02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K Berna Durmaz, başlangıçtan bu yana öyküde sergilediği soyutlayımlarla, bunları dönüştürürken bir biçimde yaslandığı dayanaklarla göz doldurmayı başarmıştı hep. Bu nedenle bunlar okunurken bir dış yüzey bütünlemesi kadar okurun tamamladığı bir iç yüzeyi de sahipleniyor öykü. ir yeraltı kuyusu gibi suyunu hemen göstermeyen ama siz aldıkça yerine yenileri gelen, böylelikle bitmez tükenmez maden izlenimi veren metinler, yazında, daha farklı değerle, niteliksel yoğunlukla kuşatıyor insanı… İster birikinti, havuz, isterse gölet, baraj, denizet ne denli büyük olursa olsun kendi içinden değil de dıştan destekle varlık gösteren sular bu ölçüde kuşatıcı olamıyor. Bunun bir nedeni okurun böylesi anlatılar karşısında edilgin kalışı ise, öteki nedeni de görünenin ötesinde giz, büyü vb. barındırmayışı metnin… Demek ki her metin kapalılıktan enikonu pay alabilmeli… Sularını şarp diye ortalığa saçıverdi mi, daha kötü… Zaten metnin gereksindiği kavramsallık ancak o zaman salıyor kendisini. Çünkü okur, bu kavramsallığı kendi emeğiyle, kendi kazısıyla adım adım bulguluyor. Herhangi Dostoyevski, Kafka anlatılarını düşünelim, her biri metnin, bire bir örneğini de oluşturmaz mı yazarının? Birikinti ya da denizet, bakarsınız bakarsınız, görürsünüz bütün suyu, ama yel alıp götürmüş gibi bir türlü kavramsal tortu bırakmaz yine de içinizde koca su. Çünkü ön yüzünden baktığınızda art yüzünü de görmüşsünüzdür kolayca. Sizin olmaktan çıkar o zaman metin, içselleştirilmeden kalır öyle. Bu nedenle de metni okumuşluğunuzla okumamışlığınız arasında ayırt yokmuş gibi gelir gözünüzü kısıp baktığınızda… O halde metnin içsel doluluğuyla takatuka tıkıştırılmış doluksuluğunu birbirinden ayırmak gerekiyor. Sözgelimi son yıllarda roman alanında geniş bir yelpazeye yayılan pek çok anlatıdaki düşlemci (fantastik) yığmalar böyle bir etki bırakıyor insanda. Hani kimi fiyakalı restkafelerde insanın önüne leğenle bırakıldığı duygusu uyandıran salata getiriyorlar ama siz yine de salata tadı alamıyorsunuz bir türlü bundan, onun gibi… Romanın, kapsayıcı mantığıyla diyelim bunu hadi yediriyor bize ama öykü öyle mi, kapsanık tutuculuğuyla (Hah işte, “muhafazakâr sanat” bu!) tamı tamına şeytan çelmesi o… Öykü yazmaya girişen biri, yazında yelken şişirirken şeytan pazarına çıktığını bilmeli bu nedenle. Her metin, koyunun önüne atılan bir tutam ot havasında okurun önüne bırakılamıyor öyle… Belki de kadınların, öyküde erkeklerden çok daha önde yer tutuşu, genelde buna bağlanabilir. Hani saçı uzun aklı kısa deniyordu ya onlar için, ister misiniz, şimdi o saçlar, itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA [email protected] [email protected] karakterize eden küçük dünyalarıyla okuru kuşatıyor öyküler. Yazarın kendi diliyle, anlatımıyla hatta seçiciliğiyle de yarıştığı çok açık görülüyor bunlar okunurken… BERNA DURMAZ’IN ÖYKÜCÜLÜĞÜ… Berna Durmaz, başlangıçtan bu yana öyküde sergilediği soyutlayımlarla, bunları dönüştürürken bir biçimde yaslandığı dayanaklarla göz doldurmayı başarmıştı hep. Bu nedenle bunlar okunurken bir dış yüzey bütünlemesi kadar okurun tamamladığı bir iç yüzeyi de sahipleniyor öykü. Bu çerçevede Durmaz, öyküye getirdiği farklı havayla, bileşik kaplardakine benzer biçimde birbirine bağlanan öykü evrenleri, bu evrenlerde gezinen aykırı öykü kişileriyle sürekli dikkati çekiyor denebilir. Gerçekten de kurduğu evrenleri, bu evrenlerle kâh uyuşur kâh uyuşmaz duran karakterleriyle öne çıkıyor hemen yazar. Öte yandan bunların her kitapta okurun da katkısıyla, istenildiğinde roman olarak okunabilecek metinlere dönüştüğü öne sürülebilir