09 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K aan Arslanoğlu, “Ben, politik psikolojik roman yazıyorum ama işin aslında bütün romanlar politiktir” deyip ekliyor: “Porno bir roman yazsanız da, tarihi bir roman yazsanız da politika vardır işin içinde.” (Hekimden Hekime dergisinden aktaran Hikmet Altınkaynak; Türk Edebiyatında Yazarlar ve Şairler Sözlüğü, Doğan, 2007) Arslanoğlu, doğru söylüyor elbette. Çünkü bireyi yalnız doğal, toplumsal çevresi değil, yanı sıra bunların belirlediği bir kültürel çevre de kuşatıyor; sınıfsal, ırksal, dinsel, dilsel, cinsel vb. usunuza ne gelirse artık. Birey, “siyasal varlık” olup çıkıyor sonuçta… Ama yine de biz, farklı temelde “siyasal roman” kavramı geliştirdiğimize göre yazında, bunun bir açılımı da olmalı! İlkin yazarın amacında aranması gerekiyor herhalde bu. Eğer yazar, bireyi koşullandırıp saran çevreyi, yaşadığı çatışmaları, diyalektik bir çözümlemeye dayalı olarak aktarma hedefine yönelmiş de, kurguladığı bu roman gerçekliği çerçevesinde okurun da kendi yaşantısını yorumlayıp yerli yerine oturtabilmesini amaçlamışsa bu tür romanlar için “siyasal roman” nitelemesi getirmek ötekilere göre görece daha kolay olacaktır. Fethi Naci’den bozmayla orta malına dönüşen seslenişle “İnsanımız, olup bitenleri tarih kitaplarından çok romanlardan öğreniyor” denir ya hani, bu görüş de “siyasal roman” algısını bu yönde zorluyor bir bakıma. Yazar yanlı bile olsa, okur, kendi dünya görüşünden ötürü ideolojik bağlamda yazara uzak da dursa, bu kavrayışla verimlenmiş tüm romanların siyasal roman olarak alınabileceği, ötesinde, yararlılık temelinde bütünü pekiştiren parçalardan birine dönüşeceği öngörülebilir. Konuya bu açıdan bakıldığında, yazınımızda siyasal roman kaleme alan azımsanmayacak sayıda yazarın adından söz edilmesi olası hale geliyor. Bunların bir bölümü romanlarını, düz değişmeceli temelde kurar, anlatımcı ağırlıkta yapılandırırken bir bölümü daha kapsayıcı soyutlayımlar, hatta bilimkurguyla, aykırı gerçekçilikle, gerçeküstüyle vb. içlidışlı dönüştürümlerle çıkıyor karşımıza. Siyasal roman yazarlarının farklı bir kolunu da, yapıtı polisiye örgüyle bütünleyen, bu temele yaslayarak verimleyen adlar oluşturuyor bana göre… Bunlardan özellikle üç yazar, bu yöndeki tutumuyla öteden beri dikkati çekiyor denebilir: Mehmet Eroğlu, Fatih Atila, Kaan Arslanoğlu… SİYASAL ROMANIN POLİSİYEYLE KOL KOLA DANSI... Andığım üç yazardan Kaan Arslanoğlu’nun bütün romanları üzerinde durmuştum farklı yazılar halinde “Kitaplar Adası”nda. Fatih Atila’nın da iki romanına yer açmıştım, ama Eroğlu’nun romanlarından söz edemedim bugüne dek. Yapıtlarına eğilemediğim azımsanmayacak yazar var daha. Okumadığımdan değil, günün birinde bu yazarlara da uzanacağım kuşkusuz… Bir biçimde dış dinamiklerin oynadığı rolün de katkısıyla vektörel değişimle üzerimize çığ gibi inen yaşadığımız son on yılı, andığım üç yazarın polisiye örgülü siyasal romanları eşliğinde okumak, Fethi Naci’nin çok yerinde belirttiği üzere dönemi daha iyi anlamamızın önünü açıyor… Ancak ben bu yazıda Eroğlu ile Arslanoğlu’nun yapıt adlarının yol açtığı çağrışımlar eşliğinde iki romana odaklanarak, siyasal romancılığımız içinde söz konusu son on yılın bu dönemecinde yazınsal açıdan ortaya çıkan yansımaSAYFA 22 ? 1 ARALIK itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA K ‘Kusma Kulübü’nden ‘Reenkarnasyon Kulübü’ne siyasal romanımız... bağlamında alınabilmesi olası. Çünkü tek bir noktadan geliştirilen bir çığ bağlamında alınabilir anlatı. Hayatın bir küçük penceresinden bakarken, bütüne değgin tam bir yorumlamaya gidilmez mi, öyle işte… Şimdi her iki romanda on yıl arayla yaşanan dönemin kargaşasına kuşbakışı göz atarak bunun andığım romanlardaki yansıtımına göz atmaya çalışalım… Kusma Kulübü, 1999–2001, Reenkarnasyon Kulübü ise 2009–11 arasında kalan birkaç yıllık süreye odaklanıyor. İlkinde koalisyon dönemindeki çatlamalar, ekonomik kriz, erken seçim vb., ikincisinde referandumun öncesi, sonrası, kurum içlerinin boşaltılışı, seçim vb. yaşananlar, çatışma, kargaşa, oldubitti ile harmanlanıp doğrudan dillendiriliyor. Görüldüğü üzere, romanlar sanki birbirinin süreğeni izleksel bütünlük sergiliyor. Genelde gözlendiği üzere, bunlara Kürt sorunsalı, şeriatçı yapılanma, sosyalistler arasında süregelen söyleşimsizlik de ekleniyor. Mehmet Eroğlu, yapıtın girişinde yoğun örgülü ilmeklerle karşılıyor okuru. Bir polisiye örgüyle karşı karşıya kalınacağını ilk ağızda ele veren bir açılım bu. Bir deste iskambil kâğıdından beklenebilecek, yaşanması kesin bir “heyecan”… Nitekim kâğıtlardaki karakter gibi roman kişileri de birer oyuncu olarak sahne alıyor. Niceleri yapılsa da film de çevrilebilir bundan, polisiye örgülü öteki siyasal romanlardan da. Bir sosyal eşkıyalık olgusu bağlamında “kusma kulübü” etkinliğiyle kazandırılacak bir rüzgâr da düşünülebilir bu arada. Nitekim Arslanoğlu, “Işıtan Abi’nin çevirdiği” (30) Eric Hobsbawm’dan Sosyal İsyancılar’a (Türkçesi: Necati Doğru, Sarmal, ikinci basım, 1995) değiniyor zaten. Eroğlu “kusma” eğretilemesi için uçurucu, parlatılmış, bol imgeli dil kullanıyor. Ancak “Kusma”, toplum düşmanlarına karşı giderek kendiliğinden gelişip ortaya çıkan bir karşı koyma dürtüsüyken kronik hale geliyor süreç içinde… Ama kulüp üyelerinin asıl ava ulaşmak amacıyla yem yapmak istediği, BB kısaltmasıyla anılan magazin gazetecisi Betül Belgi’nin yardımcısı şöyle diyecektir kusma dürtüsüyle dolaşanlardan biri olarak anlatıcıya: “Soyluluk, erdem, ilke… Bunları unut, ya da bırak başkaları uğraşsın. Bunlar out… (…) İnsanlar ciddiyetten sıkıldı. Toplumun nabzı dediğin, işte kısaca bu…” (156, 157) Arslanoğlu da bu doğrultuda bir “manken konuşması” ile “yeni yetme kız konuşması”ndan söz ediyor romanında.(9,42) Böylelikle Eroğlu, Kaan Arslanoğlu bir vicdan sorunsalıyla yüz yüze getirmiş oluyor bizi. Giderek romanda geniş bir yere oturuyor. Ne ki anlatıcı, kusmaya dönük dürtüsünü yatıştırabilmek için “iç ses”iyle bir yol buluyor kendine: “Kulağımın dibindeki şeytanla aynı anda fısıldadık: ‘Vicdanın, vicdanım yok…’” (185) “Vicdanıma kulak verirsem, sonunda (.) sürekli kusma illetine yakalanacağımı biliyorum.” (193) Mehmet Eroğlu, romanlarında artalan, yan anlam örgüleri kurarak anlatısını çağıltılı hale getirmede belirgin düzey tutturuyor. Bunları imgelerle geliştirmek yerine anlam örgülerine yoğunlaşıyor. EROĞLUARSLANOĞLU, SİYASAL ROMANDA ÇAPRAZ ATEŞ... Kaan Arslanoğlu, Reenkarnasyon Kulübü’nü, anlatıcının umutumutsuzluk girdabında gezinen döngüsü üzerine yapılandırıyor. Bu, çağımızın da temel sorunsalı kuşkusuz. Ancak bunu, alaysamayla dengeliyor yazar. Bunun için akaduran anlatıyı bir anda keserek yabancılaştırma etmeni yaratıp bir çalım alaysama aynasıyla yüz yüze getiriyor okuru. Gülecek miyiz düşünecek miyiz; ikisini de yapmaya koşturuyor yazar bizi. Kuşkusuz bu, Arslanoğlu’nun köpürtülü cinliğinden kaynaklanıyor. Öte yandan o, bir “açık kalem”, Eco’nun “açık metin” deyişindekine benzer biçimde. Ancak yukarıda kimi notlar halinde, özellikle “kulüp” odağında değindiğim iki roman, polisiyelerde karşımıza çıkan çizgiselliğe karşın başarılı birer siyasal roman olarak değerlendirilebilir… Bu da yapıtlardaki evrenlerin boşluk ya da eksiklik barındırmayan konumundan, kişilerinin tam bir doygunlukla yansıtılmasından kaynaklanıyor daha çok. Özellikle Kaan Arslanoğlu, doğrudan kendisinden kalkarak, ama bunu alaysamalı bir soyutlayım eşliğinde dönüştürüp kurduğu şirin yazar anlatıcıyla göz dolduruyor. Mehmet Eroğlu’nun anlatıcısı Umut ise, tam anlamıyla yerli yerine oturamıyor. Özellikle annesiyle sorunlar yaşayan, İstanbul taşralısı otuz iki yaşındaki (196) biri olarak günümüz gençlerinin tepeden bakan havasıyla dolaştırmak onu, her zaman yerine oturmuyor. Hele aforizmalar üfürdüğünde… Ama ötekiler; başta apartmandakiler (Kadir, Selim, Zilan vb.), “Kusma Kulübü”nün lideri Nihan roman kişileri olarak hep yerli yerinde. Aynı şekilde Arslanoğlu’nun da sevimli ayakkabı tamircisi Enver Usta, bilişimci Serhat birer roman karakteri olarak tam anlamıyla doyuruyor okuru. Hatta İnci de. Ama Ferdi için bunu söyleyebilmek güç, ötekilerin yanında çizgisel kalıyor enikonu, Salim’in, Emre’nin yanında bile. Polisiye örgüden yararlanan romanda, olayların yol açtığı gerilim ağır basıyor. Bu da romanın iç dinamiğinde görece geri iteklenme yaratıyor. Böylece okur, polisiye yutarcasına ya da oyun izlercesine daha çok gerilimin hızına tutunarak ilerliyor… Tıpkı hızla giden araçta yaşanan yararcı haz temelinde gözlendiği üzere… Ne var ki hız kesilince roman görece de olsa akaduran dinamiğini yitiriyor sanki, düz anlatıma dönme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. İniyorsunuz araçtan; hız, o yakada kalıyor, siz bu yakada yığılıyorsunuz. Kavramsal derinliğin, tortunun birikmediğini duyumsuyorsunuz elinizde olmadan… Ancak polisiye örgülü romanların, bir de sondan başa okunması gerekiyor. Öyle ya, yazarlar bu anlamda romanlarını çapraz ateşle donatıyor çünkü. Birkaç hafta sonra siyasal romanın burasından konuyu sürdüreceğim. ? sına eğilmek istiyorum. Mehmet Eroğlu’nun Kusma Kulübü (Agora, dördüncü basım, 2005), Kaan Arslanoğlu’nun Reenkarnasyon Kulübü… (İthaki, 2011) İşte iki yazar, iki de roman… Öncelikle romanların birbirinden bağımsız, özgün niteliklerle kendilerini gösterdiğini belirteyim… Adlardaki “kulüp” sözcüğüne bakarak bunların esinli ya da benzer romanlar olduğunu imliyor değilim kesinlikle. Besbelli, “kulüp”, yazarların seçmek zorunda kaldığı bir sözcük. Peki kulüplere özgülenmiş romanlar mı bunlar bu haliyle? Gelin hadi, bu açıdan bir dalış yapmaya girişelim yapıtlara… Kusma Kulübü’nde romanın anlatıcısı Umut, ona eşlik eden öteki kişiler aynı apartmanda kat komşuları olarak karşımıza çıkıyor. İşsiz kaldığı bir anda İznik’e dönmek zorunluluğu duyarken Umut, bir yolla içine çekildiği “kusma kulübü” “patron”u aracılığıyla işlenişini de yine bir komşu (Kadir) yoluyla, onun rastlantısal katkısıyla sağlıyor. Roman evreninde apartmandaki bu komşuluk ilişkileri düzlemi bir yanda, kulüp üyeleri ile kulübün ilişkilendiği çok farklı çevreden öteki kişiler başka bir düzlemde olmak üzere, tümü birbiriyle sarmal gelişim içinde iki ayrı katmana dönüşüyor. Reenkarnasyon Kulübü’nde anlatıcı olan psikiyatrici roman yazarı, iki farklı kentte yaşasa da Kadıköy’deki Nâzım Kültür’ün bahçesini, lokalini kendine merkez yapmış gibi görünüyor. Partili bir arkadaşının önerisiyle ruh göçü düşüncesine kendini kaptırmış, başka ruhları bedeninde taşıdığına inanan öteki iki kişiyle tanışıyor. Biri Atatürk’ün ruhunu taşıdığına inanan kendi halinde ayakkabı tamircisi (Enver), öteki anlatıcının bulgulamasıyla İbrahim Kaypakkaya’nın ruhunu taşıdığı sanısı içindeki bir inançlıdır (Serhat). Burada da roman düzlemleri ikili sarmal katman oluşturuyor görüldüğü gibi. ROMAN EVRENLERİNİN BİZİ SÜRÜKLEDİĞİ ALAN... Gerek apartmanla Nâzım Kültür’ün bahçesi, gerekse kulüp üyeliği/ortaklığı, ister istemez mahfile benzer bir roman evrenini çağrıştırıyor. Sıkışmışlık, ötesinde çıkışsızlık bir polisiyenin arayıp da bulamayacağı taban yaratıyor kuşkusuz. Yanı sıra bir toplumsal baskılanmayı da imliyor aynı zamanda. Sığınılmış veya toplanılmış bir yer… Yazarlar, bu yöndeki algıyı kışkırtıyor da üstelik… Yapıtların, bu açıdan birer oda oyunu ya da müziği Kaan Arslanoğlu 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1137
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle