Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Bir yerde Baudrillard toplumsal olanın hızla kitlesel olana dönüştüğünü söylüyor ya… Etkin olan ve bireylerin organik birliğinden oluşan toplumsalın, giderek şematik, edilgen, geçirgen olmayan, şekilsiz bir yapı olan kitleye dönüştüğü çağımızda şiirsel bir “umar” arayışı… Sözünü ettiğiniz “umar” arayışını, ülkemiz bağlamında ve şiirin dışına da yayarak değerlendirirsek bu arayışa bir “aydın sorumluluğu” diyebilir miyiz? Böyle bir sorumluluk açısından ülkeyi nasıl görüyorsunuz? Evet, tam da bunu söylemek istiyorum. Benimki bunun alçakgönüllü ifadesiydi. Ama madem konuyu genelleştirdiniz, konuşayım: Bir kez Türkiye, cumhuriyet tarihi boyunca böylesi bir aydın ihaneti yaşamadı. Ülkeyi satmakla ve karanlığa götürmekle görevli bir örgütsel yapı, siyasi parti adı altında, emperyalist güçler ve onlarla işbirliği yapan yerel aydınlar (bunların bazılarına Attila İlhan “komprador aydın” diyordu), tarafından göreve getirilmiş. Şiir yazan, roman yazan, eleştirmenlik yapan, akademik misyonları olan birçok insan bu projede görev üstlenmiş. Bu durum benim açımdan utanç verici. Böyle bir manzara karşısında şiir ne yapabilir? Burada da yinelemek istiyorum: Dilin içinde saklı duran şiiri bulabilmek için evet, hâlâ taşları dinliyorum, bulutları anlamaya çalışıyorum, gök işaretlerini ve yıldız motiflerini çözüyorum; ateşin kaygısını, gecenin dilini, gölgenin tarihini bilmek istiyorum. Mültecilerin öykülerini, sınır boylarından gelenlerin anlattıklarını aklımda tutuyorum. Benden önce yaşayıp gitmiş olduğunu öne sürse şairlerin hayatlarını bile, gerçekte şiir, usun yaşayabileceğim bir denetiminde olan, usun çare arıyorum. biçimlendirdiği bir duy“Belirsizlikler” gusal evrenin ürünüdür. bölümünün ağırYoksa her saçmalığı lığına ve mistik (sıkça rastladığımız atmosferine karşın, gibi) şiir sayardık. Şiir“Suluboya Resimsel yaratma sürecinde ler” adlı bölümdeki usa jandarmalık görevi şiirler daha lirik, verdiğim anlaşılmasın. güncel yaşamın Şunu demek istiyodaha içinde gibi… rum: Şiir eni konu dil ”Belirsizlikler’’e etkinliğidir. Dilin, bir sizin bilinçaltınız mimari uyum bağlamındiyebilir miyiz? da, estetize edilmiş bir Suluboya Resimmatematik bağlamında ler adlı bölümdeki biçimlendirilmesi işidir. şiirler, haklısınız, “Şiir bilinçli rastlantısallıktır. Gerçekliğin Bunu, usu dışlayarak daha uçuşkan bir sınırlarını bozar” diyor Salih Bolat. yapamazsınız. Şiir duyarlanımın ürünlebilinçli rastlantısallıktır. Gerçekliğin ri. Haiku değiller ama haikunun arka sınırlarını bozar. Aydınlıkta duran gerplanını oluşturan heyecan özelliğine çekliği karanlığa çeker ve onu şimşek sahipler. Aslında bütün şiirler bir yerde aydınlığında görülebilen bir özellik kaşairin bilinçaltının yansımalarıdır. Ama zandırarak yeniden kurar. Oysa roman buradaki “bilinçaltı” olgusunu psikigerçekliği gündüz aydınlığında algılar. yatrik bir olgu olarak değil de, “estetik Atların Uykusu’ndan sekiz yıl önce süreç” olarak ele almak gerekir. Yani yayımlanmış olan “Kanıt” adlı kitabı“sanat”, “sanat yapıtı”, “sanatçı”, “yanızla ilgili bir söyleşide şöyle demişsiratma süreci” gibi kavramların neliği niz:“ ‘Kanıt’ı, benim şiir anlayışımın çevresinde ele almak daha doğru olur. getirdiği tepe nokta olarak görüyorum Bu bakımdan, örneğin Freud bile bu ben. Bundan sonra yeni bir şey yapmakavramları irdelerken, mutlu, sosyal lıyım. Mesela, doğanın şiirlerimde daha hayatta uyumlu, problemsiz insanların farklı biçimde olmasını sağlamalıyım ya sanat yapamayacaklarını öne sürer. da şiir parçalanmış bir dil diyorum ama Sanatın, gündüz görülen, uyanıkken ben bunu yapabiliyor muyum?” Yapabilgörülen düş olduğunu belirtir. Şiir için, diniz mi? “bilinçaltının dışavurumu” dediğiniz Burda şiirden, yani sanattan söz zaman, bastırılmış, açıklanamayan duyettiğimize göre, insan ömrünü aşan bir gu ve düşüncelerin ifadesi demiş oluruz süreçten söz ediyoruz demektir. Goki, bu yaklaşım şiirin ussal özelliğini ethe ne diyordu, “sanat ne kadar uzun reddetmiş olur. Bazıları şiirin usa aykırı alan şiirlerin çoğunda, şiirlerin son dizeleri yüzüme bir tokat gibi indi. Bu şiirleri sessiz sedasız okuyarak yolumda ilerlerken, son dizelerine yaklaştığımda gerçekten bir tokat yemiş gibi oldum. Örneğin: “Artık taş kendini öne sürüyor/törenlerin kovulmuş çocukları/ölülerine tutunarak güçleniyor/ veya “gerçek aramızda dolaşıyor nasılsa/kesecek boyun arayan sabırsız bir kılıç gibi” veya “kışın karanlık sorusu muydu/ giderken söylediklerin?” veya “taş unutmaz” bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Bugünlerde epeydir kafa yorduğum “taş” imgesi beli ki Bolat’ın kafasını da rüzgâr, deniz, ağaç, dağ, güneş, uyku ve gece imgeleri de kafasını yormuş. Hatta diyebilirim ki, bu saydıklarım imgeler (sözcükler) kitabın ilk bölümünü oluşturan şiirlerin omurgasını da oluşturmaktadır. Bütün bu imgeler, şair, doğanın birçok nesnesini, rahatsız olduğu birçok şeyden rahatlamak ve iyi bir uyku çekmek için kendisine yatak seçmiştir. “kendi uykusunda sürgün” gibi. Tabii, “Üç Şair” şiirinde bu dizeler rahat bir uyku uyumasına izin verirse: “Eğer onları yakmasalardı gece kayaları yatıştıracaktı yağmur boşuna yağmış olmayacaktı.” Son yıllarda insanları amansız bir yozlaşmanın kapanına sokan, yürütülen cahil siyasetin etkisi elbette unutulmayacak, elbette etkisi olacak, elbette şair suskun kalamayacak: “Zor olan şey susmak, elbette/ bölerken uykumuzun tanrım, hayat ne kadar kısa.” Elbette konuyu kendi şiirimin gelişimiyle sınırlı tutarak, özellikle “Belirsizlikler” başlıklı bölümde, bilinç parçalanmasına izin vermeden, içinde yaşadığım somut ve soyut gerçekliği parçalanmış (doğal gramerinden saptırılmış, imgesel ve metaforik özellik kazandırılmış) bir dille şiire taşımaya çalıştım. Bunu ne kadar başarabildiğime (elbette benim de bir eleştirel değerlendirmem var) okur karar versin. Şunu söyleyebilirim: Atların Uykusu, birçok açıdan Kanıt’ı geçti, bence. Bir tür özgürlük yolculuğu diyebileceğimiz şiir yazma sizde nasıl gerçekleşiyor? Yani yaratıcı süreç ile özgürlük arasındaki ilişkinin sizdeki yansıması konusunda neler söylersiniz? “Yaratıcı süreç” dediğimiz şiir yazma süreci, kendimi en mutlu hissettiğim zamanlardır. Zaten insan mutlu olduğu kadar özgür demek değil midir? Biraz önce şiirin, gerçekliği karanlığa çektiğini, gerçekliğin sınırlarını bozduğunu ve yeni bir gerçeklik kurduğunu söylemiştim. Bunun nedeni, bizden önce ve bizim dışımızda belirlenmiş olan verili gerçekliği yeniden ve kendimize özgü bir biçimde yaratmaktır. Böylece şiir onu yazana ve okuyana özgürlük duygusu, itiraz duygusu verir. Şair bu duyguyu şiir yazarken, okur da şiiri okuyup yeniden üretirken yaşar. Bütün sanatlar böyledir. Zaten sanatların ortak varlık nedeni, insanı kuşatan verili gerçekliği yıkarak, onu özgürleştirmek değil midir? n Atların Uykusu/ Salih Bolat/ Varlık Yayınları/ 112 s. Atların Uykusu r Metin FINDIKÇI diye soranlara, yanıtım yazının sonunda saklı! Bolat, Atların Uykusu için, “Dilin içinde saklı duran şiiri bulabilmek için…” Dilin içinde saklı “olan” değil “duran.” Çok çarpıcı değil mi? Şair, yazmaya yeltendiği her dizede ve her yazdığı şiirde: Dilin içinde saklı “duran” şiiri bulmak için bir derviş gibi, iyi bildiği yolda, ama belirsiz bir yola, yolculuğa çıkar. Şairin bir derviş gibi çıktığı ve iyi bildiği yolda büyü asla eksik olmaz. Sürekli bakabileceği ve şiirle paylaşacağı bir ayna taşır yanında. Birçok şair için bu ayna, şairi dev gösteren bir aynadır, aldatıcı ve insafsızdır. İşte, Salih Bolat, bu kitapta şiir yolunda yürürken onu aldatacak ve yanıltacak elindeki aynaya asla perim tanımamıştır. Birçokları, eh Bolat’ın bu dokuzuncu kitabıdır, artık ustadır, tabi ki elindeki aynaya aldanmayacaktır, diyebilir, diyordur da; ama Salih Bolat’ın büyüklüğü de işte tam da burada yatıyor. Her kitabında ve her şiirinde mesleğine aşık bir kalfa titizliğiyle çalıştığı için. Atların Uykusu, dört bölümden oluşuyor. İlk bölüm: Bu bölümde yer “ Bu kitabın hiç olumsuz yanı yok mu?” coğrafyasını/ ihanet atlasının başındaki adamlar/ hiçbir şey olmamış gibi.” Sanata düşman muhafazakâr siyasetin hakkını böyle böyle dizeler yazarak ödenmelidir, diye düşünüyorum. Kitabın ilk bölümünde lirizm adına “ceza” şiirine vermek en doğrusu olur sanırım. “Ceza” şiiri tepeden tırnağa lirik gömleği giyinirken çok yakışmış. Kitabın ikinci, kitabın da adını taşayan “Atların Uykusu” bölümünde en çarpıcı yanı ise yakın tarihimizde haksız tutuklamaları anlatan şiirdir. “bir yıldız ekliyorum geceye/ ah, her şey apaçık görünüyor/ alıp götürüyorlar mümtaz’ı, doğan’ı balbay’ı/bir açıdan bakarsan yasalara uygunmuş gibi/uhud savaşının arka planı gibi, başka açıdan/benim açımdan ihanet gibi, insana yapılan.” Üçüncü bölümde yer alan şiirler, uzun soluklu düzyazı şiirlerden oluşmaktadır. Eylül ayında sessiz ve duru bir denize girer gibi. “Tren gara girdiğinde ağaçlar ayaktaydı” ile başlayan XXVI şiirden oluşan ve “sana gelmek için yol olmam gerekiyor. ikiye, üçe hatta dörde bölünmüş ile biten, evin ve doğanın sonsuz nesneleriyle donatılmış, güzel duru aşkın şiirleridir. Suluboyaya uygun kısa ve çarpıçı dokunmalardan oluşmaktadır, kitabın dördüncü bölümü. İnsanın açıp açıp zevkle okuyabileceği kısa dokunmalar. “sokak çalgıcılarına bahşiş veren âşıklar gibi/iki yıldız dolaşıyor gökyüzünde./biri kaygılı” veya “kalbinin sesini duyuyorum/böğürtlenlerin arasında/bir kuşun çaldığı/lir gibi.” Evet, bu kitabın olumsuz yanı hiç yok mu, diye soranlara yanıtım: Olumsuzluğu bir tarafa bırakın, bu kitabı alıp okumamak büyük bir olumsuzluktur. Salih Bolat gibi şairlerin şiirlerini okumak için hep sabırsızlıkla beklemişimdir. Güzel bir dizeyle bitirmek en iyisi: “Acıları o kadar yoğundu ki, duymuyorlardı.” n C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 1273 1 0 T E M M U Z 2 0 1 4 n S A Y F A 1 3