25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

D nılarını yazan bir romancıysa küçük bir ayrıntıyı bile yorumlamasını bilir. Hele anılarında derinleşmeyi kolaylaştıran “Kırmızı Kaplı Defter”e günlüklerini yazıyorsa, belli bir konu roman boyutu kazanabilir. Nazlı Eray’ın anıları yaşadığı zamanın dönüm noktası sayılabilecek üç olay üzerinde yoğunlaşıyor. Ayrılıkla biten bir gençlik sevisi serüveni, ölümle içiçe yaşadığı ameliyatlar dönemi, dört yıl katlanabildiği ikinci evlilik... İkinci evliliğini “Yaşlı Ejder” dediği Metin And’la yapmıştı. Metin And anılarında Nazlı Eray’la evliliğinden hiç söz açmaz. Ankara yıllarımızda onları oldukça yakından tanıdım. Metin And’a “neden Nazlı’dan söz açmadığı”nı sorduğumda demişti ki: “O evlilik anımsamak istemediğim bir olaydır. Gecenin bir vakti “ben şöyle biraz dolaşacağım” der, Tunalı Hilmi Caddesi’ne çıkar. Ne zaman döneceğini kaygıyla beklersin. Nazlı çok çektirmiştir bana.” Demek Metin And kabına sığmayan, düşle eğinmeler MUSTAFA ŞER F ONARAN ‘Tozlu Altın Kafes’ A gerçeği barıştıran bir romancıyla evlendiğinin ayrımında değilmiş. Demek o, dizinin dibinde uysal bir kedi gibi gözlerini yuman bir kadın arıyormuş. Nazlı Eray’a bu konuyu sorduğumda yüzünde çiçek gibi bir gülüş açtı. O gülüşün acı bir gülümseme olduğunun ayrımına varamadım. Çünkü Nazlı Eray yaşamaya aldırmayan bir olgunluk içinde, yüzünden gülümsemesi eksik olmayan bir yazardı. Yaşamaya aldırmayan sözünü, ölüme direnmesini bilen, diye yorumlamak daha yakışık alır. O gülümsemenin arkasında nasıl bir gerçek vardı? Öykülerindeki, romanlarındaki düşsel gerçekleri bir yana bırakıp anılarındaki gerçeğin izini sürmeye çalışmalı. Nazlı Eray anılarını yüzünden eksik olmayan o gülümsemeye sığınarak anlatıyor. Nasıl bir ödeşme içinde olduğunu bilmemizi istiyor. “YAŞLI EJDER” Özgürlük nedir? İnsan var, dört duvar arasında özgürlüğünü yaşayabilir. İnsan var, nice geniş yolculuklarda kendi içinden çıkamaz. Sevdiğiyle birlikteyse dar odalarda özgür olan, onun dizi dibinden ayrılmak istemeyen insan; evleneceği insana yabancıysa, istediği kadar kendinden kurtulmaya çalışsın dar bir kafese kapatılmış sayılır (TOZLU ALTIN KAFES, Yaşamımdan Anılar, Doğan Kitap, 2011). Nazlı Eray’ın anıları bu gerçeği bir kez daha doğruluyor. Onun Metin And’la evliliği sevi yakınlığına dayanan bir evlilik değildi. Aralarında yirmi yıla yakın bir yaş ayrımı vardı. Belki Nazlı Eray geçirdiği önemli ameliyatlardan sonra, olgun bir insanın koruyuculuğunda, kendini güvende duymak istiyordu. Belki de sevi ilişkisinin anlamsızlığı onu umutsuzluğa düşürmüştü. “Yaşlı Ejder” olarak nitelendirdiği Metin And güçlü bir insandı. Gözbağı, yanılsama oyunlarının ustası olduğu için değil, tiyatro sanatının ayrıntılarını bilen bir bilim insanı olduğu için. Ama “Sevda And”ın mirasına kondun” diye Nazlı Eray’a takılan arkadaşları da vardı. Oysa 1958’de bir gece hızla gelen bir araba Kavaklıdere’de Sevda And ile Velide Baha Pars’a çarpmış, onların ölümüne yol açmıştı. Bu olayda kendini kurtaran Metin And’ın “Sevda Cenap And’la hiçbir ilişkisi kalmamıştı artık. AndEray evliliğinin sağlam temeller üzerine kurulmadığı daha balayı döneminde belli olmuştu. Nazlı Paris’te “Samsara” adlı kokuyu