Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Yurdaer Erkoca’nın öyküleri “Yitik Zaman Satıcısı” Yurdaer Erkoca’nın “Yitik Zaman Satıcısı” başlıklı kitaptaki öyküleri, “kötü sonsuzun” içinde yazıldı, “yitik” zamanın bittiği yeni bir zaman blokunun başladığı yıllarda yayımlandı. r Ergin YILDIZOĞLU B u yazıya bir dostun 20 yıl sonra ikinci baskısını yapan kitabı için tanıtım yazısı yazmak niyetiyle başladım. Okudukça, yazdıkça, ortaya çıkan “şey” aldı başını gitti… ITarih düz bir çizgi gibi birbirini izleyen homojen anlarla ilerlemiyor. Tarih sert kopuşlarla birbirinden ayrılan zaman bloklarından oluşuyor. Bir blok bir noktada yıkılıyor, onu tanımlayan iç bağlantıları kopuyor, patlayarak dışa doğru, çökerek içe doğru bitiyor. Bu kopuş, zamanın düzenini bozuyor. Zamanın düzeni bozulunca içeriye Janus başlı “sonsuzluk” girer. Bir yüzünde, yepyeni olasılıkları getiren, “her şey yeniden yapılabilir” vaadiyle umut, “iyi sonsuz”. Öbür yüzünde de her değişikliğin “her şeyi” yeniden ürettiği, biteviye tekrarın, aynı noktaya dönüşün “kötü sonsuzu”. Birincisi, öznenin varlığına dayanır, ikincisi ise yokluğuna. Sonra yeni bir zaman bloku başlar, zamanın düzeni yeniden geri gelir ya yepyeni bir zaman ve dünya olarak ya da... Bizimki eskinin, bazı farklarla amakötü bir versiyonu olarak başladı. 1960’larda başlayan “zaman bloku” 1980’lerin ilk yıllarında, bitti. Onu izleyen yılları yeni bir blok olarak tanımlamak zor. Bunlar, bitenin kimi parçalarının merkezkaç bir güçle savrulmaya, kimi parçalarının içeri doğru bir kara delik oluştururcasına çökmeye devam ettiği yıllardı. Kısacası on yıllık bir “kötü sonsuz”! Yeni bir “zaman bloku”nun başlayabilmesi için 1989 Bahar EylemleriZonguldak Grevi, 1991’de ilk kez Kürt S A Y F A 1 0 n 2 7 temsilcilerin kendi kimlikleriyle meclise girmesi, Demirel’in Diyarbakır’da “Kürt realitesini tanıyoruz” ifadeleri, sosyalist solun “Kuruçeşme toplantıları” gibi gelişmelerin oluşturduğu zaman dilimini beklemek gerekecekti. Kısacası 1980’leri; 12 Eylül öncesini, sonrasından ayıran “kötü sonsuzun” yıllarını. Bir boşluk, zamanın topoğrafyasında açılan bir abis, sosyalistler, hatta halkçı akımlar açısından bir ilerleme kaydedilemeyen “yitik bir zaman” olarak tanımlamak olanaklı. Yurdaer Erkoca’nın “Yitik Zaman Satıcısı” başlıklı kitaptaki öyküleri, “kötü sonsuzun” içinde yazıldı, “yitik” zamanın bittiği yeni bir zaman blokunun başladığı yıllarda yayımlandı. Ben ilk kez o zaman okudum. O öyküleri birlikte tartıştık; daha çok teknik özellikler üzerinde durduğumuzu anımsıyorum. Hatta içlerinden birinin, olumlu bir tonla, biraz da gereken cesareti gösteremeyen bir iyimserlikle bittiğini, kitabın ruhuna pek uymadığını da konuşmuştuk. Şimdi, o öyküleri o zaman iyi değerlendiremediğimi düşünüyorum. Belki henüz “yitik zaman” çok tazeydi, belki ben gereken duyarlılıklara, düşünsel araçlara sahip değildim. Belki de benim için “kötü sonsuz” henüz bitmemişti... Öyküler asla bir düzene kavuşamayan kitaplığımın dehlizlerinde kaybolup gittiler, unutuldular. IIYurdaer’in bu öykülerini yirmi yıl sonra yeniden okuyunca, öykülerin konularını, karakterlerini, sonlarını hâlâ anımsadığım gördüm. Diğer taraftan beni ilk kez okuyormuşum gibi etkilediler. Çok şaşırdım. Okudukça çoktan, terk ettiğim hatta unuttuğum bir “yere” geri dönmekte olduğumu gördüm. “Geçmiş başka bir ülkedir. 2 0 1 4 Orada yaşamıyoruz” gibisinden bir deyim anımsıyorum. Orada yaşamıyoruz doğru ama kimi zaman bir metin bir “zaman makinesi” işlevi görebiliyor. Bu öyküler de öyle oldu benim için. Bu bir “nostos algos”, kederli dönüştü. Yeni bir algı düzeyine, duyarlılıklara işaret ediyordu ama hem bu yeni algı düzeyi 70’ler sonrasında şekillenmiş bir şeye aitti hem de aynı zamanda içi boş ama derin bir “yitirmişlik” duygusuyla birlikte geri geliyordu şimdi, burada bir gerçeklik kazanıyordu. Aynı negatiften basılmasına karşın bu kez, bu öykülerin kimyasal banyosundan farklı bir resim vererek çıkan bir fotoğraf kâğıdı (s.17) gibiydi bu “yenieski” duyarlılık. İster istemez aklıma, irade dışı oluşan anıların, bir uyarıcıyla geri gelerek gerçeklik kazanmasıyla ilişkili travma ve neyi kaybettiğini dahi bilmeden yaşanan “yitirmişlik” duygularıyla ilgili melankoli kavramları takıldı! Önce hangisi başlamıştı, 12 Eylül öncesini, sonrasından ayıran karanlık abis açıldıktan sonra ayaklarımızın altında, bir kuşağın ayaklarının altında? 12 Eylül darbesi, o kadar şiddetli, fiziki yenilgi o kadar kesindi ki, sol entelijensiyanın bir kısmının “barikatın” öbür tarafına, liberalizmepostmodernizme atlayışı o kadar hızlıydı ki, kültür endüstrisinin her şeyi metalaştırma telaşı, simgesel şiddeti o kadar acımasızdı ki 1970’lerin anlamlar zinciri hoyratça kırıldı. Anlamlar zinciri kırılınca, paranoya ve şizofreni kaçınılmaz olur. Her şeyin belli olduğu bir dünya yerini hiçbir şeyin belli olmadığı, şüphenin zaaftan, erdeme dönüştüğü, sadakatin yerini “cool” ironinin aldığı bir dünyaya bırakıyordu. Kapitalizm ve devlet terörüyse tek değişmeyen değişkendi. Geçmiş hızla bugünü tehdit eden bir canavara dönüştü kimileri için. Kimileri, büyük ama maddi zeminden yoksun bir iyimserlikle, birbirini dışlayan dünyaları aynı anda “yaşamaya” başladı. Bu sırada, bir anlamsızlıklar, kargaşa, yığını bir kuşağı “Dünyanın Gecesi”ne taşıdı. Kimilerimiz bu karanlık abisin içine bakmayı seçtik, “Dünyanın Gecesinden“, eski anlamları elden geçirerek, yenilerini bularak gerektiğinde inşa ederek geri dönmek için. Bulamadık, sarsıldık. Öyleyse ilk önce travma geldi. Bu karanlık abis, bir “yokluğa” ilişkindi, bir şeyin kaybolduğunu söylüyordu. Bu ses acı veriyordu. Peki ama kaybolan şey neydi? Kimilerimiz abisin içine bakmamayı seçti. Adeta “ Rendevu” öyküsündeki karakterin sözlerini ödünç alırsak, “kendilerini geçmişin, karar vermelerine gerek bırakmadan aniden ortadan kalkmış olmasının sinsi rahatlığına bıraktılar” (s. 13). Artık “yalnızca bedenler ve dil vardı”, bu bedenin arzularının basıncıyla “yaşama hırçınca saldırmaya başladıklarında”, karşılarına çıkacak “hakikat” artık, duruşa göre perspektiflerden başka bir şey değildi; yalan olduğunu unutmuş bir mit.... “Hakikat” perspektife tahvil edilince, ahlak “da rahatsızlıklar için alınan haplara” (s.15) dönüşüyordu. Çok fazla kullanıldığında “duygu kabızlığı” yapan, bedeni kısırlaştıran, “bedenler ve dil” dünyasını zehirleyen bir hap... Hakikate ilişkin kimi soruları, çeşitli fantezilerle (kendini bul, ayrıcalıklısın, içindeki gerçek sen, mutluluk vb. Daha “siyasi” olanlar için, birey, demokrasi, küreselleşme hatta ılımlı İslam) kapatılmaya çalışılan simgesel evrene arka kapıdan sokmaya başlayan, tehlikeli bir hap... Bu “iyimser” insanlar, kültür endüstrisinin sunduğu, daha doğrusu, beyinlerin içine çivi gibi çaktığı simgelerden edindiği kanaatlere dayanarak neyin kayıp olduğunu bildiklerine inandılar; bu kanaatlerin rahatlığına yerleşebileceklerine sandılar. Bir zaman blokunun bittiğine, yenisinin hemen başladığına inanmayı seçtiler; bitenin cenazesini kaldırıp, yasını tutup, “vakitlere” geri döndüler. III“Çiğdem altı ay önce ölmüştü” (s. 16) Ya Ölmediyse! Geçmişin kimi “değerli” parçalarının, kaybedilen şeyi, cenazesi kaldırdıktan sonra yadsıyarak, “vakitlere geri dönerken” yaşanacak ağrılara katlanmaya olanak veren bir “destekleyici fantezi”ye dönüştürülmesi de seçeneklerden biriydi, çok büyük bir ustalıkla, hadi hakkını verelim incelikle kullanılan. Çiğdem’in hem ölmüş olduğu dünyada hem de ölmemiş olduğu dünyada, iki farklı gerçeklikte aynı anda “yaşamaya” devam etmek olanaklı değildir. Bu çelişki Düşünme Bürolarına kapanarak (s. 59) da yönetilemez. İki farklı gerçeklik iki sese dönüşür, iki ses de kaçınılmaz olarak şizofreniye... Evet, anlamlar zinciri kırılınca, paranoya ve şizofreni kaçınılmaz olur. Ama daha fazlası da var: Neden sonuç ilişkisi kopar, hatta tersine döner, rastlantı otonomi kazanarak anlamları belirlemeye başlar. Bazen insanlar, yanlış zamanda yanlış yerde olmanın fiyatını yaşamın aniden “Jacobean” bir trajediye, rastlantıyı dehşetle izleyen yuvarlak gözleri kapandıktan sonra özenle inşa ettiğine inandığı kimliğinin, “kahramandan” K İ T A P S A Y I 1258 M A R T C U M H U R İ Y E T