Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
POLİTİKBİLİM Ali Akurgal ali@akurgal.com İNTERNET VE İNSAN Politik bilim ya da bilim politikası derken, yarına değil de öbür güne baksak ne görürüz? Geleceği açık şekilde görüntülemek günümüzde olanaksız. Ama bu tür bakışlara “kestirim”, “uzgörü” ya da “hayal” gibi tanımlarla yaklaşıyoruz. Sizlere anlatacaklarım da “hayal mahsulü”. Sonradan, “hayaldi, gerçek oldu” dersiniz! Geçen yazımda, küresel ısınmadan söz etmiş, biz insanlar için “bu dünyaya fazla geliyoruz” demiştim. Bir varsayıma göre1, dünyadaki bitkihayvan tüm canlıların doğal dengelerini bozmadan yaşayabilecek insan sayısı 500 milyon kişi. Bunun üzerine çıkınca, dengeleri bozacak işlere mecbur kalıyormuşuz. Karnımızı doyuracağız. Sayımız artınca, avlanma veya Aborjin’lerin yaptığı gibi doğal yetişmişi toplama ile yararlandığımız hayvanlar ve bitkiler kendi nüfuslarını koruyamaz olmuşlar. Buna karşı insanlar, ya sömürüp tükettikleri yerlerden yeni, bâkir yerlere göçmüşler, ya da kendi tüketimleri için diğer canlıları yetiştirmeye başlamışlar. Tarım toplumu olmuşuz, hayvancılık yapmışız. Hatta balık; doğal balık avı ile elde edilen “mahsul” yetersiz kalınca balık çiftlikleri kurmuşuz. Gıda üretimi sanayileşmiş. Hatta bu sanayi, daha dayanıklı ve düşük maliyetli canlı türevlerini de melezleme (artık GDO) yoluyla elde edip üretiyor. Hatırlayabilenler kıyaslasın: marketten aldığınız “tavuk” ile bundan 50 sene önce bahçede kovalayarak yakalayıp kesip yolup pişirdiğimiz “tavuk”ların arasında çok az benzerlik var. Giderek, “geleneksel yöntemle”, yumurtadan çıkartıp veya doğurtup büyüterek elde edilen mahsul de yetersiz kalacak. Göçecek bâkir toprak da bırakmadık, o zaman sentetik gıda dönemi başlayacak. Büyük olasılık “beyaz veya kırmızı et” dediğimiz nesneyi, bilim bize “sentezleyerek” sunacak. Hammadde olarak herhangi bir proteini kullanacağız. Daha günümüzde soya küspesinden yapılmış et “eşdeğeri” gıda maddeleri tüketiyorsunuz. Giderek, haşarattan, fareden, her türlü “zararlı” sayılan havyandan protein kaynağı olarak yararlanılacak. Aşırı nüfus nedir çok iyi bilen Çin’in mutfağı kısmen böyle bir yaklaşım sergiliyor, üstelik sentezlemeden. Geleceğin “gıda fabrikası”; bir taraftan her türlü doğrudan tüketilemeyen hayvan hurdasının girdiği, diğer taraftan hazır yemek çıkan bir tesis olacak. “Hammade”den alınan dokular, sentezlenerek değişik lezzetlerde ve niteliklerdeki (kuzusığırtavukbalık…) etlerine dönüştürülecek. Lezzet, zaten katkı maddesi. Aynı yarı mamule ne lezzet katarsanız, bitmiş ürün “o” oluyor. Yeme de yanında yat! Bu gidişe direnenler, “organik” adı altında, insanın yetiştirdiği değil, olabildiğince doğal ürünler kullanmıyorlar mı? Gelecekte ancak güçlü orduların koruduğu kurtarılmış bölgelerdeki insanlar doğal beslenme alışkanlıklarını sürdürebilecek. Çoğunluk ise “fabrika ürünü gıdalar”a mahkum. Günümüz tavuk çiftliklerindeki tavuklar gibi. Bitkiye, gerekli mineraller ve suyu küvetler içerisinde vererek topraksız tarım diye, kapalı ortamda yapay ışık altında sebze meyve yetiştirme yöntemini de göz ardı etmeyin. Şubatta yediğiniz domatesler buradan geliyor. Bunu arayacaksınız; gelecekte domatesleri, salatayı hurda kağıttan sentezleyecekler. Eh, “en az 3” politikası ile giderek kalabalıklaşan dünyadaki insanlar, eğer bir büyük savaş çıkartıp da hemcinslerinin önemli kısmını kendi eliyle öldürmezlerse, beslenmek için günümüzdeki üretim yöntemleri yetmeyecek. “Parasını bastırıp almak” da mümkün olmayacak, çünkü sorun küresel. O zaman gelsin bilim, gelsin “yenmez” denilen hayvanbitki hurdalarını protein hammaddesi olarak kullanarak gıda sentezlemek. Kim bilir, belki fetvası çıkar, “sentezlenmiş domuz eti helâldir” diye? Kuşkusuz, “en az 3” politikasını yürütenler, gıda politikalarını da oluşturmuşlardır; birçok üniversitemizde hurda proteinden biftek sentezleme çalışmaları sürüyordur; aç kalmak istemiyorsak bu kaynakları kullanmayı öğrenmeliyiz. Kim bilir? Belki de bu konuda dünya lideri oluruz! Sahi, son defa ne zaman patates haşlanıp da püre yapılmıştı sizin mutfakta? Ya da paketten çıkmayan bir tavuk suyuna çorba? 1 http://www.evfit.com/populationmax.htm (Teşekkürler Serdar Kıykıoğlu) TIKLAYIN, DAHA ÇOK TIKLAYIN! Bilimkurgu Politik İnternet beynimizi nasıl değiştiriyor? (2) 2008 yılında, The Atlantic dergisinde, Nicholas Carr’ın, ‘Google bizi aptallaştırıyor mu?’ (ref.1) başlıklı önemli bir yazısı yayımlandı ve çok ses getirdi. 2013 sonunda ise Scientific American, son bilimsel araştırmalara dayalı ‘Google bizi daha mı akıllı yapıyor’ (ref.2) başlıklı bir yazıya yer verdi. Bunlardan acaba hangisi doğru? Erdal Musoğlu (emusoglu@gmail.com) Geçen yazımızda (24 ocak 2014) internetin hemen tüm bilgilere erişimimizi çok hızlandırması ve kolaylaştırması sonucu beynimizde ne tür olumsuz değişikliklere yol açtığını incelemiştik. Bunların başlıcaları, kitap okumakta ve odaklanmakta zorlanmak, konuları derinleştirememek, edindiğimiz bilgileri hafızamızda tutmamak gibi değişiklikler. Bunlar da, bir anlamda, beynimizi yeniden programlayarak, bilişsel süreçlerimizi ve yeteneklerimizi etkilemekteler. düstriyel üretimin etiğini oluşturuyor. Yazımızın başında atıfda bulunduğumuz düşünür ve yazar Nicolas Carr, Taylor etiğinin, yukarıda ve önceki yazımızda özetlediğimiz nedenlerle, artık yanlız endüstriyel üretim değil, entelektüel üretim için de geçerli olmaya başlamasından korkuyor. Yani, aklımızın da, internetin dikte etmeye başladığı sistemin bir parçası olmasının! Özetle, insanlar, bir yandan internetin işleyiş biçiminin, yani ‘sisteminin’ bir parçası olmaya doğru giderken, diğer yandan da bilgiye ulaşımın kolaylığı ve hızı nedeniyle bilgileri hafızalarında tutmaya gerek görmüyor, aradıklarında nasılsa kolayca bulabiliyorlar. Bazı karamsar düşünürler, bu nedenlerle, “Beynimiz, modası geçmiş, yavaş ve düşük kapasiteli bir bilgisayara dönüşüyor, yakında internetsiz hiçbir şey bilemiyecek ve yapamayacağız!” diyorlar. Bu değişiklikleri tetikleyen ve hızlandıran önemli bir etken de internette Google’ın başlattığı ve lider olarak sürdürdüğü iş modeli (business model). Bu iş modelinde, firma, verdiği servislerden ücret almak yerine, gelirlerini reklamdan sağlıyor, bu da hemen tüm internet uygulamalarının olabilecek en çok ‘tık’ almak üzerine tasarlanmasına ve çalışmalarına yol açıyor. Zira, reklamın gelirleri yarattığı ilgi ile orantılı, o da reklama ne kadar tıklandığıyla belirleniyor! Üstelik, her tıklamada, kimin neyi aradığı, neyle ilgilendiği bilgisi de saklanarak ticari (ve diğer!) amaçlı kullanım için bir hazine oluşturuyor! Ülkemizde, çoğu gazetenin internet sitesinde bu durum rahatsız edici olmanın da ötesinde, dayanılmaz hale gelmiş durumda. Haber başlıkları, üzerlerine tıklanması için haberin içeriğini belirtmiyor, tüm yeni haberler, yine aynı amaçla, ‘flaş, flaş’ diye veriliyor. Firma reklamları ise, dikkat çeksin diye, ekranda zıplayıp duruyorlar... Bütün bunlar da biz kullanıcıları, bir girdap gibi, internet uygulamalarının mantığı ve akışı içine çekiyor ve onların algoritmalarına göre hareket etmeye yöneltiyor, hatta zorluyor. DAHA ÇOK TIKLAYIN ENDÜSTRİ DEVRİMİNİN TUTSAKLARI CBT 1406 8 /28 Şubat 2014 On dokuzuncu yüzyılın sonlarında endüstri devrimi sürerken, F. W. Taylor, iş süreçlerinin olabilen en küçük parçalara bölünmesi ve optimizasyonunu sistematik hale getirerek üretimde verimin büyük ölçüde artmasını sağladı. Böylece oluşan zincir sistemi üretimde her işçinin neyi nasıl yapacağı kesin kurallara, algoritmalara, bağlandı. Taylor’un 1911’de yazdığı ‘Bilimsel İş Yönetiminin İlkeleri The Principles of Scientific Management’ denemesinde belirttiği gibi artık önce ‘Sistem’ geliyor. İnsan ‘sistemin’ bir parçası oluyor ve Taylor’un yöntemi günümüzde de en İyimserler ise bu yaklaşım ve çıkarımlara karşılar. Yeniliklere zaten hep karşı çıkıldı diyorlar. Büyük filozof Sokrates bile yazının gelişmesine, insanların belki bildikleri artacak ama bilgelikleri azalacak diyerek, karşı çıkmıştı. Pek haksız da sayılmazdı ama okuma ve yazmanın, bilginin yayılmasını ve yeni fikirlerin ortaya çıkmasını nasıl yaygınlaştıracağını ve hızlandıracağını öngörmesi kolay değildi. Aynı şekilde, Gütenberg 15’inci yüzyılda matbaayı bulduğunda da, bollaşan ve ucuzlayan kitapların, insanların akıllarını ve hafızalarını kullanmasını azaltacağı, tembelliğe iteceği, otoriteyi zayıflatacağı gibi nedenlerle karşı çıkılmıştı. Yine, bu öngörülerin çoğu doğru idi ama matbaanın yol açacağı dev gelişmeleri, bilim ve aydınlanma devrimini pek sezebilen yoktu. İnternetin de orta ve uzun vadedeki etkilerinin bilançosunu çıkarmak bu nedenlerle pek kolay değil. SIZ MATBAAYA DA KARŞI ÇIKTINIZ Harvard Üniversitesi’nde yürütülen araştırmalarda (ref 3) deneklerin, interneti, bilgilerine başvurdukları yakınlarına ve dostlarına tercih İNTERNETSEVERLER DAHA MI AKILLI?