pekâlâ. Önceki iki kitabında yer alan öyküleri de katıyorum bunlara. Ormanla, tepelerle, kadınlarla örülü öykülerin yansıttığı süreğenlikle, yazarın bizi bir roman evreni içinde gezindirdiği kestirilebilir kolayca. Bu çerçevede yakın zamanda yeni bir romancıyla tanışacağımızdan hiç kuşkum yok. Yalnız bir koşulum var Berna’ya. Öyküyü bırakmadan çıkmalı roman maratonuna… Öte yandan sessizlikleri, suskunlukları ustalıkla dağıtıp toplamada, bunu olayların dışında dile yaymada, kişilerin tutumlarıyla bunları yansıtmada ciddi hüner sergiliyor yazar. Dildeki egemenliği yanında ona yılan gibi dans ettirişi de dikkati çekiyor hemen. Bu arada yenileyerek yerleştirdiği, özenle bakımını yapıp önümüze getirdiği sözcükleriyle doğrusu insanın gönlünü okşuyor. Ayrıca farklı yapıda sözdizimleri kurarak da anlamsal açıdan yaygınlık, imgesel açıdan derinlik kazandırabiliyor anlatısına. Sözcüklere karşı duyarlılığını hemen her fırsatta göstermeye çabalayan yazar, bakın ne söyletiyor karakterine, bir öyküsünde: “Sözcükler kaybolunca düşünce de kalmıyordu yerinde. Her şey unutulunca da yaşamın değeri piç gibi kalıyordu ortada.” Bunu dillendiren öykü kişisi, “sözü boynuna urgan olmuş bir mecnun”dur zaten. Buna duyulan gereksinim bir an olsun bırakmaz bu nedenle insanı: “Pat pat yürüyordu sözcükler. Durursam beni ezip geçeceklerdi. Yürümeliydim onlarla birlikte. Yazmalıydım.” (Bir Fasit Daire, 67, 104) Latife Tekin’le Gabriel García Márquez’in de okumasını isterdim Berna Durmaz’ın özellikle son öyküler demetini… Henüz onu tanımamış tüm okurların, özellikle bu üçüncü öyküler demeti Bir Fasit Daire’yi okuması, yazarını tanıması gerekiyor… Hadi bakalım Berna, yenilerine, öykücülüğümüzü yenileyen yeni verimlere… n NOT: 2 Temmuz 1993 Sıvas kıyımı sonrasında, her yıl bu acıya özgüleyerek sürdürdüğüm yazılar arasında bu hafta Eren Aysan’ın henüz yayımlanmamış roman dosyası yer alıyordu. Ancak Eren’in Gece Uyurken başlıklı dosyasının daha sonra kitap halinde yayımlanacağını öğrenince yazıyı ötelemek gereği duydum, ama bu arada son on iki haftanın yazısını yayın yönetmenimize topluca teslim edip kendi dosyalarıma yoğunlaşmak üzere üç ay önce masamdan ayrıldığım için de yeni bir “Sıvas Acısı” yazısı kaleme alma fırsatı bulamadım. “Kitaplar Adası” okurlarının durumu anlayışla karşılayacağını umuyorum. 2 0 1 4 n S A Y F A 1 5 ÖYKÜCÜLERİMİZ ARASINDA19 Öyküde gizli bir yeraltı ırmağı... sakın, kıvrım kıvrım bukle yapılmış, biçimden biçime girdirilmiş halde, sonra müthiş ayrıntılandırma gücüyle gize, büyüye gömülerek, “Saç diyordunuz, alın işte!” denilip erkeklerin önüne fırlatılıyor olmasın… ÖYKÜSEL BİRİKİMDEN ANLATISAL DERİNLİKLERE… Başlangıcından günümüze kadın yazarların öykücülüğümüze kattığı değer, ivme bir biçimde biliniyor. Ne ki özellikle 1980 sonrasında kadın öykücüler kuşağı ile bu değerin, ivmenin adeta büyük bir patlamaya dönüştüğü de görülüyor. Bu sarsıcı gerçeğin öykücülüğümüzdeki atakla orantılı ciddi gelişim sergilediği saptayımı da eklenebilir bunun üzerine. Üstelik öyküde zaman zaman durağanlık yaşandığı söylenirken söz, kadın öykücülere geldiğinde, buna koşut onların da sönüş gösterdiği gibisinden yargıya katılmak da doğru görünmüyor pek. İşte 1980 sonrasında süreğen verimleriyle öne çıkan kadın yazarlarımızın var ettiği öykücüler kuşağı içinde özel olarak adını anacaklarımızdan biri de Berna Durmaz… Durmaz’ın daha öncelerde Can tarafından yayımlanan iki öykü kitabına yer açmıştım “Kitaplar Adası”nda: Tepedeki Kadın (2011), Bir Hal Var Sende (2012). Durmaz’ın yayıncısı Can, birer yıl aradan sonra üçüncü öyküler demetiyle de buluşturdu okuru: Bir Fasit Daire (2013). Şu son üç yıl boyunca her yılın payına birer öykü kitabı yayımlayabilmek az buz iş değil. Bu, yazarın kendisine duyduğu olağanüstü güvenin de simgesi kuşkusuz. Belki de Berna, dosyalarını çok önceleri hazırlamıştır da, iş yayımlamaya geldiğinde ardı ardına sıralayıvermiştir, bilemem… Ancak onun yirmi yıldır öyküye emek verenlerden biri olduğu unutulmamalı. Yazarın üç yıl arka arkaya üç öykü kitabı yayımlaması üzerine, bunların benzer benzemez yanlar barındırmayacağı savlanamasa bile burun kıvrılacak verimlilik olgusu değil yine de bu. Ama kemale ermiş bu verimlere baktığınızda, yazarının üç yılda üç öykü kitabı yayımlamak konusunda kendisini kasmaması gerektiği kanısına varıyorsunuz elinizde olmadan… İyi ki yayımlamış Berna bu öyküleri, böylece farklı bir yeraltı ırmağıyla tanışmış oluyoruz… Kaldı ki son öyküler toplamıyla kült bir anlatı yapısı da çıkarıyor yazar karşımıza. Pek çok yazarda savsaklandığına tanık olduğum derin mi derin, yoğun mu yoğun bir kavramsallaştırma tortusuyla da süreğen biçimde yüz yüze getiriliyoruz çünkü. Nitekim bu önemli anlatının temel kişisi görünen Cemafer’in şu sözlerinin okur belleğine çakılması da bu bağlama yorulabilir: “Ne yüzler ne insanlar gelir geçer de bir zulüm kalır yeryüzünde. Bir fasit dairedir zulüm, kuyruğunu yutmuş yılan… Döner döner tekrarlanır, döner döner tekrarlanır, döner…” (24) Bu nedenle doğrudan Bir Fasit Daire’ye yönelip metnin dolambaçlarına göz atarak anlatı yapısı üzerinde durmayı yeğliyorum ilkin. Ardı sıra da kimi satır başlarıyla 1 2 7 1 Berna’nın öykücülüğüne geçeceğim… “BİR FASİT DAİRE”… Berna Durmaz, bir “fasit daire” çevresinde dolandırıyor bizi, Cemafer’in ağzıyla. Bu kısır döngü bir “zulüm otomatiği” olarak algılanabilir herhalde. İnsanın insana reva gördüğü zulümler dizgesi; büyük balık küçük balığı yutar deyişinin de ötesinde… Öyküleri aracılığıyla Berna’nın, yalnız bu evrene yayılmış kişilerden yansıyan ekini tanımıyoruz, yanı sıra “insan” denen o bilinmez varlığın ta içlerine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu çerçevede dokunaklı gülücüklerle, B Berna Durmaz kıkırdamaya dönük ağlamaklıklarla okunuyor Bir Fasit Daire’deki öyküler. Bir yanının yaşanası sevinçlerle örülü, öte yanının ölümcül hüzünlerle içe gömüldüğü söylenebilir bunların. Bu anlatılarla öykü yazınımıza farklı, yeni bir soluk getiriyor yazar. Böyle olunca da alabildiğine yakıcı hale geliyor öyküler. Harika bir film de çıkabilir bundan. Zaten bir dizi bağlamlı öyküden oluşuyor Bir Fasit Daire. Bu doğrultuda, bir romanın, ayrıntıları eksiksiz tasarlanmış bir anlatının önünde durduğu apaçık görülebiliyor yazarın. Yine de ben, bunları büyük inceliklerle karılı birer öykü halinde okudum diyebilirim kendi payıma. Üstelik yanılıp yanılmadığımı anlamak için sıra atlayıp okuduğum oldu öyküleri. Hayır, öykü bunlar… Belli bir ekinin insanlarına yönelik etkileyici bir ritüel aynı zamanda. Ayrıca parmak ısırtacak ölçüde yerli yerine oturtulmuş konuşma örneklerine de rastlanıyor öykü kişileri arasında. Küçük bir kentin, daha doğrusu irice bir taşra kentinin bir kıyı mahallesi yerleşiği ya da azınlıkta kalmış göçeriyle farklı ya da aykırı, hatta kimilerine göre ermişi, divanesiyle bir küçük toplum. Eskiden “Çingene” dediğimiz, ama sanki, bir küfür sözcüğüymüş de yasaklanmışçasına “Roman”a çevirdiğimiz, farklı halkbilimsel değerleriyle sımsıcak insan güzelleri… Berna Durmaz, bu iki sözcüğü de kullanmıyor anlatısında. Salt bunlar da değil zaten, taşra perdelemesiyle bunlara eklenmiş ötekiler de var… Bu doğrultuda süreğenlik sergileyen evrenleri, kadın erkek, ergen, çocuk toplumu 2 6 H A Z İ R A N C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle