Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Y eçenlerde Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri törenle sahiplerine verildi. Ödüllerden birine de müzik alanında Ahmet Kaya’nın değer görülmesi, artık hayatta olmayan sanatçıya devlet adına bir “iadei itibar” anlamını taşıyordu. Ahmet Kaya, kuşkusuz, halkın gözünde saygınlığını hiçbir zaman yitirmiş değildi. Devletin yıllardır Kürt kültürü konusundaki uygulamaları, bu ödülü Kaya’ya vermekle belki de devletin kendi saygınlığını geri almaya çalıştığını akla getiriyordu. Devletin en yüce katının bu Büyük Ödülleriyle ilgili haberlerde, Kaya’nın eşi Gülten Kaya’nın sözlerinin manşetlere taşınması da doğaldı belki; ama bu arada, ödüllerden birinin de İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi alanında verilmiş olmasını kimseler garipsemedi. Ben önceki yıllarda böyle bir ödül verildiğini anımsamıyorum… DEVLET SANATÇISI Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülleri deyince, şu Devlet Sanatçısı unvanı geliyor aklıma. Bilmem anımsar mısınız, ilk Devlet Sanatçısı unvanları, 12 Mart 1971 askeri darbesinden üç gün sonra, 15 Mart 1971’de verilmişti. O günlerde devletin başında da Cevdet Sunay bulunuyordu. Devletin yazarları, sanatçıları “onurlandırması”na yalnızca bizde değil, pek çok ülkede rastlıyoruz. Ama bence bir müzisyenin, bir bestecinin, bir ressamın, bir yazarın izleyenlerinin yüreğinde onurlandırılması onlar için yeterli olmalı kanısındayım. Yanlış anlaşılmasın. Bu ödülleri ve unvanları kabul edenleri eleştirmek değil amacım. Ama bu tür resmî ödülleri düşündüğümde, ister istemez, 1964 yılında JeanPaul Sartre’ın Nobel Edebiyat Ödülü’nü geri çevirişi geliyor aklıma. Bir yazarın resmî payeleri kabul etmemesi gerektiğini söylemişti Sartre. Bir yazarın bağımsızlığı, adının bir kurumla anılmamasını gerektiriyordu. Sartre, “Nobel Edebiyat Ödülü sahibi JeanPaul Sartre” olarak değil, “yazar JeanPaul Sartre” olarak anılmak istiyordu… “DÜNYA ÂLEM NE DER!” Guillaume Apollinaire’in “Genç Bir Don Juan’ın Maceraları” adlı kitabı hakkında mahkemenin verdiği karar da, karardan önce yargıcın söyledikleri de çok düşündürücüydü. Son günlerde, savcılarca açılan yolsuzluk soruşturmalarının iktidarın açıktan açığa müdahaleleriyle karşılaşması, adalet düzeneğinin şu yaşadığımız ülkede ne duruma getirildiğini apaçık S A Y F A 6 n 2 O C A K eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER celaluster@cumhuriyet.com.tr Ahlak, devlet, sanat... G gözler önüne seriyor. Apollinaire’in “müstehcenlik” suçlamasıyla yargılanan yapıtıyla ilgili olarak verilen “cezanın ertelenmesi” kararı da, bu iktidarın yasalarda yaptığı bir değişikliğin sonucu. Kitabı yayımlayan yayınevi, belirli bir süre içinde benzer bir “suç” daha işlerse, “Genç Don Juan”la ilgili ertelenmiş ceza da yeniden gündeme gelecek, yürürlüğe girecek. Yargıcın son duruşmadaki sözleri ise belki karardan da çarpıcı. İlkin, “Şimdi biz bu kitabı müstehcenlikten mahkum edersek dünya âlem ne der!” diyor yargıç. Sonra da, çaresizliğini dile getirerek, elinin kolunun yasalarla bağlı olduğunu; aklama kararı verecek olursa, ceza verilmesini isteyen Yargıtay’ın bu kararı da bozacağını söylüyor. DEMOKLES’İN KILICI… Sonuç olarak, kitabın yayıncısı ve çevirmeni belki hapis cezası almaktan kurtuldu, ama Apollinaire 21. yüzyıl Türkiye’sinde aklanmış olmadı. Başının üzerinde bir Demokles’in Kılıcı, bir başka yazarın kitabının “müstehcenlik”ten yargılanıp ceza almasını bekliyor!.. Demokles’in Kılıcı deyince Adalet’in Kılıcı geliyor aklıma. Adalet ve düzen tanrıçası Themis heykelinin bir elinde bir terazi, bir elinde de bir kılıç yok mudur… “Terazi”, adaletin dengeli bir biçimde, ölçülüp biçilerek dağıtılmasını; “kılıç” adaletin caydırıcılığı ve gücünü; Themis tanrıçanın gözlerinin bağlı olması yansızlığını; “kızoğlankız” olması da bağımsızlığını simgeler benim bildiğim. Bence ülkemiz için yeni bir Themis heykeli yapılmalı. İki elinde birer kılıç, gözleri açık, terazi ise ayaklarının dibinde. “Peki, ya kızoğlankızlığı?” mı diyorsunuz… AHLAK YARGILAMASI Bakıyorum da, “müstehcenlik”ten yargılanmış, yasaklanmış yapıtların tarihi, edebiyat tarihi içinde çok geniş bir yer tutabilecek gibi görünüyor. Flaubert’in “Madame Bovary”sinden, D. H. Lawrence’ın “Lady Chatterley’nin Sevgilisi”nden, aslında çok daha eskilerden günümüze uzanan böylesi bir tarih kitabı, sanat ve edebiyatı salt ahlak üzerinden yargılamaya kalkışanların düşünüş biçimlerini ne güzel ortaya koyardı. SANATIN İŞLEVİ Geçenlerde, gazetemizin Kültür sayfasında Aslı Uluşahin’in yaptığı söyleşide, günümüzün bağımsız tiyatro topluluklarından DOT’un kurucularından Murat Daltaban, ahlak üzerinden sanat yapılamayacağını, gerçekte sanatın işlevlerinden birinin de ahlakı sorgulamak olduğunu söylüyordu. Daltaban’ın, Kültür Bakanlığı’nın özel tiyatrolara destek konusunda getirdiği “ahlak” ölçütüyle ilgili olarak söylediği bu sözler, kuşkusuz, bugün tüm bir özgür sanatın karşısına ve tepesine dikilen “modern” muhafazakârlığa söylenmiş sayılmalı. ALTÜST EDEN BİR YAYINEVİ… Çok değil, kısa bir süre öncesine kadar bir AltÜst Yayınları vardı. Yanılıyorsam bağışlayın, ama son yıllarda yayın yapmıyor sanırım. Kanımca, son dönemde yayın dünyamızın en önemli yayınevlerinden biriydi AltÜst. Edebi yatımız ve dilimizin yerüstünden çok yeraltını yeğleyen, kimliğini yaşamın ve dilin belden aşağı bölgelerinde gizlenmiş yaratılar üstüne kurmayı seçen gözüpek bir yayıneviydi. AltÜst, kadın, futbol ve asker dünyalarının yasak bölgelerine giren argo sözlüklerini, Enderunlu Fazıl’ın 19. yüzyıl Osmanlı kadın güzellerini anlattığı “Zenannâme”sini, Galip Paşa’nın 19. yüzyılda Kastamonu ağzıyla kaleme aldığı küçük şiir kitabı “Mutayebatı Türkiye”sini yayın dünyamıza taşımıştı. Galip Paşa’nın dizeleri boyunca, Himmet ile Keziban eğleşiyorlar, dövüşüyorlar, anlaşıyorlar, sevişiyorlardı... Kuşkusuz, tüm bunları Himmet’in hoyrat erkek bakışından okuyorduk. Ama zaman zaman kendi kendiyle dalgasını geçmekten de geri kalmıyordu Himmet... BU PAŞA BAŞKA PAŞA… Bu Galip Paşa da kim ola, diye sual edecek olursanız, hiç kuşku yok ki alışkın olduğumuz paşalardan değildi. Yakası açılmadık, biraz münasebetsiz bir paşaydı bu… Dili, bizim bildiğimiz paşaların dilinden çok farklıydı. Bir kere, kafasını cinselliğe takmış, açık saçık şiirler yazmıştı!.. Cinselliğe bodoslamadan yanaşıyordu, hem de kalınca bir mizahla. Dilinin hartası hurtası yoktu... Asıl adı Abdülhalim Galip olan Galip Paşa, kendisinin de söylediği gibi “kaba Türkçeyle” yazdığı için olsa gerek, zamanında “Türk Galip” diye anılmıştı. 19. yüzyılda Anadolu’nun birçok yerinde çok çeşitli devlet görevlerinde bulunmuşsa da, gazellerini hem tümüyle cinselliğin “zarafetten yoksun” alanlarına ayırdığı, hem de köylü ağzıyla kaleme aldığı için, anlaşılan o ki pek Osmanlı’dan sayılmamıştı… AltÜst Yayınları yeni kitaplar yayımlayacak mı, yoksa olanaksızlıklar yüzünden kapandı mı, bilmiyorum. Ama Karagöz ile Hacivat’ın makaslanmamış metinlerini yayımlamayı göze alamayan yayınevlerinin bulunduğu ükemizde, “ahlak”ın tutuculuğunun karşısına dikilecek AltÜst gibi yayınevlerine o kadar gereksinim var ki… YAŞAM TARZINA TEHDİT Geçenlerde, gazetemizde, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü alanındaki ihlallere, baskılara, yargılamalara karşı 1980’lerden bu yana mücadele veren Sara Whyatt’la bir söyleşi yapmıştım. Apollinaire’in “Genç Bir Don Juan’ın Maceraları” kitabının son duruşmasından hemen önce. Whyatt, söyleşinin bir yerinde, yayıncılara karşı açılan bu tür “müstehcenlik” davalarının aslında sanıldığından çok daha önemli olduğunu vurguluyordu. Çünkü bu tür suçlamaların ardında, çok daha önemsenmesi gereken bir tehdit yatıyordu. Alışılmış ve kabul edilmiş olanın dışına taşan, yerleşik olanla bağdaşmayan yaşam tarzlarına, ahlak anlayışlarına, düşünce biçimlerine yöneltilmiş bir tehdit… Sanırım, iktidarın, yıllardır tiyatroya, sinemaya, heykele, resme, sözün kısası sanata karşı giriştiği saldırıların temelinde de Whyatt’ın parmak bastığı bu nokta yatıyor… n K İ T A P S A Y I 1246 Ahmet Kaya’ya ödül verilmesi belki de devletin kendi saygınlığını geri almaya çalıştığını düşündürüyor. Sara Whyatt 2014 C U M H U R İ Y E T