02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OOOF OFF LINE Tanol Türkoğlu ([email protected]) BİLİM TARİHİ Dijital dünyada ürün denilen şey hiçbir zaman olgunlaşmaya fırsat bulamaz. Ham olarak dalından koparılır, sirkülasyona sokulur ve ham olarak tüketilir. Prof. Dr. Günsel Koptagelİlal, psikanaliz tarihimizle ilgili bazı düşüncelerini açıkladı. Osman Bahadır [email protected] Psikanaliz tarihimizden notlar kesini terk edip önce Fransa’ya sonra da İngiltere’ye göçtükten sonra Freud’un kendisi de, kızı Anna da, bir daha Avusturya’ya ayak basmamışlardır. Freud zaten göçtükten kısa süre sonra öldü ama kızı İngiltere’de Hampstead Clinic enstitüsünü kurdu ve orada yıllarca etkinlikte bulundu. Viyana, psikanalizciler tarafından bir çeşit cezaya çarptırılmış ve orada yıllarca hiçbir psikanaliz kongresi yapılmamıştır. Birçok rica ve yalvarıştan sonra nihayet 1971’de Dünya Psikanaliz Kongresi’nin Viyana’da yapılması kararı alınmış ve kongreye Anna Freud’un da gelmesi sağlanmıştı. Bu kongre dolayısıyla Viyana’da Freud ve psikanalizle ilgili büyük törenler yapıldı, Anna Freud’a epeyce tezahüratta bulunuldu ve Freud’un Viyana Berggasse No:19 adresindeki evi Freud Müzesi olarak açıldı. Bu kongreye ben de katılmıştım ve psikanaliz hocalarımdan Prof. Maetze beni bütün tanınmış psikanalizcilerle tanıştırmıştı. Onlar da Freud’un Türkçede yapıtlarının pek olmadığını öğrenince bana onları çevirmem için ısrar etmişlerdi. Kongrede bulunan Anna Freud da bundan çok memnun olacağını bildirmişti. Freud’un 17 ciltlik tüm eserlerini çevirmeye zamanım olmadığından, psikanaliz öğretisinin kendi ağzından özetlenişi olan “Psikanalize Giriş” adlı konferans dizisini çevirdim. Çeviri tamamlandıktan sonra kitap İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi tarafından 1973’te basıldı. Almanya’daki hocam Prof. Maetze’ye gönderince çok sevindi ve kitabı hemen Anna Freud’a gönderdi. Ondan gelen tepki ise çok ilginçti. Kitabın Türkiye’de de yayınlanmasına sevindiğini söylüyor ama telif ücretinin Sigmund Freud Vakfı’na ödenip ödenmediğini de soruyordu. Oysa o yıllarda Cenevre Antlaşması gereğince Türkiye’de orijinal yayından 10 yıl sonra yayımlanmış eserlerin çevirilerinde telif ücreti ödenmiyordu. Bu durum kendisine bildirildi. Dijital Hamlık Ve EMektuplaşma Kimi zaman aradan 25 sene geçiyor, kimi zaman daha da fazla. Sonra bir kitapta toplanıyor, yıllardır gizli kalmış köşelerinden çıkıp herkesin erişimine açılıyor. Topluma mal olmuş kişilerin birbiri arasında mektuplaşmalarından bahsediyorum. İster entellektüel değeri olsun ister duygusal, saklı kaldığı o uzun yıllar boyunca sadece yazarı ile okuru arasında bir sır olarak kalan mektupların bir kitapta derlenip herkesin erişimine açılmasının sosyokültürel değerlendirmesini konunun uzmanlarına bırakmak daha akıllıca. Bu örneklerle karşılaştıkça şunu sormadan edemiyorum: Acaba iki kişi arasındaki dijital yazışmalar da günü geldiğinde (e)kitaplaştırılacak mı? Daha doğrusu kitaplaştırılabilecek mi? Artık giderek elimizi kağıttan kalemden çeker olduk. Varsa yoksa klavye. İster masaüstünde olsun ister ekran üstünde. Ellerimiz kalem tutma ve yazma için gerekli olan fiziksel beceriyi yitirmeye başladı. En son ne zaman oturup bir sayfa uzunluğunda bir metni kalemle kağıda yazdınız? Ya da bu deneyimi ne zaman yaşadığınızı anımsamıyorsanız, alın elinize bir kalem başlayın yazmaya. Bakın bakalım parmaklarınız o harfleri, kelimeleri kağıdın üstüne nakletmek için gerekli olan kas hareketlerini akıcı bir şekilde yerine getirebiliyor mu? Epostadan gelen mesajlar, postadan gelen mektuplar gibi değerli kabul ediliyor mu? Onlara gösterildiği gibi ihtimam gösteriliyor mu? Saklanıyorlar mı? Zaman zaman açılıp yeniden okunuyorlar mı? Nietzsche’nin şahsen yaşadığı bir deneyimdir. Yaşamına daktilo cihazı girip de yazılarını kalemle yazmayı bıraktığında, metinlerinin içeriğinde de bir değişiklik olduğunu tespit etmiştir. Yazıları artık daha kısa ve katı olmuştur. Nietzsche’nin tespiti önemidir : “Yazım donanımımız düşüncelerimizin oluşumda rol oynar”. Bu tespit bugün için de geçerli. Daktilonun tersine dijital teknolojilerin getirdiği esneklik, metni kolayca ve defalarca değiştirebilme imkanı da düşüncelerin oluşumuna katkıda bulunmaktadır. Temel bir farkla. Değiştirmesi kolay olduğundan bilgisayarda yazılan metin kısa ve katı olmak bir yana uzun ve esnektir. Öyle ki bu metin örneğin edebi bir eser haline gelip yayınlandıktan sonra bile her an değiştirilmeye açıktır. Yeter ki yazarı onu bilgisayar ekranına geri getirsin. Biraz da bu nedenle olacak dijital dünya teknik deyişle sürekli bir “beta” halindedir. Ürün hiçbir zaman son halini almaz. Başka kelimelerle ifade etmek gerekirse dijital dünyada ürün denilen şey hiçbir zaman olgunlaşmaya fırsat bulamaz. Ham olarak dalından koparılır, sirkülasyona sokulur ve ham olarak tüketilir. Bu sürate hitap eden güncel son dalga “sosyal medya” siteleridir. Sadece bir saatlik bir sosyal medya yolculuğunda maruz kaldığımız dijital içerik belki de kırk sene önceki yaşamlarımızın bir yılında maruz kaldığımız içerik miktarındadır. Hâl böyle olunca yazının başındaki o iki soruya cevap bulmak daha da zorlaşıyor. Sahi iki kişi arasındaki sırdaş epostalar gelecekte ekitap olarak yayınlanabilir mi? Bu dijital içerik, eskinin mektuplaşmalarındaki seviyede midir? P sikanaliz tarihimizle ilgili olarak 6 Eylül 2013 tarihli CBT’de yayımlanmış olan “Türkiye’de ilk psikanaliz yazıları” başlıklı yazım üzerine, psikiyatri uzmanı Sayın Prof. Dr. Günsel Koptagelİlal, bir mektup göndererek psikanaliz tarihimizle ilgili bazı bilgiler verdi. Prof. Dr. Koptagelİlal mektubunda şunları söylemektedir: “ ...Psikanaliz konusu sizin de yazınızda belirttiğiniz üzere, 1917’de bizdeki nöropsikiyatristlerin dikkatini çekmiş, üstünde düşünmelerine yol açmıştır. Mustafa Hayrullah’ın bu konudaki görüş ve düşünceleri ilginçtir. Mazhar Osman da ondan 2 yıl sonra yayınladığı makalesinde psikanalizden söz etmiştir ama Mazhar Osman’ın o zamanki reddedici görüşünün, gittiği Almanya’da katı organikçi görüşlerin hakim olması ve ırkçı eğilimlerin de sinsice başlamak üzere olması nedeniyle profesörlerin Freud’u reddetmelerine ve onun da bu profesörlerle olan yakınlığına bağlı olduğunu düşünebiliriz. Daha sonraki yıllarda sinir hekimleri ve felsefeciler arasında Freud’un öğretileri ile epeyce uğraşılmıştır. En bilineni dilimize çevirdiği kitap nedeniyle Mustafa Şekip Tunç’tur. Ama o dönemlerde çok önemli olan bir isim de İzzeddin Şadan’dır. İzzeddin Şadan Bey hekim olduğu için psikanalizin hastaya yaklaşımdaki ve hasta tedavisindeki önemine de değinmiş, bunu yayınlarında çeşitli biçimlerde vurgulamıştır. İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü’nün müzesinde bir rastlantıyla, İzzeddin Şadan’ın Freud ile yazışmasının belgesini görmüştüm. Freud’un bir eserini Türkçeye çevirmesi sırasında bazı terimleri açıklığa kavuşturmak için ona başvurmuştu. Freud ise Paris’ten postaladığı bir kartta, yurdundan yeni göçmesi ve sağlık sorunları yüzünden kendisine uzun cevap yazamadığını ve bu konuda başkasına başvurmasını öğütlüyordu. Freud’un el yazısıyla yazdığı bu kartpostal, özellikle Türkiye’deki bir meslektaşıyla ilişkisi açısından önemli bir belgeydi ve bunu Almanya’daki Psikanaliz Enstitüsü’ne ve Viyana’daki Freud Müzesi’ne bildirmek yararlı olacaktı. O zamanlar Tıp Tarihi Enstitüsü’nün başında olan Prof. Arslan Terzioğlu’ndan bunun fotokopisini almak için ricada bulunduğumda ilkin “evet” dedi ama ricamı kaç kere tekrarladımsa da bunu vermedi. Oysa bu belgeden söz etmem, üyesi olduğum Alman Psikanaliz Derneği tarafından ilgiyle karşılanmıştı, fotokopisi dahi olsa Almanya’da ve Viyana’daki Freud müzelerinde sergilenecekti. Ama ne yazık ki elde edip ulaştıramadım. İzzeddin Şadan Bey’i 195960’ta Çapa Psikiyatri Kliniği’ndeki asistanlık yılımda Nöropsikiyatri Derneği’nin her ayın son çarşambasında yaptığı toplantılarının bazılarında görürdüm. Hemen her konuda itirazı olan, yüzü de hiç gülmeyen bir kişiydi. Sonradan Dr. Faruk Bayülkem’den ve Bakırköy’deki asistanlık döneminden onu tanıyan kişilerden duyduğuma göre, geçimsizliğinden dolayı Bakırköy’de pek kalamamış. Fakat sonradan literatürü karıştırdığımda onun o dönem için çok yeni sayılan görüşlerini ve özellikle de hekim hasta ilişkileri ve psikosomatik hekimlik konusundaki ilginç yazılarını gördüm. Herhalde o dönemde Bakırköy Hastanesi’ndeki hasta haklarını bugünkü görüş açımızdan değerlendirmeyen tutumlara itirazı da geçimsizlik olarak görülüyordu. FREUD İLE YAZIŞMA CBT 1408 12 /14 Mart 2014 VİYANA’YA BOYKOT 1964’te Almanya’dan Türkiye’ye döndüğümde Çapa Psikiyatri Kliniği’nde Prof. İhsan Şükrü Aksel hocanın da önerisi ve desteğiyle klinikte sistematik olarak psikanalitik psikoterapi uygulamalarını başlattım. 1969’da Çapa Psikiyatri Kliniği’nde benim yönetimimde Psikonevroz ve Psikosomatik Polikliniği kuruldu ve psikanalitik çalışmalar burada devam etti. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çapa ve Cerrahpaşa Tıp Fakülteleri olarak ikiye ayrılınca, 1972’de Cerrahpaşa’ya geçmiştim. Çapa’da kurduğum PsikonevrozPsikosomatik Polikliniği de benimle beraber Cerrahpaşa’ya geçti ve 1975’te Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’nde PsikosomatikPsikoterapi Seksiyonu olarak yataklı ve ayrı poliklinikli bir bölüm oldu. Bu seksiyonda asistan ve psikologların eğitimi çerçevesinde özellikle psikanalitik teoriler, kavramlar ve uygulamalar da öğretiliyordu. Avrupa Psikosomatik Araştırmalar Konferansı’nın 1980’deki kongresinin İstanbul’da benim başkanlığımda yapılmasına karar verilmişti. Bunun üzerine 1978’de ben ve arkadaşlarım Psikosomatik ve Psikoterapi Derneği’ni kurduk. 812 Eylül 1980 tarihinde toplanan kongreye beş kıtadan 300’e yakın bilim insanı katıldı. Son derecede başarılı geçen kongre bugün hâlâ övgüyle anılmaktadır. Cerrahpaşa’daki PsikosomatikPsikoterapi Seksiyonu’ndaki psikanalitik öğreti ve uygulamalar, psikosomaYazının devamı 14. sayfada TÜRKİYE’DE SİSTEMLİ PSİKANALİZ ÇALIŞMALARI Nazilerin Viyana’daki baskılarından kaçmak için ül
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle