02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Söyleşi CBT 1492/23 Ekim 2015 19 HUKUK POLİTİKASI Hayrettin Ökçesiz [email protected] Sorun çözen aslında ne yapar? Tınaz Titiz Herhangi bir sorun ile uğraşırken aslında ne yaparız? •  “Sorunu çözmeye çalışırız”  • “Soruna yol açan nedenleri yok etmeye çalışırız” • “Sorunun bir daha tekrarlanmaması için….” Bunlar değil mi? Hayır. Bunlardan en az birisini yaparız ama, bunlar “en temelde” yaptığımız iş değildir. En temelde, söz konusu sorundan zarar gören (ya da görecek olan) “şey”in kırılganlığını (ya da kırığı) tamir ederiz. • Bir hakarete maruz kaldığımızda “kırılan şey” onurumuz, • Fiziki bir saldırı halinde bedenimiz (ya da bir parçası), • İşimizi kaybettiğimizde gelirgider dengemiz, • Terör saldırısında ise onurumuz, canımız, malımız vb’dir. Bu “şey”ler ile ilgili yaptıklarımız ise farklı görünmelerine rağmen hep aynıdır: Her birinde, o şeylerin kırılganlığını onarmaya “çalışırız”. Ne kadar onarırız? sorusunun cevabı ise, kırılmanın yol açtığı acı, katlanabileceğimiz bir düzeye indirilene kadar; yani o “şey” tam eskisi kadar sağlam (kırıksız) olana kadar değil. Bunun nedeni, söz konusu onarımlar konusundaki idraklerimizin sınırlı oluşudur. Böylece, zaman içinde “kısmen onarılan” kırıklardan geriye kalan “onarıl(a)mamışlıklar” bir yaşam yükü, yaşam sevinci azalması formunda birikir. Bu sürecin ilginç sonuçlarından birisi de, farklı “şey”lerin onarıl(a)mamış kırıklarının oluşturduğu bileşke’nin, bu defa her bir “şey”in kırılganlığını artırması, bunun da dönerek hem yaşam sevincini durduk yerde azaltması, hem de tek tek ve bütün olarak “şey”leri onarabilme kabiliyetini azaltmasıdır. Ama iş bununla da bitmez: Onarım kabiliyetinin azalması, doğanın en temel yasası olan “güçlünün zayıfı yeme” güdüsünü harekete geçirir ve kırılganlığı istismar etme tehditlerini ortaya çıkarır [1]. Gerek birey, gerek kurumlar, gerekse toplumların “şeyleri onarabilme” kabiliyetine verilebilecek bir ad Sorun Çözme Kabiliyeti’dir (SÇK). SÇK’nin en beklenmedik özelliği, tek tek “şey”ler için söz konusu olan SÇK’nin birleşerek oluşturduğu bileşik SÇK’nin, o tek tek SÇK’ne bağımsız birer girdi olarak katılıp onları artırıp azaltabilmesidir. Örneğin, çeşitli konulardaki SÇK ortalama düzeydeki bir bireyin kritik bir konudaki SÇK’nin düşük (ya da yüksek) olması, o kişinin bütünsel SÇK’ni düşürür (ya da yükseltir). Birçok açıdan nadir özelliklere sahip kişilerin, genelde düşük SÇK’ne sahip olmalarının nedeni budur. Bir diğer örnek olarak, teker teker sorun çözme kabiliyetleri ortalama düzeydeki bireylerden oluşan bir kurumda, üst yönetim kalitesi düşük ise, bunların bileşkesinden oluşan kurumsal SÇK, dönerek bireylerin SÇK’ni etkileyerek onların SÇK’ni daha da düşürür. Bunun tam aksi de mümkündür; aynı kurumda yüksek düzeyli SÇK’ne sahip bir üst yönetim nedeniyle, ortalama bireyler toplu olarak daha yüksek bir SÇK’ne sahip kurum oluşturabilirler. Birey ve kurumlar için Toplumları oluşturan bireylerin SÇK’nin istatistiksel dağılımı, çoğunun gündelik yaşam sorunlarıyla boğuşmaktan başkaca konulara zaman ve enerji ayıramadığını gösteriyor. Ama toplumların küçük de olsa bir bölümü bir