrasında yönetimce bir kasabaya yerleştirilmiş birkaç Amerikalı askerle, kaynaştıkları Çinlilerin, eski bir savaş ağası olan, zalim Çinliye karşı birlikte verdikleri yaşam savaşımına yoğunlaşıyor. dına “savaş” denilen cinayet, sömürü, kıyım, saldırı, şiddet vb. örgütlenmesi, son yıllarda sınır ötesindeki mevzisinden çıkmış bize doğru yol alıyor görünüyor. Otuz yıldır, içeride, orta malına dönüşmüş deyişle zaten “düşük yoğunluklu” bir savaşı sürdüredururken bizler, bu kez de yangına körükle giden iştahla düpedüz savaş tamtamları çalıp yansıtmaya kalkışmamız neyin belirtisi olabilir acaba? İsmet Paşanın, İkinci Savaş yıllarında yaşanan yoksunluğu imleyerek söylediği “Sizi aç bıraktım belki, ama babasız bırakmadım,” deyişi var ya, bu kez öyle olmayacağı ortada. Savaş çığırtkanlarıyla, ağaların kışkırtısıyla estirilen rüzgârda belki bugüne dek geliştirdiğimiz ne değer varsa bunların tümünü yitireceğimiz belli. Öte yandan Orhan Bursalı’nın ürpertici saptamayla dile getirdiği “ulus devletler” yerine “mezhep devletler” çağına da giriliyorsa hele (Cumhuriyet, 30.6.2014), uygarlık, ekin anlamında yaşamsal bütün verilerin, maddi, manevi birikimlerin yerle bir olacağı kestirilebilir kolayca. Savaş yok ederken sanat, payına düşen işlevselliği, kendi yasası, kuralları çerçevesinde, hatta kimileyin göz kamaştıran parlaklıkta yerine getirebiliyor böylesi durumlarda. Dünya sanatı, bunun anıtsal örnekleriyle dolu… Bizde de bu doğrultuda, gözleyebildiğimce, nicedir süregelen bir çabadan, anlatımcı sığlığa yanaşmadan, ama bu arada işi bulandırıp geçiştirmeden, “ephemi müphemle anlatma” şişinmesine bulaşmadan gerçekleştirilmeye çalışılan sanatsal verimleme tutumu örneklenebilir. Kaldı ki bu konuda hiçbir çabayı küçümsememek gerekiyor kanımca. Bu çerçevede geçmiş, bugün, yazınımızda, toplumsal yaşam bağlamında yeniden getirilirken gelecek tasarımı, kurgusu da temele alınarak kuruluyor. Ayrıca önceki yıllara oranla öykü, roman, anlatı türlerinde daha belirgin yükselişle karşılaşıldığı da eklenebilir buna. İşte Ufkun Balkış da (d.1977) sözünü ettiğim yazarlar grubu arasına alınabilir rahatlıkla. Genç yazarın daha önce ilk roman olarak yayımladığı İncecikten Bir Kar Yağar’ın (Ariye, 2008) üzerinde durmuştum “Kitaplar Adası”nda. (24.7.200829.01.2009) Balkış, andığım romanında Sarıkamış’ı temele alırken kurmacayı savsaklamamakla birlikte yine de olgusal temele bağlı kalarak yapılandırmıştı anlatısını. Beş yıl sonra bu kez farklı bir romanla geliyor S A Y F A 1 4 n 1 0 itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com ROMANCILARIMIZ ARASINDA20 Sinemayla nakışlanan romanlar... VİETNAM SAVAŞI’NDAN GÜNÜMÜZ TÜRKİYE’SİNE… Ufkun Balkış, Köprü’de Vietnam Savaşı sonrasında, savaşı terk ederek Çin’e sığınmış, sonrasında yönetimce bir kasabaya yerleştirilmiş birkaç Amerikalı askerle, kaynaştıkları Çinlilerin, eski bir savaş ağası olan, zalim Çinliye karşı birlikte verdikleri yaşam savaşımına yoğunlaşıyor. Söz konusu savaşın üzerinden yaklaşık yirmi yıl gibi bir zaman geçmiştir, anlatı bu bağlamda 1992’ye tarihlenen bir roman zamanıyla perde açar. Savaş kaçkını kişiler kasaba yaşamını sürdürürken anlatıcının araya girişleriyle toplumun kültürüne, bu arada savaşlar çağına dönük katmanlı bir anlatı eşlik eder okuma edimine. Olgusal temelde yapılandırılmış ilkinin ardından düşlemci (fantastik) yapıda karşımıza çıkan yenisi, bu iki satırcık özetlemeyle geçiştirilemez elbette. Çünkü Balkış, günümüze göndermelerle örüntülemeye, savaş karşıtı konumda kavramsallaştırmaya açık tutumla ayağa kaldırmaya çabalıyor yapıtını. “Bir Varmış…”, “Bir Yokmuş…” başlıkları altında bakışımlı iki bölümde bütünlediği anlatısında yazar, savaşın dehşetine yönelirken, okuru da sürekli kendi coğrafyasına gönderici etmenler kullanıyor. Tiananmen’den Taksim’e, Vietnam’dan Türkiye’ye kurulan köprülerden, vahşi kapitalizm olgusundan ağır çevre sorunsallarına vb. dek uzanan emeçler okurun enikonu sıçramasına yol açıyor denebilir. Kaldı ki romanda yer bulan kimi yapıt adlarıyla çağrışımsal imgeler de eklenebilir buna. Bunlar eğik yazıyla gösterilmese de, okura ayna tutmadığı da öne sürülemez herhalde. Örnekse “selvi boylu”, “son imparator”, “ölmesin çocuklar”, “eşkıya dünyaya, hükümdar olmaz”, “hayat ağacı”, “can kırıkları”, “acılara tutunmak” vb söylemler okuru Türkiye coğrafyasına bağlamaya yetiyor… Yazar, barışçı, çevreci, kadıncı, eşitlikçi tutumuyla da dikkati çekiyor alabildiğine. Ötesinde Çin toplumundan kalkarak yaptığı dönüştürüm, bir bakıma Mo Yan’ın Kızıl Darı Tarlaları’yla (Çev.: Erdem Kurtuldu, Can, 2013) akrabalık kurulmasına yol açacak bir hava da yansıtıyor. Bu da düşlemci temeldeki bir romanın, gerçeklikle ilişkilendirilerek yapılandırılabileceğini gösteriyor bize. Ayrıca anlatıcının, kimi dipnotlara eklediği “yayıncı notu” gibisinden satırlar da ironik göndermeye dönüşüyor. Bütün bunların ardından anlatıcının, belki de daha çok sinemada izlenen bir filmi, kare T E M M U Z 2 0 1 4 Fotoğraf: Uğur DEMİR A önümüze: Köprü (Asur, 2013). ise, sanki roman diliyle kurulmuşçasına yazınsal tat yayabiliyor bir anda. O halde bunu da Ufkun’un başarı hanesine kaydetmek gerekiyor. Demek yazar, hem sinemanın hem de yazının tekniklerini harmanlıyor yapıtında. Buna göre anlatıcı, bir yanıyla romancının kendisi olurken bir yanıyla da film anlatıcısı veya metin anlatıcısı gibi konumlar sergiliyor. Söz konusu bu farklı anlatıcının araya girişleri, Tanrı romancı algısını da kırıyor kuşkusuz. Bunun anlatıya akışkan, sıçramalı bir silkiniş getirdiği öngörülebilir. Çünkü okur, okuma eylemi sürecinde yazarla birlikte kendisinin de eylemli olduğu bir etkinlik içinde yer aldığını görebiliyor böylelikle. Eskiden beri bilinip uygulanan hoş bir yaklaşım… Yazar, her ne kadar koşut kurgularla geliştirdiği romanı, enikonu senaryo havasının etkin ağırlığı altında sürdürüyor olsa da anlatı disiplininden vazgeçmiyor, böylelikle hem savurganlıktan kurtuluyor hem de nedensiz yere yazınsal/ sinemasal anlatı dizileri kurmaktan… FABRİKASYON ÜRETİME DÖNÜŞEN SAVAŞ SİYASASI… Adeta “iş adamı” (57) olmuş askerler, bunlara komuta eden, ahlaksal tüm değerleri dibe vurmuş, tutkuları dorukta bir komutan, neredeyse fabrika üretimine dönmüş şiddete dayalı yaşam dünyanın her yerinde, bu arada bizde de artık alabildiğine olağanlaşmış değil mi? Bu haliyle tüm dünyanın, halkların harmanlanarak yapılandırıldığı bir savaş parodisi gözüyle de bakılabilir Köprü’ye. Özellikle kimi filmlerle kurduğu ilişkilenişler, romancının açık biçimden yararlanarak sıklıkla araya girişleri de düşünüldüğünde, yer yer komik bir kapı aralasa da bu yöndeki göndergeleriyle, aslında okuru, saltık anlamda savaşlar çağına dönük farklı bir kara anlatı damarına çıkardığı düşünülebilir anlatının. Ezilen, adeta silindirden geçirilen bu insanların kimileyin yine de bu “zalim ordusu”na (238) katılmaktan başka çaresi kalmayacaktır belki, hatta kendisine tutulmuş silahın tetiğini bu kez kendisi çekecektir koyu bir çaresizlik içinde… Köprü, roman evrenini kurar, kişilerini yapılandırırken bu bağlamda yer yer tökezlemeler sergilese de bir romancının ilk iki kitabıyla yaptığı yolcuğu, yazınsal serüveni ele veriyor. Romandaki kimi maddi yanlışlarla roman evreninin kusacağı kestirilebilecek kimi ayrıntılar üzerinde durmamayı yeğliyorum. Zaten yazarın, kişilerini yapılandırırken sergilediği tutum, yaklaşım, işleme biçimi, yapıttaki buna yönelik kusurların enikonu üzerini örtüyor da denebilir. Hele “Ne acı bir şey” eğretilemesinde görüldüğünce iç söyleşimlerde sergilediği yaklaşım ise, yazarın bunu biçemsel zenginliğe dönüştürdüğünü ele veriyor… Aynı şekilde “zincirleme geçiş”ler kullanarak sergilediği görsel dizilişler de yine yazarın bu teknikleri kullanırken romanın kapsayıcı, sinemanın da karesel diliyle mantığını iyi kullandığı gerçeği çıkıyor ortaya… Evet, Ufkun Balkış bir biçimde tarihsel gerçekliğin izini sürüyor belki yine, bu bağlamda yukarıda örneklediğim çerçevede farklı açılımlar taşıyan çağıltılı çeşitlemelerini peşi sıra sürüklüyor anlatısında, ama bu, onun yazarlıktaki inatçı kişiliğini de ele veriyor aynı zamanda… Bu inatçılığı, hiç kuşkum yok, onu yeni anlatılarında daha farklı aşamalara da taşıyacaktır… Bekleyelim, göreceğiz… n K İ T A P S A Y I 1 2 7 3 Ufkun Balkış kare anlatan ya da film okuması yapan biri olduğu öne sürülebilir pekâlâ. Romanı “film okuma” notları gibi almak olası bu nedenle ya da bu tür okumayla aktarılıyormuş havası yayan bir roman olarak almak da… Yazınımızda son yıllarda romanla sinemayı birlikte harmanlayıp yapıtlarında ortak dil oluşturmaya çabalayan yazar sayısı giderek artıyor. Üstelik başarılı örnekler olarak da kendini gösteriyor bunların azımsanmayacak bölümü. Tıpkı anlatı, deneme, roman türlerinde sergilenen geçirgenliklere benzer biçimde… SOYUTLAYIMDÖNÜŞTÜRÜM EŞİĞİNDE KOŞUTLUKLAR… Köprü’deki soyutlayım, dönüştürüm konusuna girerken biçemle anlatıcı üzerinde özellikle durmak gerekiyor. Çünkü yazar, açık biçemi yeğliyor bu çerçevede. Gerçekten de ilk romanında dramatik bütünlüğü öne çıkaran Ufkun Balkış, çok uzaklardaki bir coğrafyaya, topluma, kişilere yaklaşımında kendine farklı bir yol seçtiğini ortaya koyuyor bir biçimde. Bu, yazarın, daha doğrusu dıştan bakarak söylersek farklı bir anlatıcıya dönüşen oyun kurucunun, aralıklarla araya girmesine, hatta anlatıyı kesip kimi açıklamalar, değerlendirmeler yapmasına yol açıyor. Sevinip öfkeleniyor, üzülüp ileniyor, hatta küfrediyor. Ancak bu kesintiler anlatının düzenini, akışını bozmuyor yine de, hatta tersine buna hız, tartım kazandırıyor, farklı biçem olarak anlatıya renk katıyor. Bun, anlatıcının kim olduğuna değgin merak öğesi de ekleniyor. Bunun yaygın anlatım biçimlerinden biri olduğunu biliyoruz… Burada göz ardı edilmemesi gereken, bunun başarılı örneğini vermiş olması Ufkun’un… Peki, kim “anlatıcı” dediğimiz kişi? Bu soruyla birlikte romandaki egemen biçem bağlamında sinemasal anlatı üzerinde durulması gerekiyor. Kaldı ki Ufkun Balkış, ilk romanını da zaten sinemayla içlidışlı yapılandırmıştı. İkincisinde bu konuda enikonu yükseliş sergiliyor. Nitekim roman, yazınsal bir dil üzerinden okunurken film senaryosuymuş gibi izlenim bırakırken, film gibi izlenmeye girişildiğinde C U M H U R İ Y E T