Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
John Burnside'dan "Kutup Dairesi'nde Bir Ev” Av, avcı ve aldatılan John Burnside “Kutup Dairesi’nde Bir Ev”de, hikâye ile hakikat arasında sorulara gömülen bir kızın görüp duyduklarını anlatıyor. Burnside, romanda gerilim ve macerayı bir potada eritip bunların içine kimi fantastik öğeleri de ekleyerek ilginç bir metin ortaya çıkarmış. Önceki romanı “Şeytanın Ayak İzleri”ndeki gibi sürükleyici, hatta onu biraz daha aşan bir macerayla karşı karşıyayız. r Ali BULUNMAZ ohn Burnside, İskoç edebiyatının son dönemdeki yükselen ismi. Daha önce Türkçeye çevrilen “Şeytanın Ayak İzleri”nde gerilim dozu yüksek bir macerayla okurla buluşmuştu. Burnside’ın en belirgin özelliği insan ilişkileri içine serpiştirdiği heyecanlı bir hikâyeyle okuyanın ilgisini canlı tutmak. “Kutup Dairesi’nde Bir Ev”de de yine bu yolu izliyor. Burnside, romanın merkezindeki Liv isimli kızın, fantastik öykülerle kurulu dünyasından geçerek hayata gerilimli geçişlerle heyecan dozunu yükseltiyor. Işin içine gizemli ölümler ve sorular giriyor; böylece roman sürgit bir tempoyla bazen rahatsız edici ama aynı oranda merak uyandıran bir kimliğe bürünüyor. ya çabaladığını da görüyoruz. Kuzeyde bir adada yaşayan Liv’in aklında, hem zamanın yükünü hafifletmek hem de insanlardan uzaklaşmak istemeyenlerin gelip yerleştiği bu adada, yaşlı kurt Kyrre Opdahl’dan dinlediği pek çok hikâyenin yanında, gafil erkekleri avlamak için topraktan veya denizden gelen kırmızı elbiseli ve karşı konulamaz güzellikteki Huldralarla ilgili masallar yer etmiş. Liv, pek çok yaşıtını korkutan hikâye ve masalı, “öykülerin muhafızı” dediği Kyrre’nin ağzının içine bakarak dinliyor. Liv’in yaşadığı ve olayların geçtiği adayı tasviri de ilginç. Her şeyin hemen fark edilmediği, dikkatli bir bakış gerektiren bir yer burası: “Buraya geldiğinde insanlar her şeyi birden göremez: Işığı, gökyüzünü, derin sessizliği. Bunu bir coğrafya kitabında okuduğunuzda pek önemli bir şey gibi gelmez: Küçük bir ada, daha doğrusu üçü birlikte yonca yaprağını andıran doğudaki Tromso, batıdaki Hillesoy ve tam ortadaki Kvaloya’nın meydana getirdiği bir ada dizisi. En güneydeki yaprak en kalaba J “ÖYKÜLERİN MUHAFIZI” Anlatıcı Liv, fantastik bir dünya ile gerçekler arasında yaşayan, on sekiz yaşında şahit olduğu ve kasabanın anlam veremediği ölümlerin peşinden gidiyor. Çözülemeyen, aklın sınırlarını zorlayan kayboluşlar Liv’in yıllar sonra defterleri yeniden açmasıyla canlanıyor. Olayların anlamsızlığı ise kolayca açıklanamamasından ileri geliyor: “İnsanların çoğu izah edebildiği her şeye makul açıklamalar getirmiş, izah edemedikleri her şeyi akıllarından çıkarmışsa da ben biliyorum ki hepimiz yalnız kaldığımızda düşünüyor, zihnimizde olayların sırasını yeni baştan gözden geçiriyor ve imkânsıza bir açıklama bulmaya çalışıyoruz. Biliyorum ki bu konu aklımızdan çıkmıyor, yalnızca benim değil kimsenin çıkmıyor, çünkü o boğulma olaylarının hiçbirinin anlamı yok.” Liv’le beraber kasabadakilerin yaşadığı bu tuhaflıklar herhangi bir metafizik olaya bağlanabileceği gibi çok basit bir nedene de dayanıyor olabilirdi. İnsanların zaten ikilemde kaldığı nokta da bu: O boğulmalar hangisine bağlanacaktı? Aslında boğulmalara bir açıklama getirmeye uğraşan Liv’in, yıllarca dinlediği hikâyeleri bir anahtar olarak kullanmaS A Y F A 8 n 1 6 O C A K lığı. Haritada uçan bir meleğe benzer ama Kutup Dairesi içindeki adalardan, ele geçmez geyik sürülerinin yaşadığı, daha eski ve dile dökülmesi güç bir şeyin musallat olduğu, sessiz, neredeyse ıssız ormanlık arazisiyle alçak dağların etrafını çevreleyen yerlerden biridir sadece.” Liv işte böylesine bir adada Kyrre’den “gerçekçi olmayan ama gerçek olan öyküler” dinliyor. Bu öykülerde maskelenen gerçeklerle, ürkütücü hakikatler öne çıkıyor. O boğulma olaylarından önce Kyrre’nin anlattığı Huldra hikâyeleri Liv’e bazı bazı eğlenceli hatta mistik görünüyor ama iki delikanlı, birden ve anlamsızca ölüverince Liv her şeye daha dikkatli bakmaya başlıyor. Kyrre’nin öyküleri Liv için altında yatan felsefi anlamdan ötürü önemli biraz da: “Kyrre’nin öykülerinin ortak noktası şuydu: Biz nasıl biçim verirsek verelim ya da ne kadar incelikli kurarsak kuralım, düzen bir yanılsamadır ve sonunda arka plandaki gürültü ve gölgelerden bir şey çıkar ve inanmaya çok kararlı olduğumuz şeyleri allak bullak ediverir.” Kyrre, anlattığı hikâyeler yanında, kaybolan ve sonra da öldüğü anlaşılan iki delikanlıyla ilgili olarak ortaya bir teori atar; “oğlanlar alındı, bu Huldraların işi” der. Mantıklı ya da mantıksız, Liv bu teoriden doğan soruları kendi kafasındakilere ekler. GENÇLERİ HİZADA TUTMAK İÇİN... Liv, yaşanan ve sonuca bağlanması gereken birçok olay yürürken ada ahalisiyle ilgili bir dizi psikolojik çözümleme de yapar. Elbette bunlardan kendi ailesi, yakınları ve arkadaşları da payına düşeni alır. Aslında buradaki temel dürtü, herkesin birbiri ve yaşadıkları hakkındaki merakını gidermek. Liv, bu anlamda “adanın delisi” rolüne soyunmuş durumda. Bu rol, adada gerçekleşen garipliklerin, Huldra hikâyesinin ve ölen iki gencin akıbetinin anlaşılmasına önemli bir katkı sağlar. Burnside, romanlarında iç içe geçen konular kullanmayı seviyor. Burada da açıkta kalan bir dolu mesele varken Liv, hakkında az şey bildiği babasını bulmak üzere Londra’ya yollanıyor. Elde mektuplar, kafasında sorular ve adadan ayrılırken düşüncelerle İngiltere’ye hareket ediyor: “Yeryüzünde haritalanmış fanilik her gün yaşamasına rağmen kimsenin aklına getirmediği bir faniliğe doğru yol alan evler, marketler, yol üstündeki kafeler ve sanırım, bazıları da yapıp ettiği hiçbir şeyi gerçekten tamamlayamayacak olmasından, hiçbir şeyin kesin olarak kendilerine ait olmamasından memnundu. Yaptıkları hiçbir şey yerinde temelli değildi. Kyrre Opdahl ve belki Ryvold gibi insanlar kendilerince burada kalıyor ya da burada yaşamayı seçiyordu, çünkü burada sadece hikâyelerin kalıcı olduğunu biliyorlardı. Hikâyelerin ve o hikâyelerin çıktığı toprakların (...) O iki yalnız adam burada yalnızca öykülerin olduğunda değil, diğer her şeyin bir yanılsamadan ibaret olduğunda da birleşirdi.” Kurgu gereği Liv’i Londra’ya yollayan Burnside’ın bunu neden yaptığını roman ilerledikçe hissediyorsunuz. Nitekim Liv, kafasındaki kimi soruların yanıtlarına hiç beklemediği bir zamanda Londra’da ulaşmaya başlıyor. En azından Burnside böylesine ipuçları döşüyor yola. Gerçi buradaki sıkıntılı nokta, Liv’in sorduğu soru ve bulduğu yanıtların onu mutlu ve tatmin etmediği. İş dönüp dolaşıp Eski Yunan’da gemicileri baştan çıkarıp kayalara çarptıran Sirenlerinkine benzer bir hikâyeyle karşımızda beliren Huldra’ya bağlandığında Liv bunun aslında kendi etrafındaki varlığını keşfediyor. Ama o Huldra, Kyrre’nin anlattığına benzemiyor: “Onun Huldra hikâyesini hep hikâye olarak almıştım ama artık öyle olmadığını biliyordum. Biliyordum ki tam bu yerde olağanüstü bir şey olmuştu (...) Ona gördüklerimi anlatmak istiyordum ama nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Hem açıklayamayacağım çok fazla şey vardı. Olmayan bir ceset. Kayıp bir araba (...) Hiçbirinin mantığı yoktu (...) Huldra yalnızca bir kavram, hiç şüphesiz açıklaması daha zor ve düşünmesi daha acı verici olan bir şeyin metaforuydu; gençleri hizada tutmak ya da bilinmezliğe bir izah getirmek için anlatılan eski bir hikâyedeki çirkin bir hayaletti. Bir hikâye, bir ikaz, harita üstünde olanaksız bir dünyada yol almamıza imkân tanıyan bir kuşaktı.” Liv’in gördükleri ve duydukları ona bir şey öğretiyor: Hayatta avcılar ve avlar var, onların hikâyesini anlatmak da her ikisi tarafından kandırılanlara düşüyor. n alibulunmaz@cumhuriyet.com.tr Kutup Dairesi’nde Bir Ev/ John Burnside/ Çeviren: Özlem Yüksel/ Yapı Kredi Yayınları/ 300 s. K İ T A P S A Y I 1248 İskoç yazar John Burnside, bizi biraz daha kuzeye götürdüğü “Kutup Dairesi’nde Bir Ev”de, “Şeytanın Ayak İzleri”ndeki gibi okurun ilgisini canlı tutan, yer yer fantastik öğelere yer verdiği bir hikâye anlatıyor. 2 0 1 4 C U M H U R İ Y E T