şekilde bu sınırlamaları aşabiliyor. Toplumları yönetmeye talip olmaları gerekenler de onlar olmalıdırlar. Devletler, gündelik yaşam sorunlarını devlet imkanları yoluyla çözme amacındaki insanlarca yönetilemeyeceğine göre, o insanların Sorun Çözme Kabiliyeti kavramının farkında olmaları beklenir. Bu insanlar bu önemli kavramı içselleştirmiş ve SÇK’ni zayıflatan ve güçlendiren öğeleri anlamış; SÇK’ni oluşturan öğelerle o öğelerin bileşkesi arasındaki heyecan verici geribesleme ilişkisini kavramış olmalıdırlar. Kısacası; hepimiz birer “kırık tamircisi”yiz. Kırıkları uyduruk ve her an tekrar kırılabilecekyöntemlerle onarmak ve böylece henüz kırılmamış “şey”leri de tehdit edebilecek zafiyetleri özendirmek yerine bu mekanizmayı “tam” anlamak zorundayız. Söz konusu “tam anlayış” için yararlı bir araç doğru sorular sormak olabilir. Örneğin, “ben ne yapıyorum?”, “bunu niçin yapıyorum?”, “yaptıklarım benim / kurumun / toplumun / devlet örgütünün SÇK’ni nasıl etkiliyor?” gibi sorular iyidir. İyidir ama bir şartla: Çevresindeki, onu evrenden izole eden görünmez cam duvarı kırarak. O kalın cam duvarlı hapishane ne midir? Bildiklerinin doğruluğundan emin olmak! Eğer tüm ceza yasaları kaldırılacak ve bir tanesi kalacak olsa, o “biliyorum” tavrı için; eğer tek ödül kalacaksa o da “anlamak istiyorum” tavrı için olmalıdır. [1] İstismar tehditlerinin ne amaçla ortaya çıktığı http://bit.ly/1wUOojv adresinde açıklanmakta. DataCenterDynamics (DCD) 2015’de İstanbul’da toplanıyor Türkiye’nin en büyük veri merkezi ve buluta dönüşüm konferansı olan DataCenterDynamics (DCD) 8 Aralık 2015 tarihinde İstanbul Haliç Kongre Merkezi’nde toplanacak. Türkiye pazarının yanı sıra Orta Doğu ve Avrupa’dan da katılımcı çekmeyi hedefleyen etkinlik, ‘DCD Converged Türkiye’ yeni ismi ile bu yıl da büyümeye devam ediyor. DCD Converged Türkiye, veri merkezi tesis yönetiminden, sanallaştırma ve bulut altyapısı konularına kadar sektörün önemli oyuncularını ve uzmanları bir araya getiriyor. Sektör yöneticileri, bilişim teknolojilerinin stratejik uygulamalarını detaylı bir şekilde inceliyor ve değerlendiriyor olacaklar. Uzun yıllardır gerçekleşen global konferanslarının bir parçası olarak; DCD Converged Türkiye günümüzün veri merkezi teknolojisine güç veren, dünyanın en önemli şirketleri tarafından sizlere doğrudan bilgi ve deneyim ulaştırmak için tasarlanmıştır. Deprem diliyle söylersek, Türkiye son yıllarda gittikçe şiddetlenen bir sarsıntıyla yerle bir oluyor. Evet taş taş üstünde bırakılmıyor. Toplumun tüm alt sistemlerinde kökten bir yozlaşma hızla ilerliyor ve sonuçlar yaratıyor. Bir anlam yıkım kararlı bir biçimde işletiliyor.Türkiye Cumhuriyeti, yurttaşlarının evlerine sığınmış durumdadır. Gücü tekil yurttaşın gücü, bilinci onun bilinci, istenci onun istenci kadardır. Cumhuriyet devletsiz kalmıştır. Yıkım ekibinin eğitimde, hukukta, savunmada, güvenlikte, bilimde, dinde, ekonomide, siyasette, ailede örgütlü ve güçlü bir müdahaleyle elde ettikleri sonuçlar çok açıktır. Bunun yanında içerisine diri diri atıldığımız Ortadoğu terör yangınıysa korkunun paniğe dönüştürülmesinin en etkili aracıdır. Bu sırada, hemen her anlam örgüsünü yitiren ülke halkı ortak değerler dilini unutmaya başlamıştır. Bireylere bu durum apati, duyarsızlık olarak geri dönmeye başlamıştır. Ateşler düştükleri yerleri yakarken, tüm direncini yitirmiş olan ülke beklenen teslimiyetin büyük yangınında yanıp kül olacaktır. Bu yangına direnecek neyi kalmıştır bu ülkenin? Bu durumu çok iyi gören, gücü kuvveti yetersiz bir avuç yurttaşı kalmıştır. Sola sağa oy veren milyonlarca seçmenin görüş ufku burada vurguladığım felaketi görebilecek bir ufuk değildir. Ameliyata girecekken kadavraya dönüştürülen ülke devletiyle, halkıyla, toprağıyla payını almaya gelecek olanları beklemeye bırakılmıştır. Yalnızca bir adamın buyruklarıyla işleyen devlet aygıtı, onun her emelinin en güçlü aracı olarak toplumun her alanında bozan ve kuran her planı hayata kolaylıkla geçirebilmektedir. Bu buyrukların hiç bir hukuksal temeli ve çerçevesi artık bulunmak zorunda değildir. Kendi sözüyle, bu bir fiili durumdur. Hukuk dışıdır. Peki, bu buyrukların gücü ve geçerliliği nereden gelmektedir? Bu buyrukların, namlusuna sürüldüğü devlet silahı yalnızca yönetmeliklerle, genelgelerle işletilmektedir. İdare bu ülkede uzun zamandan beri kendini ancak bunlarla bağlı bilir. Yasayla bağlılığının kendisine hatırlatılmasını sevmez. Bu alışkanlık bir de bireysel yıldırma, mobbing tuzaklarıyla desteklenince, devlet istediğiniz kıvama gelmiş olur. Yıldırma, direnci bulunan öteki toplumsal aktörlere, örneğin üretim, finans vs. alanına “maliye” kırbacıyla uygulanır. Esnaf, tüccar, sanayici kendini ne denli bu tehdidin altında hissettiğini size sayısız örneklerle saatlerce açıklayabilir. “Terörle mücadele”yse kalan artıkları toplamak için demir süpürgedir. Ülkemiz tüm bu baskılar altında iyice kaşarlanmıştır. Her birey böyle bir çatışmaya her an düşebileceğini hesaba katarak kendine hergün çeki düzen vermektedir. Korkular psikiyatrik boyutlara ulaşmıştır. Tüm özgürlüklerin kalkanı olan basın bu baskıdan payını layıkıyla almıştır. Korku rotatifleri beklemektedir. Tüm bunlar olurken ülke hızla “İslam Devleti” akımının kollarına bırakılmaktadır. Siyasal yönetimin bu akımla aktif işbirliği ve ona öncülüğü artık yadsınamaz kanıtlarla günışığındadır. Geriye bunların köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir zemin kazanmaları kalmaktadır. Buysa hiç zor olmayacaktır. İçinizden, bu da ne? Bu ne biçim bir yazı, diyenleriniz belki olacaktır. Evet durum çok kötü. Dibe vurmayı bekleyenlere, bunun hali hazırda vuku bulduğunu söylemekte yarar vardır. Bu dibin daha dibi yoktur. Bu dipte bir yok oluş yatmaktadır. 1 Kasım’da olacaklar bu dipten yukarıya sıçramaya güç kuvvet olacak mıdır? Ben sanmıyorum. Yüzde onluk barajla bu meclis partileri onca yıl halkın her türlü direncini kırmışlardır. Onun buradaki çığlığını gayrimeşru göstermişlerdir. Üçü de önceki halleriyle kendilerini Cumhuriyet’i kurtarmaya yetenekli ve hevesli gösterememektedir. Bu felaket içte tezgahlanmıştır. Şimdi tezgahtan çıkarmalarının zamanı gelmiştir. Dünya âlem bununla meşguldür. Ne mi yapmalı? Atatürk’ün nutuklarını, hitabelerini okumamalı. Onları hayata geçirmelidir. Ya da sonsuza dek susmalıdır. Ne Yapmalı?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle