08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? da yaşamak yeterince zıtlık değil mi? Zıtlıklarla çevrili değil miyiz? Nasıl kaçınabiliriz? Zıtlıkları bir arada ele almak "gerekli" diyemeyeceğim. Bence hiçbir şey "gerekli" değil. Pek hassas bir nokta: Edebiyatın modern yaşamdaki yeri... Açıkçası, bilmiyorum. Tek bir şey biliyorum: Edebiyatın benim yaşamımdaki yeri ile birçok insanın yaşamındaki yeri arasında uçurumlar var; bu da beni hüzünlendiriyor. Ödüllü kitaplar dışında hangi edebiyat yapıtlarıyla kimler, neden ilgileniyor, araştırılsa, açıklansa da öğrensek. Okurla yaşam gerçeğini paylaşmaktan öte bir niyetim yok. Yazmak yalnız yapılan bir iş; okunmak ise bu yalnızlığa ilaç oluyor besbelli. Okurla buluşamayan bir yazar kururmuş gibi geliyor bana. Bilmediğiniz, tanımadığınız birilerine bildiğiniz, tanıdığınız şeyleri aktarmak müthiş bir şey. Bu keyfi ilk kez gazetecilikle tatmıştım. Öykü yazarak birilerine bir şeyler öğretileceğini sanmıyorum. (Aslında insanın öğrenmek istediklerini öğreneceğini, ne yaparsanız yapın istemediklerini asla öğretemeyeceğinizi sanıyorum.) Bu kitapla okura demek istediklerimin her okur için aynı olabileceğini de sanmıyorum. Zaten ne demek istediğimi iyi bildiğim de söylenemez. Yaşam parçalarından yakalayabildiklerim, zapt edebildiklerim, dile getirebildiklerim, kılık değiştirtebildiklerim bunlar. Becerebilseydim onlardan yalnız öyküler değil, resimler ya da ezgiler de yapardım. ŞEHRİN KARMAŞASI Şöyle bir önyargı vardır: Yazmak için sahilde bir kasabaya gitmeli. Büyük şehrin karmaşası ve hızında insan yazmaya ve okumaya yeterince vakit bulamıyor diye. Bunu tecrübe etmiş birisi olarak, acaba gerçekten de öyle mi? Sizin üretkenliğinizi biliyoruz. Bodrum'a yerleşmek, İstanbul'a göre sizde yazma ve okuma konusunda nasıl bir etkide bulundu? Öykülerinizde günler, haftalar, aylardan daha çok, hep mevsimler var. Mevsimlerin izleğine göre öyküleriniz ortaya çıkmış gibi sanki. Bodrum'da zamanla kurduğunuz ilişkide bir değişiklik oldu mu? İstanbul'dan ayrılıp başka bir yerde yaşama isteğimin yazmakla ilgisi yoktu. Yaşamın tadını yeniden yakalamak çabalarıydı. Sanırım yazmak isteyen insanın yapısına göre değişir nerede yazmayı uygun bulduğu. Ben bir zamanlar yirmiotuz kişinin bir arada çalıştığı, bağırıp çağırdığı mekânlarda harıl harıl yazabiliyordum, belki yine yazabilirim. Yeter ki yaşamdan, yaşadığım ortamdan tat alayım. Kimileri de bunaltıcı bir kargaşanın içinde kavga ederek, düşmanca ilişkilere batıp çıkarak bir tür tat buluyor, o tadı alınca da keyifle yaşıyor ve yazıyor. Galiba benim için mesele kentsel yapının insan boyutunun çok dışına çıkması. Kendi kendime sorduğumda "kentli misin" diye, bir türlü "evet" demeye dilim varmıyor. Kentleri seviyorum, ziyaret etmekten çok hoşlanıyorum, ama içlerinde yaşamak istemiyorum. İstanbul'un Bostancı semtinde büyümüş, ömrünün neredeyse yarısını orada geçirmiş biriyim. Evden denize giderken bahçelerden geçtiğimi, asfalta çıkınca canımın pek sıkıldığını dün gibi anımsıyorum. Baharın kokusunu keyifle içine çekmeden bahar nasıl yaşanır, anlamıyorum. Zaman meselesi öyle can alıcı bir mesele ki... Kentlerde kişisel zamanımızı oluşturmaya çalışıyoruz. Genellikle kurgulanmış zamanlara hapsediliyoruz. Belirli saatte uyanmamız, belirli süre içinde bir yerden ötekine gitmemiz, saptanmış zaCUMHURİYET KİTAP SAYI manda bir yerde olmamız... Hep zaman baskısı. Zaman adeta bir kıskaç kentte. Yetişmek çabası hep gündemde. Oysa her şeyin kendi zamanı var. Mehtap bir şeye yetişmek için doğmaz, insan zorlamadıkça hayvanlar kendi zamanlarında yaşarlar, hiçbir ağaç zamanından önce yaprak vermez. Hiçbir bebek öteki bebeklere yetişmek için vaktinden önce büyümez. Her insanın da kendi zamanı var. Nasıl birinin burnu ötekiyle tıpatıp aynı değilse, kimsenin zamanı da ötekine tıpatıp uyamaz bence. Doğal ritmi zorlayan kentsel yaşam bu yüzden insanları tedirgin ediyor, bunalımlara sokuyor, diğer insanlara (hatta tüm yaratıklara, tüm dünyaya) karşı hoşgörüsüz yapıyor gibi geliyor bana. Elbette biliyorum insanların yaşama savaşı için kentlere başvurduklarını, istemeyerek o akıntının içinde sürüklendiklerini. Ben de yaptım bunu uzunca bir süre. Besbelli canıma tak etmiş, yorulmuşum. Özetle: Bodrum'da zamanla aram düzeldi, kendi zamanıma kavuştum. GÜZELLİKLER VE AKSAKLIKLAR Son yıllarda öyküye yoğun bir ilgi olduğu söylenip yazılıyor. Sizce bu doğru mu? Ya da hep vardı da, internet vb. araçlarla daha görünür bir hale mi geldi? Kitaplar, yoğun bir sirkülasyon yaşıyor. Bir kitap en fazla bir hafta, o da iyi bir tanıtımla hak ettiği ilgiyi üzerinde topluyor. Ardından çıkan başka yapıtlarla, o kitabın yeterince tartışılamadan gündemden düştüğüne tanık oluyoruz. Bunun nedeni üretilen yapıtların zayıflığı mı, yoksa işleyen yapının aksak yönlerinden mi kaynaklanıyor? Günümüz öykücülüğüne dair genel bir değerlendirme istesek sizden, bize neler söyleyebilirsiniz? Sosyoloji biliminin topluma yetişemediği bir dönemden geçiyoruz gibi geliyor bana. Haberleşmedeki sürat hepimizin başını döndürüyor; kitaplar da kaçınılmaz olarak bu süratin rüzgârına kapılıyor. Sanırım insanoğlu oldum olası geçmişi bugünden daha çok beğenmiş ve gelecekten korkmuş. Sonra da bir bakmışız bugün, ardından da gelecek geçmiş oluvermiş... Geçmişte her şeyin mükemmel olduğunu nasıl söyleyemezsek, bugünün de kendine göre zaafları olduğunu kabul etmeliyiz. Her çağın kendine göre güzellikleri ve aksaklıkları var. Internet insanlara inanılmaz ufuklar açtı, ama bence henüz tümüyle hazmedilmedi. Daha da kim bilir neler çıkacak insanın karşısına. Bugün bir insanın internete girip klasik metinleri beş kuruş vermeden (elbette yabancı dil biliyorsa) okuyabilmesi bundan on beş, yirmi yıl önce akla gelir miydi? Edebi yapıtları kapı kapı dolaşıp aramak (bazen de bulamamak) yerine birkaç tıkla kapımıza getirtebileceğimizi kim hayal edebilirdi? Bu baş döndürücü ortamın değerlendirilmesini olanaksız buluyorum ve (iyimser ya da kötümser) kesin hükümler verebileceğimi sanmıyorum. Çağdaş öykücülüğümüze yetişebildiğimi söyleyemem. Elimden geldiğince kovalıyorum. Yalnızca basılı yayınlarda değil, internet ortamındaki çeşitlilik akıl alır gibi değil. Türkiye'deki yazın dünyasında çeşitliliğin artması beni son derece sevindiriyor. Çeşniyle birlikte okurun dünyasının da zenginleştiğini umuyorum. Yorulmuş, doğayı özlemiş, kent rüzgârından kaçmış olabilirim, ama bir şeylerin hep kötüye gittiğini asla düşünmüyorum. ? Suskun Güneş/ Zeynep Avcı/Sel Yayıncılık/ 104 s. 901 SAYFA 33
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle