24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Eğitimin çocuklarda zekâ gelişimine ve okul başarısına etkisi unutuluyor Eğitimin olağanüstü önemini vurgulayan güzel sözlerden birini “Deliliğe Övgü” nün yazarı Rotterdamlı Erasmus (1469?1536) söylemiştir: “Doğumla değil, eğitimle insan olunur.” Bu nedenle yaklaşık 2500 yıldır eğitim üzerinde kafa yoruluyor, daha etkili verilmesi için çalışılıyor. İlk büyük aşama, ortaçağda geçerli olan inanç eğitiminin, “insanın keşfedildiği” Yenidendoğuş döneminde terk edilmesidir.. Prof. Dr. Y. Müh. İlhami Çetin Bugünü düne borçluyuz, dünü de geçmişe… Mümtaz Başkaya (baskaya@superposta.com) CBT (1338/9 Kasım 2012, s.19) dergisinde Sayın Prof. Dr. Süleyman Çelik’in değerli bilgiler içeren yazısı yer aldı. Özellikle, Sayın Celal Şengör’ün Fransız İhtilali’ni, “insanlığın başına gelmiş en büyük felaket” nitelemesi üzerine yoğunlaştırdığı ve bu ihtilal üzerine verdiği değerli bilgileri, biz Cumhuriyet okurları ile paylaştı. Ancak yazısının ilk bölümündeki düşüncelerine, bir okur olarak kısmen de olsa katılmadığımı belirtmek istiyorum. Gerçekten de insanları, özellikle tarihsel kimlikleri ve en önemlisi tarihi olayları dönemlerinin taşıdığı özelliklere göre değerlendirme zorunluluğu vardır. Yüzlerce, hatta binlerce yıl önce yaşamış insanları, tarihi olayları sadece bugünkü bilgi ve toplumsal koşullarla değerlendiremeyiz. Ancak burada unutmaması gereken, tarihin bir bilim olduğu ve geçmişin geleceğe yön verdiği gerçeğidir. Tarihi kimlikler için genel bir değerlendirmeyle “kendileri gibi görüşleri de tarih olmuştur” dersek, kendi kendimizle çelişir duruma düşmez miyiz? Bırakalım uzak geçmişi, yakın geçmişimizle ilgili tarihi şahsiyetlerimizi bu mantıkla değerlendirmek isteyenlere bir yol açılmış olmaz mı? Bugünün en büyük sıkıntılarımızdan biri, ülke insanı olarak tarih bilmezliğimiz değil midir? Günümüz insanlarının birçoğu, okuyanımız ve okumayanımız da dahil olmak üzere, tarihsel olayları, tarihi kimlikleri analitik biçimde yorumlayamazken ve böyle olduğunda da geçmiş olaylarla tarihsel bir bağ kuramazken hangi aydınlanmadan söz edeceğiz? Tarihi tarihte bırakırsak ve tarihi kimlikleri dönemleriyle sınırlandırmaya çalışırsak hangi aydınlık yolda yürümüş olacağız? Unutulmaması gereken, geleceğin kurulmasında geçmişin ilerlemesi şarttır. Bir örnek verecek olursak; tarihin bir döneminde ateş bulunmamış olsaydı veya hayli gecikmiş olsaydı günümüz sanayisi ve teknolojisi böyle mi olurdu? Eğer tekerlek bulunmasaydı, uygarlığın durumu böyle mi olurdu? Bunlar tarihten, yani geçmiş zamandan birer örnek. Bu örnekleri tarihi kişiler üzerinden de çoğaltmak mümkün. Ülkemizde mutlakıyet yönetimlerini yıkarak meşrutiyete geçilmesini sağlayanlar ve bu uğurda canlarını yitirenler olmasa bugünlere gelebilir miydik? Ya Cumhuriyet mücadelemiz, Kurtuluş Savaşı olmasaydı ülkemizi parçalanmaktan nasıl kurtaracaktık? Kısacası; tarihi kişilikleri, tarihsel olayları dönemlerinin özelliklerine göre değerlendirmeli ve günümüze ait sonuçlara da varmalıyız. Yoksa, tarih masal anlatmaya dönüşür ve didaktik anlayışı yok olur. Bir Türk hekimi olduğu öne sürülen İbni Sina’nın döneminde ortaya koyduğu tıbbi bilgilerin bugün için artık bir önemi kalmadı. Ancak bugünlere gelişte önemli bir katkısı olduğu yadsınamaz. Sadece tarihi bir kimlik olarak görülmesi, uygarlığın gelişimindeki önemini görmezden gelme anlamına gelecektir. Hiçbir şey durağan değildir. Tarihin de belli koşullar içinde diyalektiği vardır. Ancak bu, tarihin sonuçları itibariyle günümüze taşınmasına engel bir durum teşkil etmez. Ayrıca değişime, günümüz şartlarındaki yorumlamaya etken ve yatkın bir durum da yaratır. Platon, Rousseau, Marx ve diğer ünlü düşünür, filozof ve bilim insanlarını aşmak, yani onların düşüncelerini, yaptıklarını ve ortaya koyduklarını geçebilmek zaten tarihin doğası gereği. Ancak bunları aşmanın ölçüsü, onları küçültmek değildir. Uygarlığın ilerlemesi sanki bir bayrak yarışı gibidir. Döneminde ilerlenir ve uygarlık bayrağı bir sonraki dönemin ilerleyicilerine verilir. Bu değişim geçmişten şimdiki zamana doğru belli kurallar içinde sürer gider. Hedefi hep gelecektir. Bu devinim gereği her tarihsel olay bir öncekinin sonucu, bir sonrakinin de başlangıcıdır. Bu bağlamda, her kişi ve her olay tarihte yerlerini alacaktır. Gerektiğinde, insanlığın uygarlık ilerlemesinde güçlü bir ışık olmaya da devam edeceklerdir… A ydınlanma dönemi sayılan 17. ve özellikle 18. yüzyılda eğitim bilimi yeni bir sıçrama yaptı. Fransız filozof ve bilgin Descartes (15961650, okunuşu: Dekart) her şeyden kuşku duyarak geliştirdiği çağcıl felsefeyle usçuluğu temel yapmış ve böylece Aydınlanmanın temelini atmıştır. Ona göre bilmenin ve öğrenmenin tek aracı insan aklıdır. “Düşünüyorum, öyleyse varım” özdeyişi din dogmacılığına karşı usa ve yalnız usa dayanıyor, kuşku yöntemini öğretiyordu. Bunun ne büyük bir cesaret gerektirdiğini anlayabilmek için o devirde Katolik Kilisesi’nin engizisyon mahkemesini bir baskı aracı olarak kullandığını, körü körüne inanma istediğini anımsatalım. 2012’de 300. doğum yılı kutlanan Cenevreli filozof J.J. Rousseau ise eğitimde çocuğu keşfetmiş ve onu eğitimin merkezine oturtarak bir devrim yaratmıştır. Temel tezine göre çocuğun üç öğretmeni olmalıdır: Doğa, insanlar ve araçlar. Yenidendoğuşta insan, Aydınlanmada ise us keşfedildi. Alman filozof Kant (17241804) “Aydınlanma nedir?” başlıklı ünlü makalesinde “Ergin olmama, başkasının yönetimi olmadan zihnini kullanamamadır… Kendi zihnini kullanma yürekliliğini göster!” der. İşte eğitim böyle ergin insanlar, sorgulayan, nedensonuç ilişkisini araştıran, aklın ufuklarına koşan bireyler yetiştirmelidir. Bunun için, İlhan Selçuk’un özdeyişiyle “aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaşması” zorunludur. tim başlıklı yapıtı kalıcı etki yapan bu eğitimci, “yaparak öğrenme” eğitim ilkesini de önerendir. Atatürk Cumhuriyeti’nin Aydınlanma kurumları olan Köy Enstitüleri ile verdiği muhteşem örneğe rağmen şimdiki politikacılar, hiçbir bilimsel temellendirmeye dayanmadan, Osmanlı’yı taklit eden dinsel bir eğitim uygulamak istemektedir. Osmanlı devleti altı yüzyıl dinsel bir eğitim uygulamış, sonunda onu eğitimsizlik ve cahillik yıkmıştır. Şimdi yeniden dinsel tabanlı eğitime geçilmek isteniyor. Acaba aynı nedenlerin aynı sonuçları doğurduğu biliniyor mu? Her şeyden önce getirilen değişikliklerin öğrencilerin ortalama zekâsına etkisi muhakkak incelenmelidir. Zekâ konusu üzerinde bir yüzyıldan beri çalışılmakta ve sonuçları yaygın biçimde uygulanmaktadır. Zekâ ve eğitim araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. H. Rindermann (Chemnitz TÜ, Almanya) ve diğer bazı araştırmacılara göre IQ (Intelligence Quotient= zekâ oranı) ile ölçülen zekâ düzeyinin belki %50 kadarlık bir bölümü genler tarafından belirlenir, kalan bölümü çevre (anne sütü dahil) ve eğitimden kaynaklanır. Bu saptamalardan giderek, yeni eğitim sistemimizin çocuk zekâ düzeyini nasıl etkilediğini ölçerek incelemek olağanüstü önemli ve ilginç olacaktır. Kuran kurslarında, imam hatip okullarında, yeni yasayla öngörülen din derslerinde belki çocukların zekâ düzeyi yükselmektedir. O zaman bu gelişmeyi tüm dünyaya duyurur ve onların da tekrar ortaçağ eğitim anlayışına dönmelerini salık verebiliriz! Tersine zekâ düzeyinde bir düşme saptanıyorsa, çocuklarımızın aptallaşması anlamına gelen yeni öğretim sistemini politikacılarımız savunmayacakları gibi, anneler ve babalar da şiddetle reddedecektir. Sonuçları herkesin gözünü açabilecek zekâ araştırmalarının ülkemizde şimdiye kadar yapılmamış olması bağışlanamaz bir ihmaldir. Üniversitelerimiz toplumun yol göstericisi, deniz feneri olduklarını unutmamalı ve üç maymunu oynamaktan vazgeçmelidir. Rousseau 262 yıl önce yayımladığı “Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev”in önsözünde “Her devirde zamanın, ülkenin ve toplumun düşüncelerine bağlı olarak yaşamaya mahkum insanlar bulunur. Bugün ileri fikirli ve filozof geçinen öyle insanlar vardır ki, Kutsal Birlik zamanında yaşamış olsalardı, yine zamana uyarak birer softa kesilirlerdi…” diyor. Türk üniversiteleri bu tür insanları bünyelerinde kuşkusuz barındırmazlar. Bu arada Almanya’da yapılan ölçümlerde, Alman çocuklarınınkine göre Türk ve diğer Müslüman çocukların zekâ düzeyi düşük, buna karşın Vietnamlı çocuklarınki yüksek çıkmıştır. Çok şaşırtıcı bu sonuç karşısında Vietnam’a gidilerek oradaki çocukların da zekâ düzeyi ölçülmüş ve aynı sonuç bulunmuştur. Benzer ölçümlerin Türkiye’de yapılması ne kadar ilginç olurdu. EĞİTİM VE ZEKÂ CBT 1342/ 18 7 Aralık 2012 Eğitim bir ülkenin yaşamsal önemli bir konusu olduğundan, her türlü değişikliğin bilimsel verilere dayanarak titizlikle yapılması, önce ufak çapta uygulanarak sonuçların değerlendirilmesi ve bunlar olumluysa uygulamanın yaygınlaştırılması gerekir. Cumhuriyetin kurucu kuşağı bu bakımdan kusursuz davranmış ve bize olağanüstü güzel örnekler bırakmıştır. Bir eğitim anıtı olan Köy Enstitüleri projesini geliştirebilmek için yapılan kimi hazırlıkları anımsatalım: 1. Almanya’da 191819’da sekiz ay üstöğrenim gören, 1922’de oraya tekrar gönderilen İsmail Hakkı Tonguç, 1925’te aynı ülkeye mesleki eğitim kurumlarını incelemek için gitmiştir. 1938’de Almanya’da, Macaristan’da ve Bulgaristan’da incelemeler yapmıştır. Topladığı köklü bilgileri “Canlandırılacak Köy” başlıklı kitabında yayımlamıştır. Rousseau’nun üç öğretmen tezinden de etkilendiği söylenebilir. 2. Ünlü Alman eğitim bilimci Kerschensteiner (18541932, okunuşu: Kerşınştaynır) danışman olarak Türkiye’ye çağrılmış, fakat sağlığı elvermediğinden gelememiştir. Tonguç onun hakkında bir kitap yayımlamıştır. En az on üç onursal doktora almış, Amerika’nın en ünlü eğitim bilimcisi John Dewey (18591952, okunuşu: Con Devi) ülkemize davet edilmiştir. Eğitim sistemimizi inceleyerek, daha sonra İngilizce, Türkçe yayımlanan bir rapor hazırlamıştır. Demokrasi ve Eği BİLİMSEL TEMELE DAYANMALI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle