23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Y ictoria dönemi İngiliz şairi, edebiyat ve toplum eleştirmeni Matthew Arnold, ayrım yapmaksızın hemen her kesime yönelttiği keskin eleştirileriyle ün salmıştı. 19. yüzyılın bu “kültür havarisi”nin, barbarlar diye andığı soyluların, dar kafalı, paraya düşkün olarak nitelediği ticaretle uğraşan orta sınıfın ve bunların dışındaki halkın o dönemdeki beğeni ve davranış kurallarına karşı saldırıları, kanımca, günümüz eleştirmenlerine de ışık tutacak nitelikte. Özellikle, İngiliz toplumunu iyimser, huzurlu, görgülü, ama düşüncelere kapalı barbarlar; Kilise’ye karşı, enerji ve ahlak dolu, ama “tat ve parıltı”dan yoksun dar kafalı para düşkünleri; ve hâlâ ham ve kör olan halk olarak üçe ayırdığı Kültür ve Kargaşa adlı yapıtının, birebir çıkarsamalarda bulunmaya kalkışmaksızın, ama ödünsüz eleştirel yaklaşımından ders çıkarmaya çalışarak, günümüz Türkiye’sinde okunmasında yarar var. Arnold’ın acımasız eleştirilerinden payını alan kesimlerden biri de gazeteciler. “Gazetecilik, aceleye getirilmiş edebiyattır” der Arnold bir denemesinde. Gazete sayfaları ve köşelerinde “edebiyat” yapmaktan kendilerini alamayan gazetecileri gördükçe, Arnold’a hak vermemek olanaksız. Ama gazeteciliğin pek çok durumda edebiyatla buluştuğunu, en azından edebiyatla bir hısımlığı olduğunu yadsımak da olanaksız. Gerçi Amerikalı sanat tarihçisi ve yazar Russel J. Lynes da, “Her gazetecinin gönlünde bir roman yatar, ama en iyisi orada kalmasıdır” demiştir, ama yalnızca gazeteciliğe bulaşmakla kalmamış, doğrudan gazetecilik yapmış pek çok edebiyatçı olduğu gibi, gazetecilikten gelen birçok edebiyatçının da olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Kuşkusuz, sayısız örnek verilebilir, ama daha liseyi bitirdiği yıllarda gazeteciliğe adım atan Ernest Hemingway en çarpıcı örneklerden biri olsa gerektir. The Toronto Star’ın dış haberler muhabiri olarak Paris’e giden Hemingway, o günlerde bu kentte yaşayan F. Scott Fitzgerald, Gertrude Stein ve Ezra Pound gibi Amerikalı yazar ve ozanların yüreklendirmesiyle, gazete yazıları dışındaki ilk yapıtlarını (ki aralarında Güneş de Doğar da vardır) yayımlanmaya başlamamış mıdır? İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise, Normandiya Çıkarması’nda, ardından Ardennes Çarpışması’nda, en sonunda da Paris’in kurtarılışında gazeteci kimliğiyle hep oradadır Hemingway. Ama ölümünden üç yıl sonra, 1964’te yayımlanan Paris Bir Şenliktir, 1920’lerin PaSAYFA 6 19 MAYIS eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER celaluster@cumhuriyet.com.tr Yaşar Kemal’in ‘Röportaj Yazarlığında 60 Yıl’ kitabını gazeteciler el kitabı gibi okumalı ‘Röportaj bal gibi edebiyattır’ V ris’inde yaşadıklarını dile getiren anılardan oluşsa da, bana kalırsa, bugüne kadar kaleme alınmış en güzel Paris röportajlarından biridir bir bakıma. Evet, “röportaj” dedim. Bazıları bunu yanlış anlayabilir. Tıpkı günümüzde kimilerinin “röportaj”ı “söyleşi” ile karıştırdığı gibi. Ben, röportajı, Yaşar Kemal’in anladığı gibi anlıyorum. Gazetecilikten edebiyatçılığa geçen yazarların en büyük ustalarından biri olan Yaşar Kemal’in, kısa bir süre önce YKY’den çıkan Röportaj Yazarlığında 60 Yıl adlı kitabında, 1975’te Milliyet Sanat dergisinin röportaj soruşturmasına verdiği yanıtları da okuma olanağı buluyoruz. İlk röportajını 1951’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlayan Yaşar Kemal, bakın, “gazeteciliğin ana kollarından biri” olarak tanımladığı röportajın aslında edebiyatın ayrılmaz bir parçası olduğunu nasıl anlatıyor: “… Haber gerçeğin kaba yansıması, röportajsa yaşamın özüne, gerçeğin özüne doğru bir iniştir… Örneğin ben Vietnam savaşını ne haberlerden ne de bilimsel araştırmalardan öğrenebildim, daha da ileri gidersem, televizyon filmlerinden de öğrenmedim, ancak Vietnam savaşı üstüne birkaç röportaj okuyuncadır ki bu korkunç savaşın dehşetine varabildim. Röportaj bir edebiyat sayılabilir mi?... Röportaj bir edebiyat dalı sayılmak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik onun edebiyat gücüdür. Haber bir yaratma değildir, bir taşımadır… Röportaj bir yaratmadır. Gerçeğe, gerçeğin, yaşamın özüne yaratılmadan varılamaz. Yaratmadan hiç kimse hiçbir şekilde gerçeği yakalayamaz, yakalarsa da karşısındakine anlatamaz. Haber gerçek değil mi, bence haber gerçeğin simgesidir. Haberin arkasında neler var, neler dönüyor, ne yaşamlar, dramlar, sevinçler var, haber bunu bize veremez. Röportaj haberin varamadığı yere varandır, nasıl, yaratarak, gerçeği değiştirerek değil, yaratarak…” Hemingway’in Paris Bir Şenliktir adlı yapıtının bir Paris röportajı gibi de görülebileceğini söylerken, hiç kuşku yok ki, her yazarın her anı kitabının bir röportaj olarak algılanabileceğini söylemek istemiyorum. Burada, daha çok, yaratıcı bir yazarın, dolu dolu yaşadığı bir kentle ilgili derin gözlemlerinden, can alıcı ayrıntıları yakalama becerisinden, sıradan bir gözün bakıp da göremediklerini görüp betimleme ustalığından, tanıştığı, birlikte olduğu insanları gerçekten tanıma yeteneğinden söz ediyorum. Böyle bakıldığında, daha da ileri gideyim, George Orwell’ın Katalonya’ya Selam adlı yapıtı da, bir anlamda, benzersiz bir İspanya İç Savaşı röportajıdır kanımca. Neden, derseniz, ilkin yine Yaşar Kemal’e başvuralım derim: “İnsan ancak gerçeğe, o gerçeği, o insanı, insanları yaşayarak varır… Ne kadar röportaj yapmışsam, onu sonuna kadar yaşadım diyebilirim. Konumu, insanlarımı gereğince yaşamamışsam röportajlarım da olmadı. Uydurma oldu… Nasıl roman yazmışsam, hangi biçimle, hangi davranışla, öyle röportaj yaptım…” Orwell da, 1930’larda İç Savaş muhabiri olarak gittiği İspanya’da bir süre sonra Cumhuriyetçi milislere katılır, Aragon ve Teruel cephelerinde çarpışır, dahası Teruel’de ağır yaralanır. 1937 Mayısı’nda, Troçkistler ve Anarşistler ile Komünistler arasında patlak veren çarpışmaların içinde bulur kendini. Tüm bu yaşanmışlığı, bu ayrıksı deneyimi olanca canlılığıyla, yaratıcı bir yazarın ustalıklı biçemiyle kaleme alınca da, ortaya Katalonya’ya Selam çıkar. Bundan âlâ bir İspanya İç Savaşı röportajı olabilir mi? İnsan bir kez böyle bakmaya başladı mı, sonu yok! Gabriel Garcia Marquez’in, bizde Kırmızı Pazartesi adıyla yayımlanan novellası geliyor aklıma. Garcia Marquez de gazetecilikten gelen bir yazar. Kırmızı Pazartesi ise, yanılmıyorsam, bir gazete haberinden yola çıkarak oluşturduğu bir yapıt. İşleneceğini herkesin bildiği, ama engel olmak için hiç kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin, Santiago Nasar’ın öldürülüşünün öyküsü. Anlatıcı, bir dedektif gibi, cinayetin izini sürer geriye doğru. Gazetecilikle gerçekçiliğin iç içe geçtiği bu polisiye öyküye de, bir cinayetin “düşsel röportajı” denemez mi? Ama, belki de, Hemingway’e, Orwell’a, Garcia Marquez’e gitmeye gerek yok; Yaşar Kemal imzasını taşıyan Röportaj Yazarlığında 60 Yıl adlı kitap, hem röportajın gazetecilikteki onsuz edilemezliğini ortaya seriyor, hem de bir edebiyat ustasının ustalığının oluşmasında röportajın ne kadar önemli bir payı olabileceğini gösteriyor. Yaşar Kemal’in, tekmil röportajları arasından seçilmiş, başyapıt niteliğinde on iki röportajının yer aldığı bu kitapta, daha önce kitaplaşmamış ünlü “Hasankale Yerle Bir” röportajı da bulunuyor. Ama kitabın gözden kaçırılmaması gereken bir özelliği de, bize kendini inatla “foto muhabiri” olarak tanıtan, ama 1952’de Jamanak gazetesinde Kumkapı Ermeni Balıkçıları (Aras Yayıncılık kitaplaştırdı) başlıklı eşsiz bir röportaj yayımlamış olan Ara Güler’in siyahbeyaz Yaşar Kemal fotoğraflarının da yer alması. Röportaj Yazarlığında 60 Yıl, Yaşar Kemal’in romancılığının gizlerini merak edenler için olduğu kadar, gazetecilik öğrencileri, genç gazeteciler ve bugün gazeteleri yönetenler için de kaçırılmaması gereken bir kitap. 195173 yılları arasında kaleme alınmış bu metinleri okurken, günümüz gazetelerinin dirimsel bir eksikliğinin de ayırdına varacaksınız… Yaşar Kemal (Fotoğraf: Ara Güler). 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1109
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle