Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K oman sanatı” denilen şey, dar köprünün bir yakasından öte yakaya geçmek için sergilenen hüner… Alacaksınız bu yakanın olgusal yaşantılarını, yaşamsal gerçeklikleri, yığınla kişiyi, sonra bunları soyutlayıp dönüştürüp, kendi gerçekliklerinden arındırarak kurmaca evrene oturtulmuş roman düzleminde sağ salim öte yakaya çıkaracaksınız… Böylesine sıkıntılı bir geçide “Sırat Köprüsü” denilmez de ne denir? Hem köprü dediğiniz ille öte dünya bilgisi içinde yer alacak değil ya? Keçilerin geçmek için çabaladığı köprü de anımsanabilir bu arada. Hani iki inatçı keçi karşılaşmış ya köprüde… Bunlardan biri “roman keçisi” ise, öteki “eleştiri keçisi”… Ya birbirlerine geçit verecekler, ikisi de sağ salim ulaşacak karşı yakaya, ya da biri ötekini atacak köprüden, belki ikisi birden yuvarlanacak aşağıya… Romanları okumakla onlar üzerine yazmak, iki inatçı keçiyi böylesi bir Sırat Köprüsü üzerinde karşılaştırmaya benziyor… Bu çerçevede mutsuz okumalar kadar mutluluk verici okumalar da olabiliyor… Üzerine yazılan her romanın ille beğenilmiş kitaplar olacağı düşünülmemeli yine de. Örneğin Fethi Naci, “vasat” diye nitelediği kitaplara eğilmez, sıra dışı romanlar üzerine yazardı, bu yaklaşımını apaçık dile getirmişti. Onun için sıra dışı, beğendiği roman da olabilirdi, hoşlanmadığı, hatta yazarını okumaya “tövbe” edeceği kötü bir roman da… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Sırat köprüsündeki roman sanatı üzerine... Mişon’un ilişkilendiği insanların yaşamı tragedik oluntularla kesilirken bu hüzünlü burkulmalar gerek kendisinin gerekse ötekilerin yaşamındaki toplumsal uğraklarla durakların daha iyi açılımını sağlıyor romanda. Dizman ise genç öğretim üyesi arkeolog Sinan’ın, dedesinden kalma günceyi temele alarak, gerek kendisinin gerekse dedenin ilk gençlik yıllarına dönüp adeta bu dönemlerle hesaplaşmak üzerine temellendirerek yazmaya koyulduğu bir iç romanla harmanlıyor yapıtını. Bir açıdan roman kahramanları aracılığıyla söz konusu dönemleri, bunların yaşandığı uzamları yeniden kurmaya girişiyor Başka Zaman Çocukları’nda. Proust gibi geçmiş zamanın peşine düşüyor bir bakıma. Yarattığı roman kahramanları Özcan’la Reyhan’a dayanarak sorguluyor kendisini. Şaylıman, belki genel olarak toplumsal dinamikler yönündeki hareketlenişimiz üzerinde duruyor denebilir, Dizman ise bu yönde ama daha çok bir kentlilik bilinci, kültürü izleğine dayanarak yapılandırıyor romanını. Sözgelimi Mişon, anlatıcıya göre, “zamana meydan okuduğunun bilincinde”dir. (17) Ama “hayatın alfabesinde değinilmedik ne kal(mıştır ki)?” (101) Sinan’ın roman kahramanı Özcan ise ilk gençlik çağının sevgilisine, “Biz başka zaman çocuklarıyız Reyhan; unutulmaya yüz tutmuş bir zamanın çocuklarıyız” (33) diyecektir. “Bir kent, yaşananları bu kadar çabuk unutabilir mi, yaşanmamış sayabilir mi?” (132) Bir türlü cesaret edilemese de başka zamanları deşen romanlar olarak da alınabilir bu bağlamda andığım yapıtlar. dan da yazınsallık beklenecektir ilkin. Bir belgesel romanda yazar belgeyi bozamaz elbette, ne var ki bunun yeni bir yorumla, bakışla ele alınmasını sağlayabilir. Sağlamalıdır da ayrıca. Bu anlamda bozulmamış belge, kullanmalık iletişim dilinin, örneğin gazeteciliğin bir nesnesi olabilir. Sanatçı belgesel romanındaki belgeye, yalnızca kendisinin yorumladığı, saltık anlamda kendisinin olan bir biçem kazandırmak zorunda… İşte o zaman biz, belgeyi, o şeyin nesnesinin gerçekliğin kendisi olarak almakla birlikte buna dönük bakışımızda, yazarın bizde farklı kanallar açtığını, yeni çevrenlere doğru bizi kışkırttığını görebiliriz. Şaylıman’la Dizman’ın, sözlü tarih tanıklıklarını, belge niteliği taşıyan anıları, ustalıkla romanlarına harç yaptığı söylenebilir. Gerçekten bu öğelerin birer dolgu gereci biçiminde kullanılmadığı, yamalı bohça eklentilere dönüşmediği görülebiliyor ilk bakışta. Yapıtlar, evrenlerdeki belirsizlikle, karakteri açıklamak yerine onların ruhsal katmanlarıyla bizi tanıştırmakla, geçmişten bugüne yaşadıkları serüveni çok daha iyi alımlamamızı sağlıyor. Bu yanlarıyla bıçak sırtı yapı sergilediği düşünülebilir romanların. Ancak bütün bu olumlu yanlar bir yana, zaman zaman belgelerin, anısal aktarımların sıralandığı, bir çalım anlatımcılıkla yetinildiği izlenimi doğmuyor değil. O zaman romanın, yığma ayrıntılarla yol aldığı sanısına kaptırabiliyor insan kendini elinde olmadan. Kahramanlar gerçektenliklerini yitiriyor hemence. Nitekim bu insanların psikolojik oluntularını, iç fırtınalarını, ruhsal çalkantılarını alımlamak yerine bunları okuyup öğrendiğimiz “hanım hanımcık” anlatı yayvanlığına kayabiliyor hızla romanlar… “R Okuduklarım üzerine yazarken, kendi payıma bunları “eleştiri disiplini” içinde değerlendirmek yerine yazarla, okurla kol kola girilmiş birer kitap yazısı biçiminde alıyorum. Onun için de hemen her romana, öyküye, oyuna, denemeye, eleştiriye vb. uzanmaya, düşünce savrulmalarından oluşan “kitapça” yazılar kaleme almaya çalışıyorum. Bu arada görmediğim için yazamadığım, gördüğüm halde bir türlü yazma fırsatı bulamadığım çok roman oluyor. Nitekim yazamadıklarım, yazabildiklerimin kat kat üzerinde. Beğensem, beğenmesem de beğendiklerimin beğenmediğim, beğenmediklerimin beğendiğim yanları çıkabiliyor karşıma… Sanat yapıtları, yalnızca güzelin iyinin ya da çirkinin kötünün değil bütün bunların birlikte harman olduğu bir yapı konumu taşıyor. Herhangi romanı, roman eleştirisiyle Sırat Köprüsü’nde karşı karşıya getirmek tek bir keze özgü iş de değil! Çünkü romana bağlı yüzyıllara yayılarak süregidecek eleştiri de öngörülebilir. Hangi kavrayışa, hangi okula dayalı olursa olsun değişen düşünceyle, insanla birlikte roman eleştirisi de değişiyor. Estetik alanın temel ölçütleri varlığını korusa da… Bundan ötürü değerlendirmelerimde yargılayan değil sorgulayan bir tutum izliyorum daha çok. Bunlardaki göreceliğin altını çizmeyi savsaklamadan… Bu çerçevede görebilmekte geciktiğim iki romana getireceğim sözü. Ferhan Şaylıman’dan Zaman Geriye Dönmez (Merkez, 2006), İbrahim Dizman’dan Başka Zaman Çocukları (Heyemola, 2006). ROMANDAKİ ZAMANDAN ZAMAN KAVRAMINA... Ferhan Şaylıman’ın ilk romanı Zaman Geriye Dönmez, İbrahim Dizman’ın Başka Zaman Çocukları’yla birlikte gerek yapılandırılan kahramanlarla izlek, konu, gerekse yararlanılan gereçleri kullanma biçimleri bağlamında farklı açılardan, aralarında koşutluklar kurulabilecek iki roman. En başta “zaman”a yönelik sorgulayıcı yaklaşımla dikkati çektikleri söylenebilir yapıtların. Gerçekten roman zamanı olarak günümüz öne serilirken, yaşananlar günce ya da anı yoluyla yaklaşık seksenyüz yıl öncesine geri giden aksa dönük kaymalarla, başarılı karşıtlıklarla getiriliyor yapıtlarda. Şaylıman, tüm yaşamını artık gözler önüne sermekten, çırılçıplak kalmaktan korkmayan, yaşı doksanı aşmış ressam Mişon’un çevresinde, bir müzede gezinircesine hem meraklı hem de bu yaşamın ayrıntılarına, kuytularına bakışıyla tutkulu yangınlar yaşayan bir devlet memurunun özöyküsel anlatımıyla kurup örüntülediği bir evren getiriyor Zaman Geriye Dönmez’de. Üşütücü bir yalnızlık sürdürdüğü halde, yine de kendini ısıtabilmek için çabalıyor sürekli Mişon. Görünenle görünmeyenin sisler içinde birbirine girdiği, bulanık görüntüler eşliğinde bu doksanlık Mişon’un yaşamına yönelirken düzeyli bir romanla buluşuyoruz. Küçük Salih olarak çocukluktan günümüze taşınan bu yaşamın tanıklıkları, özellikle aşk sarmalı, bunun ulandığı toplumsal yaşayış, farklı dönemlerden süzülüp gelen ekonomik işleyiş, göçler, kurulan, dağılan yuvalar, cumhuriyetçiler, bu idealizmle yorulan insanlar, bireysel çıkarların iştah kabartan çekimi… ROMAN SANATININ O ALTIN TERAZİSİ... Bana göre sıcak ama soğukkanlı, içten ama enikonu mesafeli, çıraklıklarla kotarılmış ama matematiksel denge üzerinde ilerleyen bir ustalıkla verimlenmeli yapıtlar. Bu bağlamda her iki romanı da bunun alçakgönüllü örnekleri olarak almak olası… Anlatımcı roman yapıları kurulmuş görünse de bununla örtüşen soyutlayım, dönüştürüm bağlamında kendini gösteren çoksesli yapı, karakterlerden yayılan inandırıcılık hemen dikkati çekiyor çünkü. Her ikisi de yaşamöyküsü izleği temele alınarak verimlenmiş romanlar. Bu çerçevede Şaylıman, enikonu polisiye biçeminden yararlanmakla birlikte Zaman Geriye Dönmez’i serüven sarmalıyla ilişkilendirmekle yetiniyor, o kadar. Buna dayalı olarak okur, heyecanla romanın peşinden seğirtiyor denebilir. Bununla örtüşen bir tutumu İbrahim Dizman’ın Başka Zaman Çocukları’nda da gözlüyoruz. Yazar, roman evrenini, kentlilik kültürü temelinde yapılandırırken Cemil Kavukçu’nun ilk romanlarında görülen izlek, evren, karakter koşutluğu da çıkıyor karşımıza. Ne ki Dizman, Kavukçu’dan farklı olarak kentlilik bilinciyle kültürünün de üzerine gidiyor görebildiğimce. Kasabadaki yaşamı didik didik ederken bunları deşmeye girişiyor. Herhangi romanın duyabileceği gereksinirlikleri yerine getirmiş görünen bu kitaplar, yeterince ilgi gördü mü peki? Roman okurlarından kaçı haberli bu romanlardan? Ne ki roman, ille de okurun ilgisiyle orantılı değer kazanıyor değil! Bir romanın, türe özgü kurallarla yapılandırılmış Sırat Köprüsünden kazasız belasız geçmesi yeterli… Bunu başaran bir roman, okurun ilgisini sonra da çekebilir… Eleştiri bu bağlamda bir görev üstlenebilir mi? Bana sorarsanız eleştiri, okur arttırmaya yönelik bir işlev taşımıyor. Eleştiri, Sırat Köprüsü’nden geçen romanın Deli Dumrul’u, o kadar… ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1065 OLGUSAL GEREÇLERİ ROMANDA YENİDEN KURMAK Her iki romanda da olgusal gereçlerin romana yerleştirilişinde anımsayıştan, daha çok da roman kahramanlarının tuttukları günlükten yararlanıyor yazarlar. Bu doğrultuda birer sözlü tarih belgesi olarak alınabilecek pek çok veriyle, anıyla karşılaşıyoruz yapıtlarda… Kuşku yok ki bu belgelerden çok daha fazla, bunların romana yerleştirilme biçimleri ilgilendiriyor bizi. Bu açıdan bakıldığında romanların “belgesel roman” örneğine uyup uymadıkları tartışılabilir elbette. Mişon’la dedenin roman kahramanları olarak soyutlanıp dönüştürülen kişiliği gerek cumhuriyet öncesi, cumhuriyetin ilk yılları gerekse İzmir, Karadeniz kenti özelindeki yaşamları büyük örtüşme sergiliyor. Bir belgesel roman için en uygun biçemlerden biri bu. Ne var ki bu yaklaşım, romanların bir yerden sonra anlatımcı yanlarla kendilerini dışa vurma olasılığıyla bir tehlikeyi de içinde taşıyor. Bu ise sanattan yayılan büyünün roman evreniyle kahramanlardan yansıyacak uzantısının zaman zaman yitip yok olmasına yol açabiliyor. Peki, nedir belgesel roman, bundan neyi anlamak gerekir? Roman gerçekliği olarak yapıtta kurgusallığın ya da kurmacanın gerektirdiği gerçekliği değil olgusal, yaşanmış, yaşanmakta olan gerçekliği almak, roman evrenini buna dayandırmak demek! Böyle olması, belgenin öne geçmesi, roman estetiğinin bir ölçüde geri çekilmesi anlamına gelmiyor. Belgesel film, belgesel oyun, belgesel resim vb. türlerde ilk önce nasıl sinemasal, tiyatral, görsel estetik bağlamında gerekliliklerin tamamlanması beklenirse bir belgesel roman SAYFA 20