19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

“tali hasara”, hatta haine dönüştürmesi olarak ödemek zorunda kalırlar. Gerçeklik geriye doğru yeniden yazılır, paranoyanın hastalıklı bakışlarının altında (s. 2555). Kimileriyse yitirilene ilişkin açıklamaları, rahatlatıcı tanımlamaları kabul etmedi. Yitirilenin yokluğunun, yaşamlarının, siyasetten aşka kadar tüm alanlarında her dakika, havayla temas halindeki bir sinir ucunun kesintisiz tedirginliği gibi kendini hissettiren ağrısını taşıdılar. Etraflarındaki insanların, vakitlere geri dönenlerin konuşmalarını gittikçe daha iyi anlıyor olmanın (“Kâbus”: s. 14243) onlara hiç ayırdında olmadan katılmaya başlamanın, dönüşerek, bedenlere, dile hapsolmanın korkusuyla yaşamaya devam ettiler. Bu korku, onları “mutluluk arama kervanına” katılmaktan korudu. “Hakikat”lerine sadık kaldılar, ağrılarını kaybetmediler. Hâlâ aramaya devam ediyorlar. “Yitik Zaman Satıcısı” bu insanların travmalarına, bu travmayı ruhsal dünyalarında, aşklarında, siyasi pratiklerinde işleme, çözümleme, normalleştirme çabalarına ilişkin. Bazen “Batık bir aşka geri dönmek gerekir” gerçekten battığına inanabilmek, zaman blokunun artık gerçekten geride kaldığını kabullenebilmek için. Ama ortaya çıkmamış, ama çıkabilecekti diye düşünülebilecek olasılıkları, alınmamış ama alınabilecekti diye düşünülebilecek kararları, söylenmemiş ama söylenebilirdi diye düşünülebilecek sözleri, düşünmeye devam etmek hem bir travmanın ürünüdür hem de, olmayanı özlemenin sonucu yaşamaya devam eden onulmaz bir melankolinin kaynağı. Bu yüzden bu öyküler, normalleştirmeye çalışırken yaşanan tekrarlara, kaygılara, kuşkulara, “yitik zamanın” kimi anlarına “geri dönüşlere”, aslında melankolisine, yeni zamanı, yeni tarihi bulmadan önceki gerginliklere ilişkin anahtar delikleridir diye düşünüyorum. “Gezi”den, skandallardan, siyasal İslam’ın, liberalizmin, diğer bir deyişle “kurtuluşu” bu dünyanın ötesine erteleyenlerle, “kurtuluşu” boş ver, bugün burada haz almaya bak diyenlerin, ikisini birbirine karıştıran bir şizofreninin elinde ironik biçimde iflas ettiği bir dönemde, “bir zaman blokunun” bitme olasılığı” doğarken, belki de “yeni bir zaman” geçmeye hazırlanırken... herkesin anahtarının kendi boynunda asılı olduğunu unutmadan... Sanat yapıtı, herhangi bir estetik nesneden farklı olarak, okuyucuda, izleyicide iz bırakır, onu değiştirir yeni bir özne yapar. Bunlar böyle öyküler. Yeni bir öznenin tarih sahnesine çıkmaya başladığı bir dönemde, belki de bu zamana, ilk yayımlandıkları zamandan daha uygunlar. Bu öyküler, yeni zamanda, “Gezi Olayı’nın” zamanında, benim de ait olduğum kuşağın insanlarının 1970’ler öncesiyle sonrası arasındaki “yitik zamanı”, yitirdiklerini, tanımlayarak nihayet gömmelerine, melankoliyi aşmalarına katkıları olabilir mi bilemiyorum. Yine de, bu öykülerin, kaybedileni aramaya devam edenleri, tanımlamaya çabalayanlara, anlamak isteyenlere yardımcı olacağını düşünüyorum. n Yitik Zaman Satıcısı/ Yurdaer Erkoca/ Kalkedon Yayıncılık/ 128 s. C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I Filiz Özdem’in yayıma hazırladığı bir yaşanmışlıklar toplamı “Altın Ülke: Çocukluk” Filiz Özdem’in kitabı, 1980 öncesi yıllarda çocukluğunu geçiren, 80’den sonra ise yazın yaşamının bir parçası haline gelen kalem insanlarına çocukluk günlerini tekrardan yaşatıyor. r Banu AKTAN 980, birçok zihinde hâlâ travma. Nedeni de belli: Büyük kopuş. Yasalardan, siyasetten, eğlenceden, kültürden, insandan... kısacası yaşamdan, yaşamın ta kendinden koparıldı insanlar 1980’de yapılan darbeyle. Normalleşme süreci ise aradan geçen otuzdan fazla yıla rağmen tamamlanabilmiş değil. Darbenin yaşattığı büyük depremin sarsıntıları bir kuşağı sildi, ardından gelenlere de artçılarını bıraktı. Bununla birlikte darbe, her anlamıyla, belki de büyüyerek, yaşamımızda yer etmeye devam ediyor. Darbeden öncesi ise siyasi anlamda çok tartışılsa da yaşayış ve insani değerler anlamında aynı kertede masaya yatırılmadı. “Nerede o eski günler?” derler ya. İşte bu cümle siyasi günlerin özlemi içinde söylenmez genelde. Yaşamın, arkadaşlığın, komşuluğun, kısacası insanlığın özlemi bu naif soru cümlesiyle akla getirilmek istenen. Bunu bir de çocukluğunu, ilkgençlik yıllarını 80’lerden öncesinde geçirip de bu tarihten sonra kendini yazıya, edebiyata verenlere sorsak, nasıl bir yanıt alırız peki, hiç düşündünüz mü? O günlerden öncesinin güzelliğini, üstelik insan yaşamının en güzel günlerini, çocukluğunu 80 öncesinde yaşayanlara... Filiz Özdem’in yayıma hazırladığı ve kendisinin de çocukluk günlerini anlattığı yazıyla katkıda bulunduğu kitabı “Altın Ülke: Çocukluk”, az önce de bahsedilen türden günleri anlatıyor. 80 öncesi yıllarda çocukluğunu geçiren, 80’den sonrasında ise yazın yaşamının bir parçası haline gelen kalem insanlarına anlattırıyor bugünleri Özdem ve “Nerede o eski günler?” sorusunun yanıtını aramaya çalışıyor. Anlatılanları, basit çocukluk anıları Filiz Özdem 1 olarak görmemek gerek çünkü çocukluk sanılandan çok daha fazla insanın tüm yaşamı boyunca içinde yer etmeyi sürdürüyor. Söz konusu kalem insanları olduğunda ise bu durum patolojik bir hal bile alabiliyor. Kitapta, çocukluk günlerini bize açan isimler şunlar: Ayşegül Çelik, Berat Alanyalı, Doğan Yarıcı, “Emine” Sevgi Özdamar, Faruk Duman, Filiz Özdem, Gürsel Korat, Güven Turan, Haydar Ergülen, İnan Çetin, Mine Söğüt, Murat Yalçın, Nursel Duruel, Semra Topal ve Yekta Kopan... Bu isimlerin en önemli özelliği, doğum tarihlerinin az önce de bahsedildiği gibi 1980 öncesi olması. Buna paralel, geniş bir çerçeve sunuyor bize yazarlar. 1940’dan 1970’e uzanan, otuz yıllık kapsayıcı bir süreç burada söz konusu olan. Bağlı olarak da bu tarihler arasındaki yaşamlardan ve yaşayışlardan beslenme, o günleri tekrardan anımsama fırsatı sunuyor. Diğer taraf yani yazarlar açısından olaya baktığımızda ise özlemlerin ne kadar ön planda olduğunu görüyoruz. “Altın Ülke: Çocukluk” kitabının, bir özlemler kitabı olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Geçmiş, güzel günlerle birlikte, şehirler de birer birer resmi geçidini sergiliyor kitap boyunca. Bu bağlamda geniş bir Türkiye panoramasının çıktığını söyleyebiliriz. Taşradan kente, perspektifi alabildiğine canlı bir resim bu. Mesela Ayşegül Çelik Ankara’da, kenti bir çocukluğu anlatıyor; Haydar Ergülen, Eskişehir günlerinin büyüsünde; İnan Çetin, Tunceli’de dağlarla çevrili bir köy yaşamından bahsediyor; Doğan Yarıcı ise İstanbul’un Paşabahçesi’ndeki çokkültürlü ma halle yaşamından... Şehirler düzleminde kitaba en önemli katkıyı yapan ise Faruk Duman. Demiryolları’nda çalışan memur babasının peşinde Kars, Balıkesir, İzmir ve Ankara’yı anıyor cümlelerinde. Filiz Özdem’in, kitaba önsöz niyetine kaleme aldığı yazıda da belirttiği gibi insanlar, “çocukluğun görünmeyen bavuluyla” dolaşırlar yaşamları boyunca. Söz konusu kalem insanları olunca genelde çocukluklarıyla hesaplaştıkları bir yazı dönemi geçirirler. Aynı zamanda bunun da tanıklığını sağlıyor kitap. Şiirlerinden, öykülerinden, romanlarından tanıdığımız yazarların çocukluklarıyla tanışmamızın yanında, yapıtlarında bu çocukluğun izlerini yakalama imkânı yakalıyoruz. Mesela Mine Söğüt’ün romanlarına da yansıyan çocukluk korkuları, Faruk Duman’ın doğayla iç içe geçmiş çocukluğu ve bunun şimdilerde romanlarına, öykülerine yansıması... Diğer yazarlar mı? Onlar için de kitabın sayfalarını karıştırmak gerekecek. n Altın Ülke: Çocukluk/ Kolektif/ Yayıma Hazırlayan: Filiz Özdem/ Yapı Kredi Yayınları/ 276 s. Güven Turan İnan Çetin Mine Söğüt Murat Yalçın Yekta Kopan 1258 2 7 M A R T 2 0 1 4 n S A Y F A 1 1
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle