01 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Salih Bolat’tan “Atların Uykusu” ‘İdeolojik duruşum aynı, poetik arayış içindeyim’ Salih Bolat kitabını şöyle anlatıyor: “Dilin içinde saklı duran şiiri bulabilmek için, evet, hâlâ taşları dinliyorum, bulutları anlamaya çalışıyorum, gök işaretlerini ve yıldız motiflerini çözüyorum; ateşin kaygısını, gecenin dilini, gölgenin tarihini bilmek istiyorum. Mültecilerin öykülerini, sınır boylarından gelenlerin anlattıklarını aklımda tutuyorum. Benden önce yaşayıp gitmiş şairlerin hayatlarını yaşayabileceğim bir çare arıyorum.” Bolat’la “Atların Uykusu”nu konuştuk. r Nisan ÇELİK itabınızın adından başlayalım mı? Öncelikle bir varlık olarak atın tasarımı, estetik denge açısından beni çok etkiler. Bu yüzden şiirlerimde çok sık geçen bir imge. Atlara bakmayı, atlarla ilgili okumayı çok severim. Atlar ayakta uyur, örneğin. Fransa’da, Seine nehrinin yatağına yakın bir yerde yapılan bir kazıda onlarca ata ait kemiklere rastlandığını okumuştum. Avcılardan kaçarken uçurumun kıyısında sıkışan ve kendilerini aşağı atarak intihar eden atlara ait olduğu anlaşılmış… Neyse kitabımın adını oluşturan “Atların Uykusu”, öncelikle bir bölümün de adı, bildiğiniz gibi. Bu bölümde ve başka şiirlerimde geçen “at” kavramını, ne bir içerik, ne de bir motif olarak alımlamak gerekir. Onlar birer çağrışım, birer metafordur. Neyin metaforu olduklarını anlamak için de, o şiirlere dönmek gerekir, elbette. 1983’de yayımlanan ilk kitabınız Yaşanan ile aradan otuz yıl geçtikten sonra yayımlanan Atların Uykusu arasında nasıl bir poetik macera var? Aslında bırakın yılları, her şiir arasında bile ciddi bir şair açısından önemli poetik maceradan söz edilebilir. Böyle olunca, otuz yıllık bir süreden söz ederken, on şiir kitabımdan ve bu süredeki şiirsel maceramdan söz etmiş oluruz. Bu konuda objektif gözlem yapabilmem söz konusu olamaz, elbette. Ama her şairin kendi yaklaşımları hep S A Y F A 1 2 n 1 0 K ilginç gelmiştir okura. Bu bakımdan bir şeyler söylememi istediğinizi anlıyorum. Öyle de denebilir… İlk kitabım “Yaşanan”, 1983 yılında yayımlandığında, 1980 faşist askeri darbesinin etkisi tüm yakıcılığıyla üzerimdeydi. O yıllarda bir genç şair olarak, duyarlılığımın bu yönde gelişmesi doğal karşılanmalı. Ne var ki bu denli ağır bir yaşantıyı şiire taşıyacak yeterli poetik bilinç düzeyimden söz edemem. Bu nedenle, o dönemin toplumcu şairlerinden, özellikle 1940 kuşağı şairlerinden etkilenmelerle bir şiirsel üslup geliştirmeye çalıştığım doğrudur. Zaten modern Türk şiirinin oluşum sürecinde bile kendi iç dinamizminden kaynaklanan yeterli bir birikimin olmaması ve İkinci Yeni olsun, daha önceki şiir deneyimleri olsun Batı şiirinden, özellikle Fransız şiirinden etkilenilmesi karşısında, benimki çok masum kalır. İkinci kitabım “Bir Afişin Önünde”, duyarlılık kaynakları açısından ilk kitabın devamı 2 0 1 4 sayılabilir. Üçüncü şiir kitabım “Sınır ve Sonsuz”, soyut ve genel bir şiir dilinden, daha bireysel ve somut bir dil arayışına girdiğim bir kitaptır. Bu şiirsel tavrım, bazı toplumcu şiir çevrelerinde olumsuz eleştiriye hedef oldu. Bireyci ve bunalımcı bir burjuva diline yöneldiğimi öne sürdüler. Oysa ideolojik duruşumda bir değişiklik yoktu ve yalnızca poetik bir arayış içindeydim. “Karşılaşma”, “Uzak ve Eski”, “Gece Tanıklığı” adlı kitaplarım, tiyatro, mitoloji, tarih gibi söylem biçimlerinden şiirsel bir dil oluşturabilmem için olanak arayışları olarak yorumlanabilir. “Açılmış Kanat” adlı sekizinci kitabım, daha sonraki “Kanıt” ve “Atların Uykusu”nun habercisi bir kitaptır, bana göre. “TÜRK ŞİİRİ GENELLİKLE FORMEL” Düzyazışiir, her zaman şiirden uzaklaşma riskini taşır. Belirsizlikler’e çalışırken bu tür kaygılarınız oldu mu? Şiirin bir nitelik olduğunu kavram olarak ilk kez Roland Barthes’ın ifade ettiğini belirtmiştim daha önceki bir konuşmamda. Ama ondan daha önce Mallarmé, şiirin duyguyla, düşünceyle değil sözcüklerle yazıldığını söyleyerek; şiirin bir nicelik olmadığını da söylemiştir. Demek ki bir metnin ölçülü uyaklı, soldan sağa, dörtlükler biçiminde gibi geleneksel şekilde yazılıyor olup olmaması, onun şiir olup olmadığını belirlemez. Metnin biçimi nasıl olursa olsun; önemli olan metnin niteliği, tözü, gerçekliği kavrayış biçimi, kendini gerçekliğin yerine koyup koymamasıdır. Öyleyse şiirdir, siz onu nasıl yazarsanız yazın. Melih Cevdet Anday’da, Ece Ayhan ve Oktay Rıfat’ta yer yer rastlasak da bizim şiirimizde bunun örnekleri pek fazla yoktur. Türk şiiri genellikle formel. Niceliğe ağırlık veren, şiirin nitelik olduğunu henüz tam olarak kavramamış bir şiirimiz var bizim. Beni düzyazı biçimine iten, şiirin bir bütünlük işi olduğunu, gerçekliği kavrayış biçimi olduğunu anlamam oldu. Burada yeri gelmişken sormak istiyorum: Türk şiirinde “gelenek” konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu gelenek konusu beni hep ürkütür. Şiirimizin gelişmesinde zaman zaman bir handikap. Çok yetenekli bazı şairlerimiz, örneğin Ahmet Muhip Dıranas “gelenekten kopmadan, modern bir şiir oluşturmak” gibi bir tutum izlemişlerdir. Az önce söylediğim gibi, formalist tutum, biçim tutkusu, şiirimizin modernleşmesini geciktirmiş. Dıranas, bir Beaudelaire hayranı olduğunu ve onu kendi dilinden okuyabilmek için Fransızca öğrendiğini belirtir, bir yazısında. Bunun çok saygın bir davranış olduğu açık. Ne var ki Beaudelaire’in düzyazışiir (poésie en prose) biçiminde yazdığı ünlü Paris Sıkıntısı adlı kitabı, gelenek anlayışı yüzünden Dıranas’ı biçim olarak etkilememiş. Oysa Paris Sıkıntısı’nın yazıldığı zaman ile Dıranas’ın zamanı arasında neredeyse yüz yıl var. Yani yüz yıl önceki Beaudelaire, Dıranas’tan daha devrimci diyebiliriz. Kendinizi bu bağlamda nerede görüyorsunuz? Dediğim gibi ben “gelenekten” ürkerim. Bunun nedeni belki de Umberto Eco’nun şu sözlerinin kulaklarımda çınlamasıdır hâlâ: “Faşizmin birinci özelliği, gelenek kültüdür.” Gelenekçilik, tabii, faşizmden çok eski. Gelenekçiliğe göre bilginin ilerlemesi mümkün değil. Gerçek nihai olarak açıklanmış. Yapabileceğimiz tek şey, bu gerçeği yeniden yorumlamaktan ibaret. Gelenekçilik modernizmin reddini içerir. “SAKLI ŞİİRİ BULABİLMEK İÇİN HÂLÂ TAŞLARI DİNLİYORUM” “Karanlık Soru” adlı şiirinizdeki “evime dönmek istiyorum// ağacına dönmek isteyen meyve gibi// bir manav tezgahının// yabanıl yalnızlığında” dizeleri, uygarlığın getirdiği yalnızlıktan kaçış isteği olarak mı yorumlamalıyız? Kaçış isteği değil de başka tür bireyseltoplumsal evrilmeye geçiş isteği desek? Uygar toplumun iletişimsizlik, yabancılaşma, kitleselleştirme gibi olumsuz sonuçlarından, organik ve toplumsal olana dönüş isteği belki de. K İ T A P S A Y I 1273 T E M M U Z C U M H U R İ Y E T Fotoğraf: Vedat ARIK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle