25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

“Foto Muhabiri Ara Güler’in Hayat Hikâyesi” ‘Bütün patronları dövmek lâzım’ Nezih Tavlaş’ın büyük emekle hazırladığı, “Foto Muhabiri Ara Güler’in Hayat Hikâyesi” adlı kitap raflarda. Türkiye’nin ve dünyanın seksen yıllık tarihine tanıklık niteliği de taşıyan kitapta Tavlaş okurları savaşlar, darbeler, medeniyetler ve faciaların ensesinden düşmemiş Ara Güler’le bir yolculuğa çıkarıyor. Ülkelerinin ve dünyanın kaderine pek çok alanda damga vuran insanları konuşturan ve fotoğraflayan Güler’in karşılaştığı inanılmaz öyküleri de akıcı bir üslupla sunuyor. Ustanın tanık olduğu olayları kronolojik bir sırayla anlatan kitabın sonunda Güler’le yapılan bir söyleşi ve aile albümünden fotoğraflar da yer alıyor. Beyoğlu’ndaki mekânında buluştuğumuzda bizi her zamanki dobra dili ve sıcak tavrıyla karşılayan Güler’le sadece foto muhabirliğini değil, röportajlarını ve o yolda başına gelen ilginç anıları da konuştuk. Ustayla “Foto Muhabiri Ara Güler: Ara Güler’in Hayat Hikâyesi” isimli kitabı üzerine söyleştik. r Gamze AKDEMİR ezih Tavlaş yıllara yayılan çalışması yetkin bir yol hikâyesi niteliği de taşıyor değil mi? Evet ve benim hayatımı anlatmak kolay iş değil. Nezih Tavlaş, çok iyi çalışan, dokümantasyon toplamasını iyi bilen ve onu derleyip gelecek asrın dokümantasyonu olarak bırakabilen ender yazarlardan biri. Yirmi sekiz defa röportaj yaptı benimle. Sonra arşivlerde helak oldu. Neden? Benim bütün hayatımı toplamak için. İşin ciddiyetini gayet iyi anlamış. Bu, bir yakın tarih kitabı aynı zamanda. Bir tane daha çıkacak, asistanım hazırlıyor. O daha derinlere, başka ayrıntılara gidecek. Bu, ana çalışma oldu. Ağzında gümüş kaşıkla doğmuş, köklü ailelere sahip, hali vakti gayet yerinde S A Y F A 1 4 n 2 7 Fotoğraflar: Vedat ARIK yatroda yer göstericilik de yaptım, her yerinde çalıştım. Tennessee Williams gelmişti, röportaj yaptım, “Nasıl başladın tiyatroya?” diye sordum. Dedi ki “Tiyatroya başlanmaz, tiyatrocu olunur.” Bu benim kulağımdan hiç gitmedi. O zaman sadece tiyatro vardı benim hayatımda. Rejisör olmak vardı. O dünyayı hazırlayan olmakla ilgili olduğunuzu ifade ediyorsunuz kitapta da. Evet. Fotoğrafta da öyle hareket ederim. O heyecanı duymam lazım, o atmosferi anlamam, tanımam lazım. “İLK ÇEKTİĞİM FOTOĞRAF ATATÜRK HEYKELİNİ KIRAN TİCANİLERDİ” Röportaj yaptığınız isimlerle görüşmek çok az fotomuhabirine nasip olmuştur. Görüşmek ne, 100 metre yanına yaklaşamazsın heriflere. Acayiptir yani. Referanslarım çok iyiydi, birbirinden meşhur fotoğraflar çekmiştim. O sayede görüşebildim. Bir de vazgeçmem, uğraşırım. Basında ilk çektiğiniz fotoğraflar hangisiydi? Ticaniler vardı, bir tarikat. Atatürk’ün Gümüşsuyu’ndaki heykelini kırmışlardı. Onu çektim. İlk odur. Yeni İstanbul gazetesinde muhabirken gitmediğiniz iş yok. Yazıişleri ne varsa yollardı beni. Sergilere gittim, maçlara gittim. Adam kesmişler gittim. Protestolara gittim. Hareket ve hız vardı. Üstesinden de gayet iyi geliyordunuz. Geliyordum çünkü acemilik denen şey bende hiç olmadı. Çünkü o güne kadar hep yazmıştım ama durmuyordum yine okuyordum. Camera ve Leica Photography dergilerini hiç kaçırmazdım. “DÜNYANIN EN BÜYÜK GAZETELERİNE ÇALIŞTIM” Bir de “Ne kadar enayi röportaj varsa yapmışımdır” ifadeniz var. Enayi tabii. Ne röportajlar yaptırdılar bana. Yok bilmem ne “Mutlu Evlilikler”, efendim “Futbolcu Metin’in Hayatı” falan. Bana ne ulan. En evvela geldim Yeni İstanbul, sonra yedeksubaylık sonra kısa süre Hürriyet ve sonra da Hayat mecmuasına girdim. Sonra Hayat mecmuasındaki Hilmi Şahin beyefendi patronu dövdü, kafasına rolleiflex fırlattı. İyi de etti! Türkiye’deki bütün patronları dövmek lazım! (Gülüyoruz.) Ben de Şevket Rado’yu dövdüm ta Vilayet’e kadar evire çevire. Kimse de tutmuyor, o kadar sevmiyorlar herifi, milletin de canına minnetti yani. Kitapta vardır. Çok sonradan barıştık ama kerhen işte. Ben çıktım Hayat’tan. Ama ben zaten o ara Paris Match’ın muhabiriyim. Stern, Time Life, Sunday Times’a da çekiyorum. Dünyanın en büyük gazetelerine, efsanelerine çalışıyorum. Hayat mecmuası ya da Hürriyet olsa kaç yazar yani. Gerçi onlara sorsan kendilerini dünyanın hâkimi sanırlardı. “RÖPORTAJLARIMDA ARKADAŞ OLMAMIŞSAK ÇEKMEM” Fotoğraflarınızın başarısında çektiğiniz kişileri ve yerleri iyi tanımanızın etkisi büyük kuşkusuz. Öyle, röportajlarımda arkadaş olamamışsam çekmem. Picasso’nun resK İ T A P S A Y I 1293 bir anne babanın oğlusunuz. Şımarık ya da züppe olmadınız. Emekçi yaşam sürdünüz. Olmadım tabii. Ne olacağım. İllet olurum züppelere. “HAYATIM OKUMAKLA GEÇTİ” Oysa çok kolay bunun tam tersi de olabilirdi, öyle olanaklara sahiptiniz. Tabii, şimdi Büyükada’da oturuyorsun, Suadiye’de oturuyorsun görüyorsun hepsi zengin piçleri. Derinlikleri olmayan tipler. Acayip, manâsız bir dünya. Adam yerine bile koymadım hiçbirini. Bir de solcu takımdandım ben. Sonra hayatım okumakla geçti. Tam bir tutku olmuş okumak. Tabii ya, kaç kamyon kitap okudum. Klasikleri ezbere bilirdim ve lisede talebeydim daha. O zaman Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel dünya klasiklerini tercüme ettirmişti. Çoğunu okudum. Doğu edebiyatından birtakım kitapları okumamışımdır. Ama sadece Batı edebiyatını değil felsefesini de okudum. Ben çok roman okumam. Ben bana bir şey öğretecek kitabı okurum. Öyküler yazmaya yine çok genç yaşlarda başlamışsınız ama. 1946’da Mahkum’u yazdım; haber, Akşam Postası’nda yayımladılar. İçinde olmadığım bir dünyayı yazmak istedim. Öyle başladım. Millet o yaşlarda sevgilisini yazar, ben dünyaya bakardım. Akgün) katıldınız yarışmaya. Ermeniyim diye yaptım onu. Kazandıktan sonra açıkladım adımı. Öykülere devam ettiniz sonrasında da: “Karganın Dönüşü”, “Levrekler”, “Tepeden İnen Adam”, “Köpükteki Sinekler”, “Bir Tuhaf Vuruşlar”... San ve Surp Pırgiç dergilerine yolladım. Ermenice de yazdım, Carakayt’da yayımlandı. Gene yazıyorum. Yazmaktan vazgeçemem. “SAHNENİN ARKASI DOĞRUSUDUR TİYATRODA” Oyun yazmakla kalmıyor sahneliyorsunuz da. Sanat birbirinin içinde. Mesela bir müzik edebiyattan ayrı olamaz. Hepsi sanat, bütün. O zamanlar benim mektebin, Pangaltı Lisesi’nden Yetişenler Derneği’nin profesyonel tiyatro büyüklüğünde bir tiyatrosu vardı. Eugene O’Neill’ın bazı piyeslerini sahneye koydum orada, rejisörlüğünü yaptım. Babamın da arkadaşı olan Muhsin Ertuğrul tiyatro kursları açmıştı, oraya gittim. Mücap Ofluoğlu ve Gülriz Sururi’yle okuduk. O zaman dünyadan çok güzel piyesler oynardı, umumiyetle de Shakespeare piyesleri. Hepsini izledim. Ama sahnenin arkasından izledim. Çünkü sahnenin arkası doğrusudur tiyatroda. Amacınız aktör olmak falan değil. Değil, rejisör olmak. Kaldı ki ti N “DOKUZ PİYES YAZDIM, BİRİ HARİÇ HEPSİNİ ATTIM” Yirmi yaşındayken Bir Garip Yılbaşı Gecesi adlı tek perdelik bir oyun yazıyorsunuz. Dokuz taneden kalandır o. Öbürleri bir şeye benzemiyordu, çok amatördü, attım gitti. Amatör hislerini profesyonel gibi ortaya atmayacaksın. Ayıp olur sanata. 1950’de “Dünya Edebiyatı” yarışması oldu. Bunu Yeni İstanbul gazetesi ile New York Herald Tribune gazetesi düzenledi. Oraya yolladım hikâyemi ve üçüncü oldum. Türkiye’den Samim Kocagöz birinci, Necdet Öktem ikinci oldu, üçüncü de ben Söyleşiyi birlikte yapmayı teklif ettiğimiz Nezih Tavlaş oldum. ısrarla geri planda kalmak istediğini ve sözün ustaya ait Takma bir isimle (Ali İhsan olduğunu söyledi. K A S I M 2 0 1 4 C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle