Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Neden “en az üç çocuk”? İdeoloji uğruna toplumdaki ailelerin tutumunda, değerinde, davranışında bir farklılık yaratmak, bu topluma ne kazandıracaktır? Mümtaz Peker <mumtazpeker@hotmail.com> İ nsanlık tarihinin başlangıcından, 1700’lü yıllara kadar süren uzun zaman diliminde yaşanan yüksek doğumölüm hızlarına (binde 3635) göre dünya nüfusunun çok düşük artışı (binde bir) gerçekleşti. 1750’li yıllarda başlayan sanayileşme ile birlikte Batı Avrupa’da ölüm hızları azalmaya başladı. Yaklaşık iki yüzyıl süren ölüm hızı azalışı 1940’lı yıllarda binde 1415 düzeyine geriledi. Uzun bir dönem boyunca süregelen yüksek doğurganlık hızı, düşmeye başlayan ölüm hızlarından ancak 150 yıl sonra azalmaya başladı. Doğumölüm hızlarının en yüksek olduğu 1850’li yıllarda Batı Avrupa’da nüfus artış hızı yüzde 1,2 düzeyinde gerçekleşti. Dünya tarihinde bu zamana kadar görülmeyen nüfus artışı karşısında ne yapılması gerektiği konusunda Avrupa toplumlarında dini liderler ve üniversite çalışanları önderliğinde büyük bir tartışma başladı. Tartışmanın temel nedeni; nüfusun bu hızla artması halinde 58 yıl sonra ikiye katlanmasının yaratacağı sorunlarla nasıl baş edileceğiydi? Toplumda sağlanan uzlaşı sayesinde 1850’li yıllardan başlamak üzere doğum hızları da düşmeye başladı. 1940’lı yıllarda doğumölüm hızları düşük düzeyde (binde1614) yeni bir dengeye kavuştu. Batı Avrupa’da sanayi temelli olmak üzere nüfus iki yüzyıl içinde yüksek doğumölüm hızlarından, düşük doğumölüm hızlarının yaşandığı yeni bir dengeye kavuştu. Ulaşılan bu yeni dengede nüfus artışı yine az olduğu için nüfusun ikiye katlanması için artık uzun yılların geçmesi gerekiyordu. (%2,53) artmaya başladı. Azgelişmiş ülkelerde nüfusun 2428 yılda ikiye katlanmasının yarattığı, şimdiye değin görülmeyen nüfuslanma, büyük tartışmayı başlattı: Nereye gidiyoruz? Nüfus bombası olarak tanımlanan olayın ne kadar süreceği, dünya nüfusunun ulaşacağı büyüklüğün getireceği sorunlar konu ile ilgili çevrelerde büyük heyecan uyandırdı. Hızlı nüfus artışının sürmesi halinde, dünya kaynaklarının ciddi biçimde zorlanacağı, gelişmekte olan ülkelerde yetersiz olan ekonomik koşulların sefalete dönüşeceği, çevre koşullarının kötüleşeceği, tartışmaların özünü oluşturdu. Türkiye bu sorunu akılcı biçimde çözümleyen ender ülkelerden biri oldu. Mustafa Kemal Atatürk ve kadrosunun, savaş sonrası haklı nedenlerle Cumhuriyet’in ilk yıllarında aklın öncülüğünde yürüttükleri doğurganlığın yüksek düzeyini koruması, ölümlerin azaltılması, dışgöçün özendirilmesi ilkesi 1960’lı yıllarda yeniden gözden geçirildi. Doğumölüm hızlarında görülen yeni dengede doğumların yüksek hızla sürmesinin, amaçlanan ekonomik büyümeyi gerçekleştirmeyeceği savunuldu. Hedeflenen ekonomik büyümenin sağlanabilmesi için yeni bir yol benimsendi: Ailelerin ideal buldukları, doğurmak istedikleri, bakabilecekleri kadar çocuğa sahip olabilmeleri için, kamunun gerekli sağlık hizmetini sunacağı bir politika izlenecekti. Politika doğru idi; fakat 1965’den sonra yönetime gelen hükümetler nedense ipe un sermeye başladı. Burada dikkati çeken temel nokta her iki dönemde sorunu çözmek için aklın öncülüğünde bilimden yararlanmak oldu. Uzun yıllar kamu yönetiminde dini kuralların geçerli olduğu bir topluma, sorunun çözümü için dinsel söylemle yaklaşılmadı. Türkiye’nin başarısı bundan kaynaklandı. Hükümetler gerekli önlemleri ciddi bir şekilde uygulamasalar da, ailelerin büyük çoğunluğu istedikleri, bakabilecekleri çocuğa sahip olma konusunda bilinçli davranışta bulundular. Konunun akılbilim bağlamında kendilerine aktarılmasının büyük önemi oldu. Türkiye’de yaklaşık elli yıl içinde (19602010) bir kadının hayatı boyunca doğuracağı çocuk sayısı (Toplam Doğurganlık HızıTDH) 5,5 çocuktan, 2,1 çocuk düzeyine düşürüldü. 19351955 döneminde birden düşürülen kaba ölüm hızı dışında, 19602010 döneminde bebekçocukanne ölüm hızlarını da büyük ölçekte düşürme başarısı gösterildi. Türkiye’de nüfus artışı, düşük doğumölüm hızları altında yeni bir dengenin eşiğine geldi. Ülkemizin nüfus konusunda bilgi üreten araştırma kurumu çalışanları (Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü/HNEE) ile nüfus konusunda stareteji belirleyen Devlet Planlama Teşkilatı uzmanları bu bilgiler ışığında yaptıkları ayrı çalışmalar sonucu ülke nüfusunun 203545 yıllarında 9398 milyon aralığında kararlı/durulmuş bir nüfusa ulaşacağı öngörüsünde bulundu. Örneğin HNEE nüfusbilimcileri 2007 yılında bir annenin kendi yerine doğum yapacak bir kadın bırakması, 2020 yılında bebek ölüm hızının binde 15 olması, dış net göçün 50 ATATÜRK DÖNEMİ ÇÖZÜMÜ Şekil 1: Yaş Gruplarındaki Değişim ( 19352035)5 CBT 1319/ 14 29 Haziran 2012 Batı Avrupa’da doğumölüm hızlarında görülen düşme; aile geliri, kadının eğitimi, sosyal tabakalaşma gibi değişkenlerle açıklandı. En yüksek doğurganlığın; düşük gelirli, temel eğitimi olmayan kadınların ailelerinde olduğu görüldü. Altalt orta sosyal tabakadaki ailelerin, üst, üst orta tabakadaki ailelere göre daha çok çocuk sahibi oldukları saptandı1. nüfussal Batı Avrupa nüfusunda görülen bu değişim “n dönüşüm kuramı” ile 1947’de C.P. Blacker2 tarafından beş aşamalı olarak açıklandı. Kuram daha sonra nüfusbilimciler arasında üç aşamalı olarak büyük kabul gördü3. Kuramın ilk evresi 1940’lı yıllarda azgelişmiş ülkelerin yaşadığı örüntüyü de açıklıyordu. O yıllarda sorulan soru, “Azgelişmiş ülkelerdeki nüfussal dönüşüm nasıl olacaktı?”. Sosyal bilimlerde hiçbir bilimcinin tahmin edemediği büyük dönüşüm 19351955 döneminde azgelişmiş ülkelerin ölüm hızlarındaki ani düşüşte görüldü. Azgelişmiş ülkelerdeki ölüm hızı düşüşünü, sanayileşmiş ülkelerin geliştirdiği tıbbi teknoloji olanaklarının, etkin halk sağlığı hizmetleriyle halkın ayağına götürülmesi sağladı. Azgelişmiş ülkelerde ölüm hızlarının örüntüsü yirmi yıl içinde birden değişti4; fakat doğurganlık yüksek düzeyini koruduğu için bu ülkelerde nüfus artışı, tarihte görülmeyen hızla Çizelge 1: Nüfus Projeksiyonu Sonuçları5 000 düzeyinde sabit olması halinde 20302035 yılında ülke nüfusunun 93,4 milyon olacağını tahmin ettiler (Çizelge 1). DPT uzmanları da benzer sonuca ulaştılar. Her iki çalışmanın ortak bulgusu 65+ yaş nüfusunun artacağı, 2035’den sonra toplam nüfus içindeki sayısının 10 milyonu aşacak olmasıydı (Şekil 1). Türkiye’nin Yeni Sorun Alanları: 2000’li yıllarda görülen bu dönüşümle birlikte Şekil 1’de görüldüğü gibi ülkenin yeni sorun alanı üç noktada oluşmaya başladı. Azalan doğurganlık ile birlikte 014 yaş grubunun toplam nüfus içinde azalması çok anlamlıydı. Aileler istedikleri çocuğa sahip olma yanında, bu çocuklarının nitelikli olarak yetişmesi için gerekli ekonomik kaynakları onlara aktarabilecekleri davranışları gösteriyorlardı. Toplumda çoğu ailede(%75) çocuğa verilen değer; ekonomik değerden(çok çocuklu) psikolojik değere (az çocuklu) dönüşmüştü. Kamu toplumda görülen bu değer dönüşümüne göre çocukların nitelikli olarak yetiştirilmesi için sağlık, eğitim örgütlenmesinde yeni kuralları içeren kurumsallaşmayı vakit geçirmeden sosyal sistem içinde oluşturmalıydı. Yaşlanan nüfusa ilişkin olmak üzere, toplumumuzun değerleri ile örtüşen, bizler için özel olan büyüklerimize vefa duygumuzun gereği onları hayata bağlayacak, yeni kurallar bütünü içinde oluşturulacak yepyeni kurumsallaşma modeli çalışmaları başlatılabilirdi. Bunun yanı sıra nüfus tarihinde bir kez karşılaşacağımız, toplam nüfus içinde büyüklükleri en yüksek orana ulaşan çalışma çağı nüfusuna gerekli istihdam koşullarının nasıl yaratılabileceği çalışması yapılabilirdi. 2000’li yıllarda iktidar olan R.T. Erdoğan hükümetleri nedense bu konularda iç dinamikteki değişmeleri zamanında görmediği için, gerekli önlemleri almada hep geç kaldı. Önerilen çözümler sürekli merkez ülke kaynaklı oldu. Bunlar başta sağlık olmak üzere hemen “dönüşüm söylencesi” adı altında uygulamaya kondu. Arkasından diğerleri gelmeye başladı. Nüfussal dönüşüm tüm gelişmekte olan ülkelerde yaşandığı için, merkez ülke gerekli mali yardımlar için hepsine sosyal güvenlik konusunda değişim yapmalarını öneriyordu. Ülkemizde de düşen ölüm hızlarından ötürü doğumda, herhangi bir yaşta yaşam umudunun 70’li yaşlara ulaşması, TDH’nin bir ülkenin kendisini ancak yenileyebilecek düzeye (TDH=2,1) gelmesi sonucu oluşan, karşılaşılacağımız yeni sorunları öne süren merkez ülke kaynaklı örgütlerin bastırmasıyla, Erdoğan hükümeti sosyal güvenlik örgütlenmesini yeniden yapılandırdı. Başbakan attığı imzanın daha mürekkebi kurumadan, şahit olarak katıldığı evlenme merasiminde bu kez ideolojisine dayanan görüşünü ortaya koymada bir sakınca görmedi. Geline evlilik cüzdanını uzattı: “En az üç çocuk!” isteği olan ideolojisini açıkça belirtti. Üç çocuk söylemi Başbakan Erdoğan tarafından olduğu gibi, üst düzey yöneticiler, bu ideolojiyi benimseyenler tarafından etkin biçimde medyada sürekli gündeme getirilmeye başlandı. Doğurganlığın ekonomik kuramına ülke nüfusbilimcileri olarak fazla bir katkımız olmadı; fakat Başbakan Erdoğan çamaşır makinesi ile çocuk bezi yıkamanın,