Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
• KÜLTÜR • DOĞAN KUBAN DİKTATÖRLÜK BASINI “BÜTÜN KÖTÜLÜKLERİ İYİLİK OLARAK GÖSTERİR” Ziya Paşa ve Cenevre’de Hürriyet Gazetesi Bugün kimi gazetelerde yazı yazanların ve kenarda köşede konuşanların hafıza kaybı hastası ya da kör cahil olduklarını kabul etmek zorundayız. Hıfzı Topuz’un 2013’te 5. baskısı yayımlanan ‘Vatanı Sattık Bir Pula’ adlı kitabında Namık Kemal’le birlikte Avrupa’ya kaçan genç Osmanlılar ya da Jeunes Turcs’ler arasında olan Ziya Paşa’nın Cenevre’de yayımladığı bir makale var. Londra’da Hürriyet gazetesini yayımlayan Ziya Bey (Ziya Paşa) İngilizlerden baskı gördüğü için Cenevre’ye gidip gazeteyi orada çıkartmaya başladı. 1 CBT 1397/5 / 27 Aralık 2013 3 Eylül 1870’te (Cumhuriyet ilanından 53 yıl önce) Cenevre’de yayımlanan Hürriyet’te şunları yazmış: “Cumhuriyette padişah, imparator, sadrazam falan yoktur. Ülkenin padişahı da, imparatoru da, kralı da hep halktır. Halk kendi çıkarını düşünen birkaç kişinin kölesi değildir. Herkes hak ve özgürlüklere sahiptir. Halk zorla askere alınmaz, kışlalarda çürütülmez. Ülke tehlikeye düşerse halk silaha sarılır. Halk angarya yöntemiyle çalıştırılmaz. Gazeteler hükümete yaltaklanmak zorunda değildir. Her türlü eleştiriyi yaparlar. Cumhuriyet rejiminde millet meclisi vardır. Yasaları hazırlar. Üyelerini halk seçer. Mahkemeler özgür ve bağımsızdır. Onlara ne meclis karışır, ne de başkan. Ülke yöneticilere dedelerinden ve babalarından miras kalmış değildir. Diktatörlük rejimlerinde iş başındakiler, istediklerini cennete yollarlar, istemediklerini cehenneme. Öyle rejimlerde gazeteler iş başındakilere dalkavukluk ederek yaşamlarını sürdürürler, iktidardakileri öve öve göklere çıkarırlar. Bütün kötülükleri iyilik olarak gösterirler. Kolay para kazanmanın yolu da budur.” Bu, bizim ünlü şairimiz Erzurumlu Ziya Paşa’nın 45 yaşında iken Avrupa’da yazabildiği bir makale. Ziya Paşa 1871’de yurda döndü. Şurayı Devlet azalığı, Maarif Müsteşarlığı yaptı. Yeni Anayasa komisyonunda çalıştı. 1876’dan sonra o anayasayı hazırlayanlar İstanbul’dan uzaklaştırılırken, Ziya Paşa da, vezir unvanıyla, Suriye, Konya, Adana valilikleri’ne sürüldü. 1881’de öldü. Bu bir Osmanlı hikâyesi. Fakat şunu anlatır. Cumhuriyeti Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Mustafa Kemal ve arkadaşları kurdu. Ama Cumhuriyet Anayasasının temel fikirleri Mustafa Kemal kuşağının hocalarından öğrendikleri çağdaşlık düşünceleridir. Osmanlıların son dönem şairlerinin bize nasıl bir Osmanlı toplumu anlattıklarını ben çocukluğumda annemden ve babamdan dinledim. Sonra tarihini okudum. Sonra da öğrencilerime anlattım. Neden Anadolu’nun bir köşesine tıkılmak anlamına gelen Sevr Anlaşması’na imza koyduğunu anlamak için şairleri dinlemek yetişir. Paris’te yaşarlarken Ziya Bey’in yazmaya başladığı Tercii Bend ve Terkibi Bend kitabının bazı beyitlerini ben bugün de ezberden yineliyorum. 150 yıldır doğru olduklarını görmek, Ziya Paşa’nın tarih öngörüsünün şaşırtıcı ve belki de dâhice niteliğini gösteriyor, ama bizi kalbimizden yaralıyor. Onlar ki verir laf ile dünyaya nizamat Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz Şahsın görünür rütbei aklı eserinde Bizim topluma uygun şu beytin karikatüristlerce kullanıldığını anımsıyorum. İç bade, güzel sev var ise akl u şuurun Dünya var imiş ya da yoğ imiş ne umurun Ziya Paşa’nın Osmanlı dünyası hakkındaki düşüncesi şu beyitte Diyarı küfrü gezdim beldeler, kaşaneler gördüm Dolaştım mülkü İslamı bütün viraneler gördüm. Biz gökdelenler yapıyoruz, ama uygar belde görmek için Avrupa’ya gidiyoruz. Ziya Paşa’dan 15 yaş daha küçük, daha çekingen bir yazar olan Namık Kemal Osmanlı dünyasını şöyle yansıtır: Doymadı gözlerimiz kan ile olsun, dolsun Babalar ağlayadursun, analar saç yolsun Yüzümüz yerde sürülsün, başımız taş olsun Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğ imiş kurtaracak bahtı kara maderini Biz bakmadan sağa sola Düşman girdi İstanbul’a Vatanı sattık bir pula Ne utanmaz köpekleriz. Bu iki şairden daha genç, fakat daha usta olan Tevfik Fikret (18671915) İmparatorluğun en acıklı günlerini yaşamıştı. Rus orduları Yeşilköy’e gelmişler, Osmanlı Devleti Balkan Savaşı’nda yenilmiş, Rumeli’den kaçan Türkler İstanbul sokaklarını doldurmuş, Avrupalılar Çanakkale Boğazı’na dayanmışlardı. Onun en çok bilinen şiirlerinden biri olan ‘Sis’, simgesel olarak, Osmanlı başkenti üzerinden İmparatorluğu anlatır: Sarmış yine afakını bir dudi muannid Bir zulmeti Beyza ki peyapey mütezaid, …. Layık bu tesettür sana, ey sahnı mezalim …. Ey sahnei zişa’şai hailepira …. Örtün evet ey haile… Örtün evet ey şehr; Örtün ve müebbed uyu, ey facirei dehr Tayfun Bu bütün imparatorluğu saran ve sürekli artan bir sistir. İstanbul, bir zulüm sahnesi, facialarla süslü pırıl pırıl sahne olarak bu örtüyü gerektiriyor. Kapkara damları, çamurla tozun savaştığı sokakları, her şeyi gökten dilenen adi ve ikiyüzlü, boyun eğen toplum, ve her adiliği yutan kupkuru ağızlar. Fikret sonunda İstanbul’a ‘evrensel orospu’ der. ‘Sis’ dehşet verici ve acıklı bir haykırıştır. Bu sofracık efendiler ki iltikama muntazır Huzurunuzda titriyor şu milletin hayatıdır; Şu milletin ki muztarip, şu milletin ki mutazır! Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır… Dünya ne kadar zor değişiyor. Aynı sözler bugün de geçerli. Fakat Fikret umutsuz değildir. Yüzyılın aydınlanma yüzyılı olduğunu ve bu ışığın genç kuşakların elinde vatanı yaşatacağını ‘Rübabı Şikeste’de ‘Sabah Olursa’ adlı şiirinde oğlu Haluk’a söyler. Mehmet Akif (18731936) dindar, milliyetçi, vatanperver büyük bir şairdir. Gençliğimizde ‘Çanakkale Şehitlerine’ adlı şiirini ezbere söylerdik. Annem bize ezberletmişti. Orada ölen askerlere Sen ki İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın der. Bugün İslamın hüsranı (Düş Kırıklığı) sürüp gidiyor. Küçük Körfez devletlerinin petrol zengini olmaları 1.5 milyar Müslümanın kaderini değiştirmiyor. Osmanlı geç dönemi şikâyet eden, dünyada haberi olmaya başlayan, Türk milliyetçisi şairler yetiştirmiştir. Mehmet Emin Yurdakul (18691944) bir şiirinde yoksul köylü ile konuşur: Ah efendi, bize karşı İstanbul Neden böyle sert, yalçın taş gibi? Taşraların hayvanlık mı nasibi? ** Ey Türklüğün Otağı Ne vakte dek, bu acıklı sefalet, Bu viranlık, bu inilti, bu kaygı? Ne vakte dek, bu uğursuz cehalet, Bu taassup, bu görenek, bu uyku İnsanın bugüne kadar diyeceği geliyor. Sadece bir şiir olarak da kalsa şairlerin duyguları ülkenin halinden etkileniyordu. Rıza Tevfik (18691949) Serabı Ömrümde ki ünlü ‘Uçun Kuşlar’ adlı şiirinde, İstanbul’la karşılaştırarak Uçun kuşlar uçun, burada vefa yok öyle akar sular, öyle hayâ yok, Feryadıma karşı aksiseda yok Bu yangın yerinde siyah kül vardır. Osmanlı toplumunun şairleri, düşünürleri hayâsız bir yangı yerinde yaşadıklarını, Rıza Tevfik gibi, Sevr Anlaşması’nı imzalamış olsalar bile, ruhlarında hissediyorlardı. O günle bugün arasında, bugünün lehine bir Cumhuriyet geleneği ve eğitimi var. O günün lehine de idare eden sınıfın çok uzun bir geleneğe oturan ağırlığı olduğu söylenebilir. Ama şiirler bu günü de aydınlatıyorlar. Akgül