almasını istemiş, Metin And, umursamaz bir davranışla, almamıştı. Samsara Hintçede “Ölümden Sonra Yaşam” anlamına geliyordu. Nazlı Eray o kokuyu kendine alıvermişti ama içinde bir dal kırılmıştı. Demek anlamamış gibi, aldırmaz gibi görünmek gerekiyordu. Daha yolun başındaydı çünkü. Ama “sevecen” bir kadını “cadaloz” olarak nitelemek şakalaşması arkasında da inciten bir davranış vardı. Çin Lokantası’nda seçkin bir topluluğun katıldığı evlilik töreni. Lokantanın borcunu Nazlı Eray’ın ödemek zorunda kalması... Görkemli bir kocanın yanında kendini güvencede sayması gereken bir kadının, daha evliliğinin ilk adımlarında çıkar sorunlarıyla karşılaşması şaşırtıcı olmuştur. Dört yıl mı sürmüştü bu evlilik serüveni? Elini verdiğin adamdan kolunu kurtaramıyordun. Metin And’ın şu sözleri ne anlama geliyor: “Şu kadar para verirsen şöyle olur, bu kadar para verirsen böyle olur. Kâğıt üzerinde evli görünürüz. Sen istediğin gibi, ben istediğim gibi yaşarız.” Öyle mi? Nazlı Eray bir araba çeker kapıya, kendisiyle ilgili bütün eşyayı taşır: “Çektim kapıyı arkamdan, çıktım o evden. Ev kir içinde ve boşaldı. İnşallah bana ait olmayan şeyleri aldım sanmaz.” Metin And 2009 yazında mı ölmüştü? Sağ yanı inmeli, yoğun bakıma kaldırılmış. Orada, kimsesi olmadan, yapayalnız göçmüş bu dünyadan. Bu anıları neden yazmış Nazlı Eray? Belli ki içine işlemiş bu birliktelik. “O bemim adımı hiç anmıyor mu? Öç öyle alınmaz, böyle alınır işte” demeye getiriyor. İLKGENÇLİĞE ADANMIŞ BİR SEVİ Anıların sonunda “Hayattan Kurtarılmış Sahneler” bölümü var. O resimlere baktığınız zaman Nazlı Eray hep gülümseyen bir güzellik içindedir. İçinden nasıl bir çağlayanın aktığını, hangi savrulmalardan geldiğini gizlemeye çalışan bir gülümseme... Üzgün bir güzellik içinde göründüğü tek bir resim var: “İstanbul’u terk etmeden önceki üzüntülü halim” diyor. Hemen üstünde de Ege’nin elleri arkasında bir resmi. Ege, Nazlı Eray’ın gerçek seviyi tanıdığı insan. Duyarlı bir iç dünyası olan Nazlı Eray gibi bir genç kızın sevi yıkımı ne demektir? Onun yorumuyla anlamaya çalışalım: “Kalamış, Beyoğlu, Ege’nin dünyası, yıllar sonra rüyada görülünce bile insanın içini yakan ilk aşk. Kalp acıyla ikiye bölününce insan ne yapar? İstanbul’un en güzel, en ince minareleri kalbime saplanmıştı sanki, avucumda kırılan nardan üstüme kan akıyordu. Kaçtım şehirden. 18 yaşındayım, hayat önümde upuzun bir yol.” Daha gencecik bir kızdı o! Duygularını dengelemeyi ne bilsin! Hem tutarsız bir insanı anlamak da kolay değil ki: “Olaylar çok üzmüş, yıpratmıştı beni. Ege’nin tutarsızlığı... Yormuştu beni her şey. Güzel rüyam bir karabasana dönmüştü. Acı içindeydim. Dünyam yıkılmıştı.” Ege ile arasında bir başka kız daha vardır: Esenyel. O olsa da Ege’yle işler yolunda gidebilirdi. Ege’nin Esenyel’i sevmesi ilişkilerinin bozulmasına yol açmayabilirdi. Ama sevi öyle büyülü bir ilişkidir ki, insan, anlamsız bir ayrıntıyı onur sorunu yapabiliyor: “Ne zaman başladı Ege’yle kavgalar? Bir darılıp bir barışmalar, bir ayrılıp bir birleşmeler... Ne korkunç şeylerdi bunlar benim için.” ESKİ GÜLHANE Nazlı Eray’ın anılarında ikiz kızlarının olduğu o ilk evlilik dönemi anlatılmıyor. Ancak 1971 yılında kızları üç yaşındayken geçirdiği bir bağırsak düğümlenmesi nedeniyle “Eski Gülhane”ye yatırıldığına, iki yılı aşkın dört ameliyat geçirerek iyileşebildiğine anılarında geniş yer veriyor. Eski Gülhane... Nazlı Eray’dan bir on yıl önce orada cerrahi uzmanlığına çalışmıştım. Koridorun bir yanı Birinci Cerrahi, öte yanı İkinci Cerrahi’ydi. Hocam Necmi Ayanoğlu hem Birinci Cerrahi’nin hocası, hem de Gülhane’nin komutanıydı. Nazlı Eray hastaneye kaldırılışını şöyle anlatıyor: “Karnıma saplanan korkunç sancılarla kıvranmaya başlamıştım. Yüzüm boncuk boncuk ter içindeydi. Gittikçe artan sancı beni kıpırdayamaz hali getirmişti.” Bir hasta uzun süre hastanede yatmışsa, birkaç ameliyat geçirip ölümle yüz yüze gelmişse, onun hastanedeki çalışma düzenine bakışı daha anlamlıdır. Hele Nazlı Eray gibi hastalanan bir romancı, kendine özgü yorumlarıyla olaylarla insanları değerlendirirken, artık görülmeyeni de görmeye başlar. Bakıcı Reşide Hanım’ın sevi ilişkisi de hastanın gözünde değişik bir anlam kazanır: “Ne gecelerdi onlar Reşide Hanım, aşkın, tutkunun, umudun, acının, ölümün birbiriyle sarmaş dolaş olmuş, odanın ortasında somut bir heykel gibi durduğu geceler...” Ölümden sonra yeniden yaşayacak mıyız? Eyüp’te, Piyer Loti Kahvesi’nden Haliç’i izleyen Nazlı Eray “Samsara” adlı kokunun içine dağıldığını duyar gibi; Ege’ye duyduğu ödünsüz seviden, çürüyen bağırsağını iyileştiren bıçak yarasından, “Yaşlı Ejder”le yaşadığı çıkar ilişkisinden kurtulmuş da, yeniden doğmuş gibi bir değişim içindeydi. Belki de Samsara’da insanı yaşamaya kazandıran böyle bir büyü vardı. Nazlı Eray bu üç olayı zamandizin içinde anlatmıyor. Yeni yaşama serüveninde bu olaylar sanki iç içe geçmiş bir oluşum gibi onu bütün olarak etkilemiş. Ama okuyan bunu yadırgamıyor. Sanki “bir banyo deliğinden içeriye akmış zaman.” Yerleşeceği yeri biliyor. EgeGülhaneEjder üçlemesinde Nazlı Eray’ın ölüp ölüp dirilmeleri var. Onun yüzündeki kim bilir kaç anlama gelen gülümseme olmasaydı bu yıkımlara katlanarak yeniden doğabilir miydi? Pir Sultan Abdal’ın dizelerini anımsayalım: “Şu ellerin taşı hiç bana değmez İlle dostun gülü yareler beni.” Nazlı Eray’ın o eskimeyen gülümsemesi olmasaydı bunca acıya katlanabilir miydi? “Dostun gülü” gibi bir gülümsemeydi o! Ege’yi de, Ejder’i de, ölümü de yaralamasını bildi. Kendinin gerisinde durup olaylara, insanlara o çiçek gibi gülümsemesiyle bakmasını bilen Nazlı Eray, asıl kendini koruduğunun ayrımında bile değildi. Bu sayfayla iletişim kurabilmek için dergilerinizi ve kitaplarınızı aşağıdaki adrese gönderiniz: 2011 Behçet NECATİGİL Şiir Ödülü 2011 Ceyhun Atuf KANSU Şiir Ödülü Büyük çoğunluğun şiirden uzaklaşarak Türkçe'nin şiirsel bir dile gerek duyduğu bir aşamada, Ferruh Tunç, böyle karmaşık ve parçalanmış bir dünyayı ve onun bir bukalemun gibi durmadan biçimden biçime giren canlı ve cansız varlıklarını, yaşadığımız çağa özgü çarpıcı imgeler, ezgisel zenginlik taşıyan bir ritim düzeni ve hayranlık uyandıran bir lirizm ve ironiyle yansıtmayı başarıyor. Cevat Çapan Mustafa Şerif Onaran Hekimköy Sitesi 20. Sok. No: 8 06800 ÜmitköyAnk. Tel.: (0312) 235 91 11236 23 46 SAYFA 30 19 MAYIS 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1109
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle