03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ ranın üzerine çıkaran” o dönem yazarlardaki dil kaygısı ve tutkusu, heyecan ne durumdaydı ve o günleri en çok neden özler Ahmet Cemal? Daha çok vardı o adlardan… Örneğin bir İlhan Selçuk vardı. Sabahları evinden çıkmadan yaptığımız telefon görüşmelerine bütün bir günün enerjisini borçlu olduğum İlhan Selçuk. Çıkan her yeni çevirimden sonra beni arayıp yüreklendiren Onat Kutlar. Elias Canetti gibi bir yazarı bana tanıtıp çevirten, sonra da dostu olma mutluluğunu tattıran Oğuz Atay. Teşvikiye’deki evinde çaya gitmek için fırsat kolladığım Azra Erhat vardı. Karşı karşıya görüşme fırsatını bulamadan aramızdan ayrılan Sabahattin Eyuboğlu vardı. Erdal Öz vardı. Kaç yılın dostu Tomris Uyar vardı. Vedat Günyol vardı. Aralarından bazıları şimdi de var. Doğan Hızlan ile kırk beş yıla yaklaşan bir dostluğu geride bıraktık. Çeviri uğraşında hep ustalarım arasında saydığım Cevat Çapan, çekildiği Ege kasabasından her önemli günümde, çıkan her kitabımda bana yetişen Süreyya Berfe, sonra dostluğumuzun neredeyse Doğan Hızlan ile yaşıt olduğu Selim İleri… Bu kuşaklardan sonrasına gelince, o sözünü ettiğiniz darbelerin ardından, daha doğrusu belki de her darbe ile birlikte, Türkiye yeni aydın erozyonlarıyla karşılaştı. Sizin ve benim birlikte saydığımız adlar, her şeyden önce tutarlı aydın kimliklerini temsil ederlerdi. Bence İlhan Selçuk, sanırım ilk kez Onat Kutlar için kullandığı “omurgalı aydınlar” tanımlamasıyla Türkiye’de aydın kavramına yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Omurgalı, yani tutarlı aydınlar. Köşeden köşeye taşınmak veya aynı köşelerde zamanın gelgitlerine göre farklı kimliklere bürünmek, geçmişlerini yadsımak yerine, bulundukları her köşeyi ve her yeri dürüstlükleri adına gözlerini kırpmadan terk edebilen adlar… Sanırım şimdi onların özlemini çekmekteyiz. “BEN HEP SUSMAYANLARDAN OLDUM” Bir önceki soruyu ayniyle özgürlükler, hak, hukuk, vatandaşlık bilinci, yaşam hakkı adına bir eklemeyle özellikle bireylerin giderek robotlaştığı, inancın ve anarşinin bir garip egemenliğine girildiği ve akılcılığın “Daha iyi bir Türkiye” denile denile aslen ve alenen ötelendiği bu “ılımlı!” günlere atıfta bulunarak yinelersem neler söylersiniz? “Lanetlenmiş Ağustosböcekleri” toplamı, bu mahşeri konuyu da diğer büyük ustalardan yazınsal referanslarla da destekleyerek ıskalamıyor zira. Bir Albert Camus ve hele ki onun haklı varoluşsal kaygılarla irdelediği korku olgusu üzerine değerlendirmeleri özellikle, değil mi? Bu soruyu cevaplandırırken, Türkiye’nin artık nelerin egemenliği altına girmekte olduğunu doğru vurgulamak gerekiyor. Ülkemiz, ‘Dindar Gençlik’ modelinin rehberliğinde akılcılığın rayından çıkartılıp inancın egemenliğindeki bir iklime dönüştürülmek istenmekte ve bu konuda yalnızca iktidarı eleştirmek, artık ne yazık ki olanaksız. Son yıllarda küçümsenmeyecek sayıda ‘aydın’, medyada her vesile ile sesini yükselterek ve bu arada ‘artık Mustafa Kemal de eleştirilebilir, eleştirilmelidir!’ sloganıyla bu duruma çanak tuttu. Mustafa Kemal, elbette eleştirilebilir; ama yapılan, bu olmadı. Bu bağlamda yüzlerine eleştiri maskesini takanlar, Milli Mücadele’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarının hemen bütün koşullarını görmezlikten gelerek, daha da açık konuşayım, bugünün kuşaklarından saklayarak, ‘yetmez ama evet’ oylarını demokrasi diye savunarak, bir zamanların Köy Enstitüleri’nin gerçekleştirmeye çalıştığı ‘Cumhuriyet İnsanı’ modelini ‘Dindar Gençlik’ modeliyle bir tutarak yakın tarihimizin bütün gerçeklerini bir yalan perdesinin arkasında gizlemeye çalıştılar ve çalışıyorlar. “Mustafa Kemal, kurduğu yeni devleti kendi kafasına göre biçimlendirdi!” savıyla, cumhuriyetin kurucusuna diktatörlük suçlamasını yöneltiyorlar. Ama bu arada şu soruların da sorulabileceğini dikkatlerden kaçırmaya çalışıyorlar: Köy Enstitüleri’nin eleştirel düşünen kafalar yetiştirmeyi amaçlayan ‘Cumhuriyet İnsanı’ modeli ile, eleştirel düşünmeyi ve sorgulamayı bütünüyle ret eden ‘Dindar Gençlik’ modeli nasıl bir tutulabilir? ‘Benim bütün mirasım bilim ve akılcılıktır’ demiş bir devlet kurucusu, nasıl olur da diktatörlükle suçlanabilir? O devleti yoktan vareden bir kurucunun devleti kimin kafasına göre biçimlendirmesi beklenirdi? Örneğin bugün : “Yetmez ama evet” gibi kaypak bir temele dayandırılan oyların sahiplerininki gibi kafalara mı? O oy kullananlar ki, kısa süre sonra ülkenin başına gelenler karşısında : “Bu kadarını beklemiyorduk” diye yakınmaya koyuldular! O günden beri böylelerine şu soruyu sormak peşindeyim: Peki, ne kadarını beklerdiniz? Sizler, hani Tanzimat aydını müsveddeleri, bugüne kadar aslında beklemekten başka ne yaptınız? Gerçekte sımsıkı yapıştığınız köşelerinizde ve mevkilerinizde, idarei maslahat’tan farklı bir tutumunuz oldu mu? Kitabımda bu konulara değinen pek çok yazıya yer verdim. Burada dile getirdiğim eleştirileri o kitapta çok daha geniş boyutlarda yansıttım. Ayrıca köşe yazılarımda aynı uyarıları her vesile ile yaptım. Kısacası, ben hep susmayanlardan oldum. Albert Camus, geride kalan yirminci yüzyılı tanımlarken ‘Korku Çağı’ adlandırmasını kullanmıştı. Bizde ‘Korku Çağı’ bir yüzyıl kadar gecikme ile ve üstelik kendilerini ‘aydın’ diye nitelendirenlerden oluşma bir kesimin de çabalarıyla yaşanmaya başladı… Kitapta, sonlarına yaklaştığınızı ifade ettiğiniz “Ressam Sadi Bey’in Son Tablosu” romanınızdan burada da bahsetmenizi rica ederek bitirelim söyleşimizi. Ressam Sadi Bey ise yaşadığı ülkede kötülüğün resmini yapmak isteyen, fakat o kötülük çok yaygın olduğu için onu hiçbir noktada tam olarak somutlaştıramayan, bu nedenle tablosunu da bitiremeyen bir sanatçı. Bundan ötesini izninizle kitabın kendisine bırakmak istiyorum… ? [email protected] Lanetlenmiş Ağustosböcekleri/ Ahmet Cemal/ Can Yayınları/ 400 s. 3 OCAK 2013 ? SAYFA 15 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1194
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle