17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CBT 1501/25 Aralık 2015 AZİZ SANCAR DOĞAN KUBAN BOZKURT GÜVENÇ Nobel Ödülü ve Yüksek Öğretim İletişim çağında teknolojide bütünleşmiş bir dünya var. Aziz Sancar Mardinli. İstanbul’da tıp okumuş. Askerliğini yapmış. Yüzbinlerce Türk gibi, geleceğini Amerika’da planlamış. Amerikalı ile evlenmiş. Amerika ona milyonlarca dolar araştırma parası vermiş. O da bir Amerikan üniversite üyesi olarak, bir Nobel Ödülü kazanmış. Burada kişilik ve yaratıcılık konusunda temel, Aziz Sancar. Ama bir üniversite olarak ona destek olan bir Amerikan Üniversitesi ve Amerikan devleti. Mardin’li doktora Cumhurbaşkanımız, Nobel aldığı için değil, ben Türküm dediği için sahipleniyor. Demese, Aziz Sancar ve Nobel Ödülü’nden kimse haberdar olmayacak. Ne var ki Sancar’la övünen bir Türkiye’nin bilimden ve bilimin nasıl üretileceğinden haberi olması, Sancar’la övünmesinden daha önemlidir. Darülfünun’u bir türlü üniversite niteliğine kavuşturamadan göçüp giden Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra, 1933’de Darülfünun yerine geçen İstanbul Üniversitesi ve 1944’te Yüksek Mühendis Mektebi’nden dönüşen İstanbul Teknik Üniversitesi’nden başlayarak, bugün sayıları 200’ü geçen devlet üniversitesi ve özel üniversite var ülkemizde. Her dörtyüzbin kişiye bir üniversite yapmışız. Adları üniversite. Bu üniversiteler ortalama 10 000 öğrenci alsalar, kırk nüfus için bir öğrenci, ortalama 2 000 000 üniversite öğrencisi olur. Bu ülkemiz için, doğru eğitilmişse, yeterli bir yüksek okumuş sayısıdır. Türkiye’de yüksek öğretimin temel sorunu eğitim örgütlenmesinin uluslararası standartların altında kalmış olmasıdır. Üniversitelerin ülke çapında dağılımı politik amaçlara hizmet etmek amacı ile gerçekleşmiştir. Öğretim üyesi sayısı ve niteliği yetersizdir. Üniversite öncesi eğitimin niteliği de üniversite düzeyine adam yetiştirmekte zorlanmaktadır. Üniversite öğreniminin, özgür bir ortamda olması, nesnel, çağdaş bilim kavramı içinde tanımlanması, nitelikli öğretim üyelerine sahip olması gibi koşullara uyulmamaktadır. Bunun da ötesinde, üniversitenin toplumu yarının dünyasına eşit ortak olarak hazırlayacak, Türkiye’yi içinde yaşadığı geri kalmışlık düzeyinden çıkaracak bilim gücünü yetiştirmek gibi ulusal bir görevi de vardır. Bu özetlenen eğitim ve örgütlenme amaçlarının gerçekleşmesi, hepimizin kavradığı gibi, bütün öğretim ve eğitim sürecinin çağımızda bir makine gibi çalışmasını gerektirmektedir. Türkiye geri kalmış, yeteri kadar sanayileşememiş, dünyaya borçlu, yaşamak için dışarıya muhtaç, nüfusu fazla, jeopolitik durumu sancılı bir ülkedir. Sömürülen İslam dünyası sarmalındayız. Köle olmadan bu durumu aşmanın tek çaresi, çok iyi eğitilmiş kadroların yetişmesidir. Türkiye’yi çağdaş üretim düzeyine bilim adamları, mühendisler ve teknisyenler çıkaracaktır. Bu bataktan çıkmanın yöntemi Pasifik’ten Avrupa ve Amerika’ya kadar her yerde aynıdır: İleri teknolojik performans. 1938’e kadar Cumhuriyetin başarmaya çalıştığı buydu. Üniversitelerde öğretiminin en mükemmel performans düzeyine çıkarılması ülkenin köle olmadan yaşama savaşının temel uğraşıdır. Üniversite öğretimi bağımsız olduğu, politika oyuncağı olmadığı, üniversiteler rektörlerini kendileri seçtikleri, araştırmayı kendileri örgütledikleri zaman çağdaş düzeyde üretken olurlar. Hükümetin seçtiği YÖK üyeleri, bir üniversitenin yüzlerce üyesinden daha mı bilgili ve uzman? Üniversite sayısı arttıkça öğretim kalitesinin düştüğünü biliyoruz. Geleceği hazırlayacak uzman kadroyu yetiştiremiyoruz. Hükümetlerin politik tercihleri, bilimsel ve teknik kararları verebilecek olanları dışlıyor. 19. yüzyıla geri dönmüş bir uygulama ortamında yaşıyoruz. Ne var ki gidecek başka dünya yok! Bilimde Nobel Özlemi Orhan Pamuk’un aldığı Nobel Edebiyat Ödülü’nün tartışmaları, yazarın “Kafamda bir tuhaflık” eseriyle durulmuştu. Aslında, yaşadığımız sorunlar ve bunalımlar nedeniyle, toplumca her türlü başarıya susamıştık. Profesör Aziz Sancar’ın kazandığı ve Cumhuriyetimize armağan ettiği Nobel Bilim ödülü, bir bayram, bir övünç ve mutluluk simgesi gibi coşkuyla kutlandı. Sahne ve icra sanatlarında, edebiyat ve sinemada ve sporda başarılarımız vardı; meğer ne çok özlemişiz bir bilim ödülünü! Geçmiş onyıllarda “Türkiye’de neden felsefe yok?” sorusuna eğilenler, bilim yok ki felsefe olsun yargısına varmıştı. Bilim yapıldığında elbet felsefe de onu izleyecekti. Bertrand Russell’in tanımıyla, bilim bildiklerimiz ise, felsefe bilmediklerimizdir. Bilim öncüsü Newton, okyanus kıyısında çakıl taşlarıyla oynadığını söylermiş. Dünyaca ünlü Dr. Gazi Yaşargil, “Beynimizi öğrendikçe bilmediklerimiz artıyor,” diyor. Yüzlerce üniversite kurduk ama tek ödülümüz yurtdışında yapılmış, En başarılı üniversitelerimiz henüz ilk yüze giremediler. Bilim, akıl ve yöntemle yapılan, özgürlüközerklik ve zamandemek isteyen karmaşık bir süreç. Kimsenin tekelinde değil, kim yaparsa onun. Dinimiz, bilim yapmaya karşı değil, Çin’de olsa git öğren, diyor, ama, İmam Gazali, “Akıl imana ters düşemez” buyurduğu için İslam Âlemi bu süreçte geç kaldı. Gecikmeyi kapatamıyor. Lale Devri’nde, yüzlerce yıllık bir gecikmeyle ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika, “Hikmete dayalı Batı / Şeriata dayalı Osmanlı” dermiş. Bu sözdeki “hikmet”i, biz Tanrı’nın bildiği ve buyurduğu ilahi hikmet gibi yorumluyoruz. Oysa Arapçadan gelen hikmet egemenlik ve sebeptir; fizik bilgisi ve felsefe de saygın birer hikmettir. Atatürk’ ün, “En hakiki mürşit akıl ve bilimdir” vasiyetini DTC Fakültemizin alnına yazdık ama bilim yapan genç hocaları o çatı altında tutamadık. Batı geleneğinde açılan Cumhuriyet Üniversitesi, kuruluş yasasına göre özerkti ama özerkliğini yürütme erkine karşı koruyamadı. Bilim yapan gençler yurtdışına göçmek zorunda kaldılar. Nobel alamadılar ama saygın bilim insanları olarak bilime hizmet ettiler. Bilim yapma ve yayma özgürlüğü, medyadaki fikir ve ifade özgürlüğüne benziyor. Yapmak serbest ama yaymak değil. Anahtar kavram, özgürlük artı özerklik.1946 yılında çıkarılan Üniversiteler Yasası’nın hukuk danışmanı Profesör Ernst Hirsch, özerkliği (muhtarlığı, otonomiyi, özyönetimi) şöyle tanımlıyor: “Akademik özerklik, özgürlüğün tüzel güvencesidir. Devlet, üniversitesini kurar, destekler, gelirgiderlerini denetler ama işine ve işlevine karışmaz !” Demokratik ülkelerde özerklik yasası yoktur. Toplum üniversitelerini eleştirir ama işlerine karışmaz; bilim yapanlar, yanılsalar bile, yargılamaz. Çünkü bilim, bir “deneme yanılma” özgürlüğüdür. Yanılma özgürlüğü yoksa bilim olmaz. Bu güvencenin çalışması için Hukuk Devleti’nin üstünlüğü zorunlu. Özgür Üniversite Profesörü Turhan Feyzioğlu, “Nabza göre şerbet vermeyiniz” dediği için açığa alınmış; Anayasaya şal örten Hukuk Profesörü Nihat Erim’i Başbakan atanmıştı. 12 Eylül’de YÖK Başkanı Profesör İhsan Doğramacı özerkti. “YÖK’ü kaldıralım” diyen YÖK Başkanı yakınlarda istifaya zorlandı. İstanbul Tıp Fakültesi’nden yetişen Dr. Aziz Sancar, “Türkiye’deki güncel sorunlarla yaşasaydım bilim yapamazdım” diyor. Üniversitelerimizden neden ses seda çıkmıyor sorusunun yanıtı belki burada. İstemekle, özlemekle bilim yapılamıyor. Bilim Nobel’i almak için bilim yapmak, bilim için de, özgürlük, özerklik ve demokrasi şart. Yapacak ve sabırla beklemeyi bileceksiniz.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle