25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EDEBİYATIN SESSİZ KAHRAMANLARI Hazırlayan: Aytül AKAL Kitabı sonuna kadar heyecanla okumamızı sağlayan, kurgusu mu, konusu mu yoksa dili mi? Dilden dile çevrilirken, yazarın üslubunda değişiklik olmaması ve neredeyse aynen korunabilmesi olası mı? Çevirmenlere sorduk, bir dilden ötekine çevirdikleri kitaplar hakkında neler söyleyecekler diye... Konuğumuz Suzan Geridönmez. erden geldi aklınıza çevirmen olmak? Ben çocukluğumu Almanya’da geçirdim. Tam bir kitap faresiydim. Küçükken okuduğum bazı kitaplar bende özel izler, güzel tatlar bıraktı. Uzun yıllar sonra Türkiye’de kütüphanecilik yaparken birçoğunun çevrilmediğini gördüm. Bunun üzerine en sevdiğim kitapları çevirmeye başladım. Başta tek motivasyonum kızımdı, onun için çevirdiğim ilk kitap Alev Saçlı Çocuk (Christine Nöstlinger) neredeyse 10 yıl sonra yayımlandı. Hangi dilden çeviri yapıyorsunuz? Anadilim Almancadan çeviri yapıyorum. Türkçeyi sonradan öğrendim. Ama otuz yıldır Türkiye’de yaşıyorum. Artık babamın diliyle düşünüyor ve yazıyorum. Yapacağınız çeviriyi siz mi seçiyorsunuz, yoksa yayınevi mi seçip size veriyor? Bugüne dek yayınevine önerdiğim kitapları ya da yazarları çevirme şansım oldu hep. Artık çeviriyle hayatımı kazanmadığım için beni heyecanlandırmayan bir projeyi hiç düşünmeden reddetme lüksüne sahibim. Ama bazen beklemeyi de göze alıyorum. Örneğin şu sıralar üstünde çalıştığım romanı çevirmek için yıllarca bekledim. En çok hangi türde çeviri yapmayı seviyorsunuz? Tür ayırmıyorum. Bir kitap beni mutlu ediyorsa, bir makale beni düşündürtüyorsa, eserin ülkemde de okunacağını hayal ederken heyecanlanıyorsam o çeviriyi zevkle yaparım. Çocuk edebiyatını çok seviyorum ama felsefe ve siyaset de ilgi alanıma giriyor. “En sevdiğim” diye ayırdığınız bir çeviriniz var mı? Şu anda çevirdiğim roman çocukken en sevdiğim kitaptı. Yetişkinken birkaç kez daha okudum ve her seferinde çok etkilendim. Kitap, gülüşünü satan bir çocuğun, paraya değiştiği bu insani özelliğini geri kazanmak için verdiği mücadeleyi anlatıyor ve köklü toplumsal eleştiriler içeriyor. Çok katmanlı N Suzan Geridönmez 1966’da Almanya’da Kaiserslautern’de doğdu. Öğrenimini İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde sürdürdü. Avusturya’da çağdaş kütüphanecilik eğitimi aldı. Uzun süre bir ilköğretim okulunda kütüphaneci olarak görev yapan Geridönmez, Almancadan Türkçeye çeviriler yapıyor. Yazarın papiermache (kâğıt hamuru) sanatına ve kukla yapımına merakı yıllar içinde vazgeçemediği bir uğraşa dönüştü. metinleri seviyorum. İster macera kitabı gibi oku, ister vahşi kapitalizm eleştirisi gibi. Üstelik bu kitabın dili de nefis. Yayımlandığında, çevirdiğim kitaplar içerisinde mutlaka başköşeyi kapacak. Çevirmen olduğunuzu duyan arkadaş ve aile çevresi, “benim için şunu çevirir misin?” diyerek angarya çevirilere boğarlar mı sizi? Çevremde dil bilen gençlerin sayısı arttığı için artık pek olmuyor. Zaten yabancı dil bilmek ayrıcalık olmaktan çıktığı, eğitimde fırsat eşitliği sağlandığı zaman bu sorun ortadan kalkacak. Ben komşumun Almanya’dan getirttiği ilacın prospektüsünü çevirmeyi dert etmiyorum. Kolejde okuma olanağına sahip olmayan gençlerin dil öğrenme hakkı beni daha çok ilgilendiriyor. Siz öykü ve roman da yazıyorsunuz aynı zamanda. Kolaysa Ağlama ve (2007, roman), Ötesi Yok (2009, öyküler) gençler için; Uzayda Bir Yatılı Okul (2010) ise ilkgençlik için eğlenceli bir romandı. Yeni kitaplar planlıyor musunuz? Evet, ufukta yeni bir roman var. Kendini her yönden dezavantajlı hisseden ve hayatın hiç adil olmadığını düşünen bir çocuk hakkında. Elimdeki çeviri bittikten sonra bu ana fikir etrafında dönen kurgunun peşine düşeceğim. Düğümler kafamda çözülürse de yazacağım. Şimdiye kadar Türkçeye kaç kitap kazandırdınız? (çeviri) Henüz yayımlanmamış olanlar hariç şu anda on birinci kitabımı çeviriyorum. Yazar ken de çevirirken de genel kişiliğimin aksine ağır biriyim. Bir kitabı çevirirken genelde yayınevinden birkaç ay süre isterim. Her metne hak ettiği emeği vermek gerektiğine inanıyorum. Birkaç projeyi birden yürütmek gibi bir yeteneğim de yok. Örneğin kitap yazarken yanısıra çeviri yapamıyorum. Ama ilerde, emekli olunca hayatımda çeviriye daha çok yer ayırmayı planlıyorum. Çevirmek istediğim o kadar çok kitap var ki! Çeviri yaparken kitabın yazarı ile iletişim kuruyor musunuz? Yazara ulaşmak her zaman olanaklı olmuyor. Yazarın haklarını temsil eden yayınevinin ya da ajansın işbirliği çok önemli. Ben yalnızca bir yazarla iletişim halindeyim. Onunla bir çeviri atölyesinde yüz yüze tanışma olanağı bulduğum için çok şanslıyım. Kimi zaman çevirmen zor seçimlerle yüz yüze kalır, yazarla paylaşım doğru kararı vermeyi çok kolaylaştırabilir. Çeviride özellikle deyim, atasözü ve terimler zorluk çıkarır. Bir metne çevirdiğiniz dilde tam karşılığı olmayan bir anlatım ile karşılaştığınızda ne yapıyorsunuz? Her dilde, benzer durumlar için kullanılan deyimler, atasözleri var. Onları bulmaya çalışırım. Ancak burada da bazı noktalara dikkat etmeli. Çünkü her atasözü ya da deyim bir kültür ve yaşama biçimi yansıtır. Orijinal metnin atmosferine uymayan bir terimi, anlamı karşılıyorsa dahi kullanmamayı yeğlerim. Bir çevirmen, ağaçlardan ormanı görememe hatasına düşmemeli. Metnin bütünlüğünü zedelemeyen bir çözüm bulmak tabii bu arada ormanı oluşturan ağaçların dallarını kırmamaya, yapraklarını dökmemeye de özen göstermek esas olan. Sizce çeviri dilinde genel bir kirlilik ya da bozulma var mı? Varsa nasıl aşılır? Günümüzde çok iyi çevirilere de, çok kötü çevirilere de rastlanıyor. Sorun bunları birbirinden ayırabilmekte. Çevirinin kalitesini belirleyen yayınevi ve eleştiri kültürüdür. Türkiye’de aynı yayınevinden çok iyi çevirilerin yanısıra kaba çeviri hatalarıyla dolu eserler çıkabiliyorsa, burada bir editörlük sorunu vardır. Bunu edebiyat çevreleri fark etmiyorsa, burada bir eleştiri sorunu vardır. Dil kirliliği öğrencilere ucuza çeviri yaptırıp, editörlüğe bütçe ayırmamaktan kaynaklanıyor. Kimi zamansa çevirme nin ismi çeviri kalitesinin önüne geçebiliyor. Oysa çevirmenlik mesleğine saygı, çeviriyi (çevirmen, editör, yayınevi ayaklarıyla) eleştirmeyi gerektirir. Çıta böyle yükselir. Sizce iyi bir çeviri nasıl olmalı? Çevirmen metne zincirlerle bağlıdır. Buna rağmen dans ediyorsa, dans ederken metnin ritmini, ruhunu yakalıyorsa bu çeviri iyidir. Başkasının çevirdiği bir kitabı, çevirisine takılmadan okuyabiliyor musunuz? Başka bir deyişle, okurken çevirmen kimliğinizden uzaklaşabiliyor musunuz? Okurken çevirmen kimliğim hep tetiktedir. Kulak tırmalayan, aksayan bir şeye rastladığı zaman hemen mızmızlanır. Ama bazen metin o kadar güzel akar ki, bir süre sonra içimdeki çevirmenin canı sıkılır, derken uykuya yenilir; işte o zaman kitabın keyfini çıkarmak bana yani okura kalır. Sizce Türkiye’de yeterli sayıda, yetişmiş, konusunda yetkin çevirmen var mı? Bunun için çevirmeni yetiştiren okullara, kurumlara bakmak gerekir. Üniversitelerde çeviri bölümlerinin verdiği eğitim yalnızca temeli oluşturuyor. Temel ne kadar güçlüyse o kadar iyi. Ama çevirmeni yetiştiren esas okul yayınevidir. Editörlük kurumu ile kurulan diyalog çevirmen için belirleyicidir. İyi çevirmenlerin entelektüel atmosferin ve paylaşımın güçlü olduğu yayınevlerinden yetiştiğine inanıyorum. Bir de kendini yetiştiren çevirmenler var. Bu zorlu çabada çok yönden yalnız kaldıkları için sayıları da yeterli olamıyor. Genç çevirmenlerin hem ekonomik hem entelektüel bakımdan desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. Buna devlet de el atmalı, çeviri bursları, çevirmen evleri, eğitim atölyeleri çoğaltılmalı. Son olarak, pek merak ettik, şu “kukla yapımı” konusunu biraz açar mısınız? Kütüphanecilik eğitimimi ‘kütüphanede sanat’ teziyle bitirdim. Bir de proje hazırlamam gerekiyordu. Kitapla sanat arasında köprü kuran bir malzeme arayışına düştüm ve ana maddesi kâğıt ve tutkal olan papiermaché ile tanıştım. Bu malzeme kukla yapımında kullanılıyor. Kuklalarsa kütüphaneye gelen çocuklara hikâye anlatmak için bire bir. Birkaç deneysel çalışmadan sonra kukla yapımı bende tutkuya dönüştü. Ama evimde biriktirdiğim gazetelere, kâğıt kaynattığım kazanlara, kostik karıştırdığım kovalara yer kalmayınca çalışmalarımın boyutunu giderek küçülttüm. Şimdilerde eski çekmecelere ya da ayakkabı kutularına yerleştirdiğim minyatür sahneler yaratmayı seviyorum. Ë Gönül ÇATALCALI ek çok çocuk kitabına imza atan Oya Uslu, bu kez ilk gençliğe yoğunlaşmış ve bir anı romanla karşımıza çıkıyor, “Pembeden Başka Renkler” adlı kitabıyla. İlk gençlik dönemi… Genç kızlar… Hayatın tozpembe görüldüğü yılar… İlk aşklar… İlk ihanetler… İlk kalp kırıklıkları… Farklı kitaplarla, farklı fikirlerle tanışma… İlk bilinçlenme anları… Mutsuzluklar… Tüm bunlara karşın solmayan umutlar, içten taşan yaşama sevinci… Oya Uslu’nun büyümesine tanık olacağımız kahramanı Funda İzmir’de, Tepecik’te oturuyor; annesi, babası, dedesi, küçük kız kardeşi ve ağabeyi ile birlikte yaşıyor. Tepecik’te, geneleve yakın oturuyorlar, dargelirli bir ailesi var Funda’nın ama aile bireyleri birbirlerini seviyor. Annesi, çocuklarını, kocasını seven, rahat bir kadın ve bunun o çağlarda çocuklar için ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. Liseye başlıyor. En büyük hayali olan Namık Kemal Lisesi’ne kaydı yaptırılıyor. Üstelik en yakın kız arkadaşı da oraya CUMHURİYET KİTAP SAYI 1109 P SİHİRLİ KONUK gitmeye hak kazanmış. Bu durum Funda’nın mutluluğunu ikiye katlıyor. Oya Uslu, liseye başlayan bir genç kızın duygularını, heyecanlarını, korkularını son derece yalın, içten ve çok gerçekçi anlatmış. Kitaptaki “sahicilik” duygusu, pek az yapıtta karşıma çıkıyor diyebilirim. Öğrenmeye meraklı bir kız Funda. Yaşı gereği dansa, yaşadığı kente, kız erkek ilişkilerine büyük bir merakla yaklaşıyor ve her şeyi deneyimlemek istiyor doğal olarak. Liseli olmanın, büyümenin tüm coşkularını yaşamak, gezmek, eğlenmek, hayatının aşkıyla tanışmak istiyor. Tutucu bir babası olduğu için de çok dikkatli olmak zorunda. Derken ilk aşk geliyor. Ercan… Hayat aşkının çevresinde dönüyor bir süre. Ama bir de sınıf arkadaşı Yunus vardır ki ayaklarını yerden kesen Ercan’ın tersine, yere daha sağlam basmasını sağlıyor Funda’nın. Onunla birlikte ülkesini, ülkesinin siyasetçilerini, siyasi olaylarını, öğreniyor. Artık aklı bir karış havada genç kız değildir o. Ülke sorunlarıyla, siyasi partilerle, 1 Mayıs mitingleriyle ilgilenmeye başlamıştır. Faşizm, sosyalizm gibi yeni kavramlarla, Alevilik gerçeğiyle tanışmıştır. Sorgulamaya başlamıştır olayları, yaşananları. Çevresindeki pek çok yaşıtı aynı bilinç düzeyinde kalırken o bir değişim, dönüşüm geçirmektedir. Öğrenmeye, okumaya olan merakı artmaktadır. Ülke bir askeri darbe yönetimine doğru giderken safını belirlemesi gerektiğinin bilincindedir. Farklı renklerle tanışmıştır artık. Hayat pembeden ibaret değildir. Pek çok renk vardır içinde ve o renkleri ayırt etmeye başlamıştır. Maraş katliamı yaşanmıştır ülkesinde, o da duyarsız kalmamıştır. Okulda çıkan olaylarda sessiz durmamış, tutucu düşüncelere tepkisini göstermiştir. Bütün renklerin sentezini yapmış, beyazda karar kılmıştır. Beyaz onun rengidir. Aynı karakolda gözaltındayken yağan kar gibi…Pembeden Başka Renkler… Bir genç kızın yavaş yavaş büyümesi ve yaşam yolunu çizmesi… Bu yolda hayallerden çok, hakikatlerin ağır basması. Büyüyen çocuklarını anlayamayan ailelerin, yetişmekte olan genç kız ve erkek çocuklarının okumaları gereken bir kitap. Tüketimden, süslenmekten, gezmekten, televizyon dizilerinden, bilgisayar oyunlarından başka şey düşünemeyen, test kitapçıklarında şıkları işaretlerken konuşmayı unutan gençler mutlaka okumalı derim… İlle de aileler… *Oya Uslu, Pembeden Başka Renkler, Şenocak Yayınları, 286 sayfa, ilk basım Ekim 2010, 15+ 19 MAYIS 2011 SAYFA 33
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle