18 Haziran 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

GDO’lu ürünler açlığa çare mi, yoksa doğal yaşama tehdit mi? Avrupa ile Amerika kıtalarının GDO’lu ürünlere yaklaşımı birbirinden çok farklı. GDO’lu tohumla tarım yapan ülkeler arasında ABD 69 milyon hektar ile birinci durumda; tarım ürünlerinin büyük bir bölümü genetik yapısına müdahale edilmiş mısır ve soyadan oluşuyor. Oysa Avrupa’da aktivistler GDO’lu ürün tarımını engellemek için büyük mücadele veriyorlar. Yeşil Devrim olarak isimlendirilen GDO’lu ürün tarımı gerçekten bir nimet mi yoksa bela mı olduğunu araştıran Discovery dergisi bu sorunun yanıtını yoruma açık bırakıyor. TÜRKİYE’DE GDO ÜRETİMİ İLE İLGİLİ YÖNETMELİK Türkiye’de Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın 2009 yılı Ekim ayında yayımladığı Gıda ve Yem Amaçlı Genetik yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik, GDO’lu ürünler ve ticareti konusunda yoğun tartışmalara neden olurken, 2010 yılında GDO konusunda ‘’Biyogüvenlik Kanunu’’ çıkarılarak düzenleme yapıldı. Yasa, genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünleri ile ilgili olarak araştırma, geliştirme, işleme, piyasaya sürme, izleme, kullanma, ithalat, ihracat, nakil, taşıma, saklama, paketleme, etiketleme, depolama ve benzeri faaliyetlere dair hükümleri düzenliyor. Yasa ile GDO üretimi, GDO’lu tohum ithalatı, kullanımı ve ticareti yasaklanıyor. Türkiye’de, Biyogüvenlik kurulu, soyada 3 GDO geninin hayvan yemi olarak kullanımına izin verdi. AB’nin izin verdiği 28 gene daha izin verilmesi söz konusu. Biyogüvenlik Kurulu, bir ürünün GDO’lu sayılabilmesi için AB’ye uygun olarak binde 9 eşik düzeyini belirledi. Türkiye, GDO’larla ilgili etiketlemede de AB sistemini benimsedi. Binde 9’un üzerinde GDO içeren ürünün GDO’lu olarak etiketlenmesi gerekiyor. Türkiye’de ürünler, yüzde 0.9 oranının üzerinde doğrudan GDO içerdiği takdirde, paketlerinde GDO’lu olduklarına dair etiket taşımak zorundalar. Ancak bu durum süt, yumurta ve et gibi ürünler için geçerli değil. Çünkü GDO’lu yemle beslenmiş hayvanların ürünleri GDO’lu kabul edilmiyor. Ülkemizde de GDO’lu ürün var mıdır? GDO’lu ürün yetiştiriliyor mudur? Yediğimiz gıdalarda GDO’lu ürün var mıdır? sorularına Tohum Sanayicileri ve Üreticileri Alt Birliği’nin (TSÜAB) yanıtı şöyle; “Kamuoyu tarafından bilinmelidir ki; yurdumuzda yetiştirilen hiçbir tarımsal üründe GDO yoktur. Yurtiçinde yetiştirilen bu ürünlerin her zaman güvenli olduğuna olan toplum inancı devam etmeli ve insan beslenmesi için kaçınılmaz olan bu ürünlerin tüketilmesinde herhangi bir tereddüt yaşamamalıyız.” http://www.greenpeace.org/turkey/tr/news/gdoluurunleritaniyabiliyormuyuz040112/ http://www.finansgundem.com/haber/dunyadagdopazaribuyuyor/253761#ixzz2NnUrTDr0 http://www.tsuab.org.tr/HaberOku.php?id=89 DÜNYADA GDO’LU ÜRÜNLERİN YETİŞTİRİLDİĞİ ÜLKELER % 9.000 oranında arttı. 19962011 arasında dünyada GDO ürünlerinin ekili olan alanlar B CBT 1357/ 10 22 Mart 2013 CBT 1357/ 11 22 Mart 2013 GDO karşıtlarından arı yetiştiricisi Michael Grolm, “Tarlaları özgürleştirme” adını verdikleri örgütü ile birlikte açık havada deneme amacıyla yetiştirlen GDO’lu ürünleri yok etmeye kendini adamış. Eylemciler GDO’lu mısır, buğday veya patates ekili alanlara konvoylar halinde girip ekili alanlardaki bitkileri söküp yerine organik çeşitleri dikiyorlar. Grolm eylemlerini şöyle savunuyor: “İnsanların bizleri suçlu olarak görmemeleri için eylemlerimizi herkesin gözü önünde yapmaya gayret ediyoruz. Yüzlerce polisin müdahalesi ve basının ilgisi aslında davamızı kamuoyuna duyurmamıza yardımcı oluyor.” 2008 yılında ilk kez tutuklanan ve bir ay hapis yatan Grolm, ayrıca ABD’li tarımsal ürün üreticisi ve pazarlamacısı Monsanto’nun koyduğu tasarruf yasağına da uymak zorunda kaldı. Şu anda eylemlerine kaldığı yerden devam eden Grolm GDO’lara niçin karşı çıktıklarını şöyle açıklıyor: “Biyoteknoloji araştırmaları Avrupa’nın organik ürün yetiştiriclerini silip süpürmeyi hedefliyor. Bunların gerçek niyetlerinin bilim yapmak olduğuna inanmıyorum. Stratejileri GMO tarımına kapıyı açmaya yönelik. Ben bir bilim adamı olsam ve GDO’lu ürünlerin çevreye verdiği olası etkilerini incelemek istesem, doğruca ABD’ye giderim. Orada zaten sınırsızca GDO ekiliyor. İncelenecek malzeme bol.” Grolm ve diğer aktivistlerin korkusu, genetiği değiştirilmiş bitkilerin bir kez Avrupa topraklarına bulaşması ve geriye dönüşü olmayan bir yola girilmiş olNorman Borlaug 1970 Avrupa’da GDO karşıtı eylem yapan aktivistler ması. Bunlar endişelerini şöyle dile getiriyorlar: “Gen teknolojikilometre karelik alana GDO’lu pamuk, soya ve mısır ekiyor. sinin iyisi yoktur. Bu atom enerjisine benzer. Bir kez kapıyı Hindistan’da bugün önde gelen GDO’lu ürün yetiştiricilerin açarsanız, kapatma şansını kaybedersiniz.” den. Grolm’ün sözcülüğünde aktivistler endişelerini şöyle sıRoma’da merkezi bulunan Gıda ve Tarım Örgütü’nden ralıyor: GDO’lu ürünlerin doğal ortama yayılması sonucu bö(FAO) ekonomist Terri Raney, transgenik ürünler üzerinde cek nüfusu olumsuz etkilenebilir ve tüm ekosistem çökebilir. araştırma yapan laboratuvarlar ile ilgili şöyle konuşuyor: “Bi Ayrıca biyoçeşitliliği de tehlikeye sokabilir. Biyolojik kirlililim insanları bundan 30 yıl önce çok önemli bir keşifte buğe neden olabilir. lundular ve bu keşfin yaşama geçirilebileceğini görüp büyük heyecan duydular. Ne yazık ki açık havada deneme yapma YENİ BİR YEŞİL DEVRİME KİMİN şansları aktivistler yüzünden ellerinden alınıyor; gerekli test İHTİYACI VAR? leri yapamıyorlar.” Onlarca yıldır süregelen GDO’lu ürünlerin sağlığa zararlı olup olmadığı yönündeki bilimsel çalışmalardan kesin bir soPROTESTOLARIN KAMUYA YANSIYAN nuç henüz alınmış değil, fakat Avrupalıların yalnızca dörtte YÜZÜ biri bu yiyecekleri masasında görmek istiyor. Pek çoğu böyle GDO’lu ürün tarımını engellemek için ellerinden ne ge bir teknolojiye gerek olmadığını düşünüyor. Çünkü Avrupa liyorsa yapan radikal protestocular, Raney’in bu açıklamasını kıtasında nüfus 25 yıl içinde en üst noktaya ulaşacak ve bu büyük bir sevinçle karşıladılar. Almanya’nın en tanınmış noktadan sonra inişe geçecek. ir organizmadan diğerine gen nakli tekniği 30 yıl önce Avrupa üniversitelerinin laboratuvarlarında geliştirildi ve ilk transgenik ürün Avrupa topraklarında yetiştirildi. Ama bugün genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO’lu ürün) yetiştirilmesi Avustuya, Macaristan, Fransa, Lüksemburg, Almanya ve Yunanistan’da kısıtlanmış durumda. 2011 yılında dünyadaki 160 milyon hektar ”biyotek” ürün ekili alanın yalnızca 114 bin hektarı (% 0.07’si) Avrupa topraklarında. Oysa GDO’lu tohumla tarım yapan ülkeler arasında ABD 69 milyon hektar ile birinci durumda. ABD’yi 30.3 milyon hektarla Brezilya, 23.7 milyon hektarla Arjantin izliyor. Dünyada toplam 29 ülkede GDO’lu tohumla tarımsal üretim yapılıyor. ABD’de yetiştirilen soyanın % 93’nün genetiğine müdahale edilmiş. Brezilya ve Arjantin yüz binlerce 2050 yılında nüfus artışıABD’de yetiştirilen soya nın na bağlı olarak dünyadaki gıda üretiminin %70 oranında artması gerekiyor. Montagu ve Jeff Schell idi. İkili toprakta yaşayan ve bitkilerde tümör oluşumuna yol açan Agrobacterium tumufaciens isimli bakteriyi incelerken, bakteri ve bitkinin arasında bir gen alışverişi olduğunu keşfetti. İşte bu keşif tarımda ikinci büyük devrimin yolunu açtı. Tümör oluşturan bakterinin zarar vermeden bitki hücrelerini nasıl değiştirdiğinin anlaşılmasıyla, kuraklığa dayanıklı pirinç, haşereleri uzaklaştıran mısır gibi olasılıklar gündeme geldi. Van Montagu’nun buluşundan yaklaşık 30 yıl sonra transgenik ürünler tarım tarihinde hiç görülmedik bir hızla yaşantımıza girdi.1996 ile 2011 arasında GDO tarımı 2 milyon hektardan 160 milyon hektara ulaştı. Yani yaklaşık % 8.000 artış gösterdi. Bütün bu gelişmelere karşın Avrupa kararlı bir şekilde tarımda GDO’lara izin vermedi. Ocak 2012’de Avrupa’da biyoteknoloji karşıtı hareket büyük bir zafer kazandı: Alman kimya devi BASF, aktivistlerin inatçı tacizlerine daha fazla karşı koyamadığı için GDO’larla ilgili açık hava deneylerini Avrupa’nın dışına taşıyacağını duyurdu. Böylece yalnızca Avrupa pazarını hedef alan GDO üretimini durdurdu. Avrupa’da kıran kırana mücadele devam ederken, transgenik ürünler aktivistlerin felaket öngörülerini boşa çıkartırcasına dünyanın dört bir yanına yayılmaya başladı. Zamanla bu teknolojiyi hedef alan itirazlar bilimin dışına taşmaya başladı. Tartışmaların bir boyutu da ekonomik. Bugün GDO’lu gıda üretimi birkaç şirketin denetimi altında (Monsanto, BASF, DuPont, Pionerr, Syngenta, Bayer ve Hazera vb..). Geleneksel tarımda kullanılan bitkilerin tohumlarıyla bir sonraki yıl yeniden ürün alınabiliyor. GDO’lu tarımda ise bu olanaksız. Üreticiler her seferinde bu birkaç şirketin sattığı tohumları satın almak zorunda. Wellesley College’dan tarım politikaları uzmanı Robert Paarlberg transgenik bitkilerin zamanlama hatası kurbanı olduğunu ileri sürüyor. 1996 yılının ilkbahar aylarında İngiltere’de deli dana olarak bilinen hastalık ortaya çıktığında gıda güvenliğinden sorumlu yetkililer hasta hayvanın etinin yenmesiyle hastalığın insanlara geçmeyeceği garantisi verdiler. Ancak yanıldıkları anlaşıldı. Yüz binlerce hayvan telef edildi, ama düzinelerce insan ölümcül beyin hastalığına yakalandı. Aynı günlerde Monsanto, çiftçilere GDO’lu tohumları pazarlamaya kalktı. Avrupalı tüketiciler yetkililerin verdiği güverceye itibar etmeyerek satışları engellemeye çalıştılar. Çevreci gruplar bu yeni tohumları “Frankenfood” olarak nitelendirerek, olası tehlikelere dikkat çektiler. %93’ü GDO’lu 2011 yılında ticari olarak GDO’lu ürün yetiştiren ülkeler Avrupalıların %27’si GDO’lu yiyeceklere itiraz etmiyor. ZAMANLAMA HATASI KURBANI Fakat Avrupa bir istisna. Dünya hızla kırılma noktasına doğru ilerliyor. Şu anda 7 milyar olan dünya nüfusu plato yapmadan önce önümüzdeki 40 yıl içinde 2 ile 3 milyar kadar artacak. Dünyanın belli başlı ekilebilir alanları şu anda kullanımda olduğuna göre, bu ilave boğazları doyuracak tarımsal üretimin yapılması için yeterli alan mevcut değil. Bu bugün FAO’nun en büyük endişesi. FAO yetkililerine göre 2050 yılında dünyanın yiyecek üretiminin % 70 oranında artması gerekiyor. Ne var ki buna benzer zorluklarla dünya daha önce de karşılaşmıştı. 2.Dünya Savaşı’ndan hemen sonra halk sağlığı ve hijyen konusunda ciddi ilerlemelerin kaydedilmesiyle insan ömrü belirgin şekilde uzayınca benzer bir yiyecek sıkıntısı başladı. ürün cinsi mekanizasyon, kontrollü sulama ve petrol bazlı suni gübreleme gerektiriyordu. Sonuçta küçük ölçekli çiftçiler bu rekabete dayanamadı. İkinci ve önemli bir diğer etkisi de haşere öldürücü ilaçların kullanımının artması. Üstelik her seferinde hibrit tohumların tohum şirketlerinden yeniden satın alınması gerekiyordu. Bu da bir avuç Avrupalı ve Amerikalı tohum yetiştiricisinin dev kuruluşlar haline gelmesine yol açtı. Bütün bu gelişmeler beraberinde bazı sorunları getirdi. Hintli fizikçi Vandana Shiva, 1991’de Amerikalı tarım uzmanlarını ekolojik olarak yıkıcı ve sürdürülebilirliği olmayan tarımsal uygulamaları dünyanın dört bir yanına yaymakla suçladı. Diğerleri ise Yeşil Devrim’in yüzlerce milyon insanı açlıktan kurtardığını savunuyordu. 1970 yılında Borlaug, Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüğünde verimliliği artırılmış ürün arayışlarının sona ermediğini, bu yöndeki çalışmaların devam etmesi gerektiğini söylüyordu. 1980’li yıllarda bilim insanları ikinci büyük gelişmenin gen modifikasyonu olduğunu duyurdu. Bu haberin kaynağı Belçika’daki Ghent Üniversitesi’nden biyolog Marc van İKİNCİ BÜYÜK GELİŞME Bu kötüye giden tablo bir kişinin çabalarıyla değişmeye başladı. 1944 yılında Iowa doğumlu biyolog Norman Borlaug, 30 yılını Meksika’nın bereketli toprakları üzerinde çalışarak geçirdi. Elleriyle çeşitli buğday türleri arasında çapraz dölleme yaptı. Konvansiyonel yetiştirme tekniklerinden yararlanarak devrim yaratacak bir buluşa imza attı. Cüce bir buğday cinsini yüksek verimli çeşitlerle dölledi. Sonuçta hem olağanüstü verimli, hem de tohumların ağırlığı altında bükülmeyen güçlü bir buğday cinsi yarattı. Borlag’un çalışmaları Meksikalı buğday yetiştiricilerinin 6 misli verim almasını sağladı.Tarım uzmanları aynı ilkelerden yararlanarak “yarıcüce” pirinç cinsi yetiştirdi. Dünya nüfusu iki misline çıkarken, bütün bu değişiklikler sayesinde yiyecek sıkıntısı yerini yiyecek fazlalığına bıraktı. Bu tekniği yere göğe sığdıramayanlar olayı “Yeşil Devrim” olarak nitelendirdiler. Ancak herkes bu durumdan hoşnut değildi. Bu yeni Bir Greenpeace aktivisti Romanya Tarım Bakanlığı’nın önünde GDO’lu ürünleri protesto ediyor BİRİNCİ YEŞİL DEVRİM ‘BİYOTEKNOLOJİK ARAŞTIRMALAR NEREDEYSE YAPILAMAZ DURUMDA’ Sabancı Üniversitesi Biyoloji Bilimleri ve Biyomühendislik Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Selim Çetiner, GDO’lu ürünlerin bugün karşı karşıya olduğumuz gıda yetersizliğine çözüm getireceğine inanmasına karşın Biyogüvenlik Kurulu’nun aldığın kararları onaylamıyor: “26 Eylül 2010 tarihinde yürürlüğe giren ve modern biyoteknolojik araştırmaları neredeyse yapılamaz hale getiren, AB müktesebatı ve dünya normlarıyla açıkça çelişen Biyogüvenlik Yasasının bir an önce değiştirilmesi gerekmektedir. Ancak, bu şekilde tohumda dışa bağımlı olmaktan kurtulabiliriz. Bilimi durduran, dünya biliminin kurumsal otoritelerinin ortak görüşünü hiçe sayan yasakçı bir yaklaşım rasyonel değildir ve Türkiye’yi ithal tarım ürünlerine esas bağımlı kılacak tutum da budur.” http://www.tarimsalhaber.com/profdrselimcetinerdenyokbaskaninaacikmektupmakale,138.html İlginç olan bu teknolojinin insülin, aşılar ve çeşitli ilaçların üretiminde de kullanılıyor olması. Hastalıklarla savaş amacıyla kullanıldığında kimsenin itiraz etmemesini Paarlberg şöyle açıklıyor: “Aşı uygulaması herkes tarafından kabul gördü. Çünkü ortaya çıkan ürün tüketicilere açık ve net bir yarar sağlıyor. Oysa GDO’lu ürün imalatı, verimi arttırıp, maliyeti düşürdüğü için doğrudan çok uluslu şirketlere ve büyük çiftçilere yarar sağlıyor, tüketicilere değil.” Derleyen: Reyhan Oksay Kaynak: Discover, Nisan 2013 AŞILARDA DA AYNI TEKNOLOJİ KULLANILIYOR
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle