27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OOOF OFF LINE Tanol Türkoğlu (tanolturkoglu@gmail.com) 21.12.2012 kıyamet günü değilse, girileceği söylenen altın çağda Türkiye olarak nasıl istifade edebiliriz? Dijital teknolojiler alanında invasyon yapabiliyor muyuz? Ülkemizin akademik ve sanayii ortamlarında inovasyon havası yaratabilmiş miyiz? Yoksa bugün kıyamet kopsa daha mı iyi olacak? Elementlerin keşiflerinin kısa bir tarihi Elementlerin keşiflerinin tarihi, aynı zamanda fizikteki ve kimyadaki gelişmelerin tarihidir. Osman Bahadır bahadirosman@hotmail.com Lavoisier ve eşi Türk’ün Metodolojisi Bugün 21 Aralık 2012 ! Eğer bugün kıyamet günüyse ya kıyamet çoktan koptu (ve bu yazıyı kimse okuyamıyor) ya da henüz kopmadı (ve gün daha bitmedi) ama kısa bir süre içinde kopacak (bu durumda daha iyi şeyler yapmak varken son saatlerinde bu yazıyı okuyan siz okurlarıma sonsuz teşekkürler). Ya da bugün kıyamet kopmayacak ve yaşam devam ediyor. Bu durumda belki de olumlu açıdan bakanlara kulak vermek tercih edilebilir. Yani yeni (altın) bir çağın bugün itibariyle başladığını müjdeleyenlere. Altın bir çağdan insan ne bekleyebilir? Verdiklerinden daha fazlasını vermemesi (hatta daha az vermesi) ancak buna karşılık aldıklarından daha çok alabilmesi mi? Bunun için ya bu alışverişin içinde olmamış, sürekli verici bir kaynağa gereksinim var ya da en altta kalan birilerinin bu resmin dışında tutulması ve tüm faturayı ödemesi gerekiyor. Daha gerçekçi bir tablo nasıl olurdu? İnsanların daha çok vermesi ve bunun karşılığında daha çok alması. Bunu yapmak için ise 21 Aralık 2012’ye dek beklemeye gerek yoktu. Yüzyıllar boyunca insanlar daha çok vererek daha çok almayı becerebilirdi. 21.12.2012 tarihi etrafında dönen hale buna vesile olacaksa, öyle olsun: Yeter ki dünya olumlu bir döngüye girsin! Tüm dünyanın dijital ağlarla birbirine bağlanmasıyla idrak edilmeye başlayan bilgi çağının meyveleri altın bir çağa girilmesinde yardımcı olabilir mi? Doğrusu dünya her gün birileri için altın çağa giriyor! Bunun dijitalleşmeyle, bilgi çağıyla pek bir ilgisi yok. Dijitalleşme, elektronikleşme olmadan önce de yaşamında altın bir çağın başladığını idrak eden insanlar olmuştu yeryüzünde. Çalışan, başarılı olan insanlar! Bilgi çağı olsa olsa bu sürecin daha çok kişinin kapısını çalmasında yardımcı bir rol üstlenebilir. Bu rol de süresiz olarak insanların kapısının önünde bekleyecek değildir. Kapı çaldığında en hızlı yoldan kapıyı açanlar bu fırsattan istifade edecektir. Bilgi Çağı’nda Türkiye olarak ne yapıyoruz? Çalan kapımızı çok geç olmadan açabildik mi, yoksa başka hesaplar nedeniyle zaman mı kaybediyoruz? Türk’ün tarihe geçmiş bir özelliği var; son dönemde bunu bize en çok anımsatan kişi Fatih Terim oldu. Son dakikaya kadar imkânları verimli kullanma, ancak son dakikada muhteşem bir dönüş yap. En son örnek G.Saray’ın Şampiyonlar Ligi son maçında ikinci yarıda geriden gelip kazanarak bir üst tura çıkmasıdır. Bunlar ne yazık ki birer “istisna” olmaktan öteye geçemiyor. Bilgi Çağı olgusunda da benzer bir “istisna” yapabilir miyizin peşindeyiz. Ülkenin akademik ve iş çevrelerini “inovasyon yapıcı” bir hava ile doldurmak yerine, inovasyon yap emri veriyoruz. Oysa acaba Amerika’nın bugün en büyük ihracat kalemini oluşturan elektronik sanayiinin doğum yeri olan California’daki bugün Silikon Vadisi denilen ortamın ne şekilde kurulup, bugünkü hale getirildiği derinlemesine incelenmiş mi? Ya da Kore, Tayvan gibi ülkelerde daha yakın zamandaki muadil başarılar irdelenmiş mi? Bu modeller ülkemize ne şekilde uyarlanabilir, bir oyun planımız var mı? Planlama söz konusu olduğunda, ne yazık ki hiç zamanımız yok. Herşeyi bugün istiyoruz. Aradan beş yıl, on yıl geçiyor; hâlâ bugün istiyoruz! Oysa o sürede planlı bir program icra edilseydi pek çok şey üretilebilirdi. Belki de bu bir anomali değil; Türk’ün metodolojisi! M CBT 1344/ 12 21 Aralık 2012 ilattan önce sadece yedi element biliniyordu; altın, gümüş, bakır, kurşun, kalay, demir ve cıva. Metal cevherlerinin ateşle eritilmesi en büyük devrimlerden biridir. Bu sayede bileşik haldeki cevherlerden saf metaller elde edilmeye başlandı. Yine ateşin yardımıyla metaller karıştırılarak alaşım yapılabildi. Ateş, hava, su ve toprağın temel elementler olduğu düşüncesi yaklaşık 2000 yıl boyunca insan düşüncesine egemen olmuştur. Anaksimandros ve Anaksimenes, havanın en temel (ayrıştırılamaz) madde, Thales ise suyun en temel madde olduğunu düşünüyordu. Thales’e göre her şey sudan geliyordu. Aristoteles, bilinen yedi metalin toprak, hava, ateş ve sudan geldiğini, her cismin bu dört maddenin çeşitli oranlardaki karışımlarından oluştuğunu düşünüyordu. Simyacılar için en önemli hedef, kurşun ya da cıva gibi ana metallerin altına nasıl dönüştürülebileceğinin bilgisine ulaşmaktı. Bu amaçla cevherlere çok çeşitli işlemler uyguladılar. Simyacıların bu çabaları, hem yeni elementlerin bulunmasına yol açtı, hem de bazıları 17. yüzyıla kadar kullanılan kimyasal aletlerin icat edilmesini sağladı. Simyadan kimyaya geçiş, havanın özelliklerinin incelenmesi ve oksijenin keşfi dönemine karşılık gelir. Boyle, atomculuğu kabul etmişti. Aristoteles’in fikirlerini reddetti ve ateş, toprak, hava ve su dahil her şeyin atomlardan meydana geldiğini düşündü. Ancak Boyle’un atomları lego gibiydi, ona göre elementleri farklı kılan atomların biçimlerinin ve boyutlarının farklı olmasıydı. Priestley, gerçekte oksijeni izole etmeyi başarmış, ama ona flojistonsuzlaştırılmış hava demişti. Flojistonun da, flojistonsuzlaştırılmış havanın da olmadığını ileri süren kişi Lavoisier oldu. Lavoisier, suyun oksijen ve hidrojenden oluştuğunu gösterdi. Kimyasal tepkimelerde kütlenin korunumu ilkesini ortaya koyarak kimyada bir devrim yaptı, kimyayı matematikselleştirdi. 33 elementten oluşan bir tablo hazırladı. (Bu tablodaki elementlerden bazıları bugün element sayılmamaktadır.). Lavoisier, elementi, kimyasal analizle artık ayrışamayan şey diye tanımlayarak, önemli bir yol açmıştır. Lavoisier’nin sıraladığı elementlerden bazıları aslında bileşikti, fakat Lavoisier onları ayrıştıramamıştı. Proust, her bileşiğin farklı bir formülü olduğunu ve bu nedenle elementlerin ancak belirli biçimlerde birleşebildiğini ileri sürdü. Ona göre, bir bileşikteki elementler, her zaman sabit orantılı ağırlıkta bulunabilirlerdi. Dalton, atmosferdeki gazların hareketleriyle ilgili gözlemlerinin sonucunda, her fiziksel maddenin, katı, yok edilemez ve bölünemez atomlardan oluştuğunu ileri sürdü. Dalton, oksijenin, hidrojenin, sülfürün aynı maddeden yapıldığını ama atomlarının boyutlarının ve biçimlerinin farklı olduğunu düşünüyordu. Dalton’un atomla ilgili düşünceleri, kimyacıları elementlerin farklı sayıda atomlara sahip olduğu düşüncesine yöneltmiştir. Dalton atomları tartmayı da denedi ve elementlerin görece ağırlığı kavramına ulaştı. Dalton’un hesaplamaları bugün kullanılmıyor, fakat onun ölçme yolu hakkındaki fikirleri, periyodik tablodaki atom ağırlıkları kavramına götürmüştür. Dalton ilk defa kimyasal simgeleri kullanan kişidir. Berzelius ise atomları harflerle ifade etti. Elektrik pilinin 1800’de Volta tarafından icadı, kimyada yeni bir devreyi başlattı. Artık elektroliz yoluyla bileşikler bileşenlerine ayrıştırılabiliyordu. Bu yoldan yeni elementler elde edildi. Davy, “elektroliz, elementlerin artı veya eksi kutba gitmesine neden oluyorsa, o takdirde, elementlerin kendileri de artı veya eksi yüklü olmalı diye düşündü.” Bu düşünce kimyada yeni bir çığır açmıştır. Çünkü elementlerin elektriksel yüklerinin, periyodik tablodaki yerleriyle ilgisi vardı. GayLusaac, gazların hep tam sayıların katları hacimler halinde birleştiğini fark etti. Avagadro ise, eşit hacimdeki gazların aynı sayıda atom içerdiğini öne sürdü. Döbereiner, ortadaki elementin atom ağırlığının, periyodik tabloda kendisinden önceki ve sonraki elementlerin atom ağırlıklarının yaklaşık olarak ortalaması olduğunu fark etti. Newlands ise, atom ağırlıklarına göre sıraladığı 51 elementlik tabloda, her sekizinci elementin yaklaşık olarak benzer özellikler taşıdığını (oktavlar ilkesi) ileri sürdü. Böylece periyodik tablo atom sayısına göre düzenlenebildi ve gerçekte periyodik olma niteliğini kazandı. Böylece periyodiklik ilkesi, yeni elementlerin olabileceği yerleri düşündürttü ve nitekim daha sonra bazı elementler, olmaları gereken yerlerde keşfedildiler. Artık atom ağırlıklarına göre bilinmeyen elementlerin keşfini tahmin etmek aşamasına gelinmişti. Bu keşfin onuru Mendeleyev’e aittir. Mendeleyev ilk elementler tablosunu 1869’da yayınladı. 1871’de daha doğru olan ikinci tablosunu düzenledi. Bu tablolarında bilinen elementleri atom ağırlıklarına göre periyodlar halinde sıralamıştı. Mendeleyev tablosunda boşluklar bırakacağı yerleri biliyordu ve bu boşluklar, yeni elementlerin nerede aranması gerektiğini söylüyordu. Nitekim bazı elementler Mendeleyev’in tahmin ettiği aralıklarda bulunmuştur. Mendeleyev’in tablosu, yalnızca önceden bilinmeyen elementlerin bulunmasını sağlamakla kalmamış, bazı elementlerin kabul edilen atom ağırlıklarındaki hataları düzeltmek için de kullanılmıştır. Mendeleyev’in, günümüzdeki periyodik elementler tablosunun yaratıcısı olduğu kabul edilmektedir. Mendeleyev 1907’de öldüğünde öğrencileri cenaze töreninde büyük periyodik tablo posterlerini taşımışlardı. Atom altı parçacıklarının bulunması, fizikte, kimyada ve periyodik tablonun düzenlenmesinde yeni bir dönemi başlattı. Mendeleyev elementler düzeninde anahtar rolünün atom ağırlığında olduğunu düşünmüştü. Moseley ise düzenin altında yatan asıl nedenin atom ağırlığı değil, her bir elementin sahip olduğu proton sayısı olduğunu gösterdi. Nötronun keşfi Moseley’in ölümünden sonra keşfedildiği için Moseley, atomun ağırlığının ve kütlesinin hesaplanmasında nötronu dikkate alamadığından kesin sonuçlara ulaşamamıştı. Böylece atom altı parçacıkların periyodik tablonun daha kesin sonuçlarla düzenlenmesindeki kilit rolü ortaya çıktı. Atom altı parçacıklarının keşif süreci henüz tamamlanmadığına göre, periyodik tablomuz da henüz kesin şeklini almamış demektir. Ayrıca çok kısa ömürlü yapay elementler üretilebilmektedir. Elementlerin keşfinin tarihiyle ilgili bu genel bakış denemesi, bize bazı gerçekleri hatırlatmaktadır: Elementlerin keşfinin tarihi, aynı zamanda fizikteki ve kimyadaki gelişmelerin tarihidir. Bilimsel keşifler merdiveninin basamaklarından çıkarken, birkaç basamak birden atlanabilir, fakat örneğin on basamak birden atlanamaz. Bilim nihai olarak bir bütündür. Bilimsel çalışmaların bir alanındaki belirsizlik, başka bir alanda da belirsizlik demektir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle