Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
HUKUK POL T KASI “Bizde ziraat eğitimi” başlıklı yazının anımsattıkları (*) Osmanlı, üzerine abanan Batı sermaye ve siyasasının ardındaki itici gücün bilim ve teknoloji olduğunu sezipgördüğünde, ilk işi “okul” sorununa el atmak olmuştu. Ancak çöküşe duran imparatorlukta sorun algılandığında, eşzamanlı olarak gecikilmiş bir eşikte olunduğu da görülecekti! Ümit Sarıaslan, umitsariaslan@hotmail.com Hayrettin Ökçesiz hayret@akdeniz.edu.tr “Güncel Hukuk” Dergisi Mart sayısında “Nasıl bir Devlet” diye soracak… Güncel Hukuk, güncel hukuk sorunlarına sorumlulukla, bilgiyle, cesaretle yaklaşmayı başaran bir yayındır. Uzun soluğunu da unutmamalı! “Nasıl Bir Devlet” İsmail Gülgeç’in anısına… Nasıl bir devlet istiyoruz? Hoca Nasreddin oğluna seslenmiş: “getir şu hırsızı!” Oğlu, “gelmiyor” demiş. Hoca,”öyleyse, bırak gitsin!” diye terslemiş. Oğul bu kez, “baba bırakmıyor!” diye yakınarak çaresizliğini duyurmaya çalışmış. Devlet’in Hobbes’ça sözü “protego, ergo obligo” (koruyorum, öyleyse yükümlü kılarım)”dır. Haraççılar da çarşıda pazarda esnafı korurlar kendilerince. Mafya filmlerinden de biliriz bu korumayı. Siyasal sistemde devlet ve din birbirlerini korur. Kime karşı? Önce başka devletlere ve dinlere, sonra da sırtına bindikleri mükelleflere karşı… Kendisini kendi başına koruyamayan halka birileri bu kurumların içerisinde tebelleş olur. Koro halinde söyledikleri söz budur: Protego, ergo obligo! İnsanların korkularından beslenirler. Önce yaratırlar bu korkuları. Korkmayandan korkarlar da, milleti korkutmak için yapmadıkları şeyi bırakmazlar. İşkence ve atom bombası bunun içindir. Cehennem bunun içindir. Tanrılar bile korkutsun isterler. Bırakmıyorsa, nasıl olmalı devlet? Tabii ki, hukuk devleti… demokratik, laik ve sosyal hem de! Oysa, bu ölçütlerin içlerinin nasıl boşaltıldığını gördükçe çareyi nerede arayacağını bilemiyor insan. Siyasetçinin miyop ve at gözlüklü olduğunu biliyoruz. Ona göre hep “dün dündür, bugün bugündür”. Dünün bugün, bugünün yarın için sorgulanması alışıldık bir şey değildir. Dün ve bugün kendince önemsediği, keyfince belirlediği hedefleri için birer zaman göstergesidir yalnızca. İtiraf etmese de, araç/amaç ilişkisinde her şey göreceli, her yol mubahtır. Kimseye kızmamalı. Başka türlü yapamazlar. Onların “nasıl bir devlet”i işte böyle bir şeydir: Çatlatıncaya kadar, istedikleri gibi koşturacakları bir beygir! Halkı yerlerde sürükleyen, ezen bir beygir… Halk böyle bir devleti istemez. Devleti böyle görenleri de istemez. Onun için bunları hukukla bağlamaya, dizginlemeye çalışır. Devletin temelinde sömürgenlerin çıkarlarını değil, adaleti görmek ister. Her ne pahasına olursa olsun adaleti… Bu istek siyasetçi için pahalı, nahoş bir istektir. Karşılamaya pek gönüllü değildir. Ama denk düşerse, ondan da payını kapar. Bu nedenle “Devlet” bir yanıyla siyasal, diğer yanıyla hukuksal bir kavramdır. Bunlar birbirlerine hükmetmeye çalışır. Hukuk yanında halk, siyaset yanında menfaat toplulukları yer alır. Bu tür ve başka her bir topluluk doğallıkla, üyesini ve devleti kendi hedefleriyle değerlendirip, anlamlandıracaktır. Bir topluluğun İnsan bireyinin kendi başına ve salt kendisi için varsayılan değerini anlamaya kurulu bir değerler ve hedefler örgüsü yoksa, ondan bunu anlamasını beklemek boşunadır. Eğer varsa, kendini halkla, hukuksal devletle tanımaya, tanımlamaya özen gösterecektir. Halktan olacaktır. İnsanın bu öz değeri ancak hukukla var olmaya başlayan devlete anlatılabilir. Hukuk öncesi ve üstü devlet bakışı için (norm koyma olarak) hukuk sadece bir araçtır. Hukukla var olan devlette bu ilişki tam tersinedir. Devlet (hukukla vücut bulan) adaletin tecellisi için görevlendirilir, araçlaştırılır. Bu görevinin dışına düştüğünde varlığını ve meşruluğunu yitirir. Şu halde kargaşa ve kavga hukuksal ile siyasal devlet arasında oluşup gelişmektedir. Yargının siyasallaşmasını, devleti siyasal devlet olarak öne çıkaranlar istemektedir. Hukuksal devlette yargının yalnızca kendisi olmasından başka bir şey istenebilir mi? Bu gerilimi ortadan kaldırmak yerine (ki, bu olanaksızdır), ondan hukuk ve halk lehine sonuç almaya bakmalıdır. Bunun için halk ve hukuk uğruna siyaset yapanların yanında olmalıdır. Toplum bir hukuk devleti topluluğuna dönüşmelidir. Çıktı: Bertil Emrah Oder, Anayasa Yargısında Yorum Yöntemleri, İstanbul 2010 Z iraat eğitimi ve okulları da bu gecikmişliğin kuşatmasında gündeme gelmiş; yeni okul ve yeni “okulla gelen”in başlattığı tartışmayı da yedeğinde taşımıştı. 1845’te Edirne’de açılan ilk “ziraat okulu”nun “Tarım, mektep sıralarında öğrenilmez!” denilerek kapatıldığı söylenir. Buradan Halkalı ve Selanik Ziraat Okullarına, Bursa Ziraat Okulu’na, ardı sıra 19121913’e, “Tedrisatı Ziraiye Nizamnâmesi”ne… Osmanlı’da tarım ve tarım reformu bağlamında ziraat okulları imparatorluğun gündemine yerleşecektir. Yanı sıra toplumsal belleğe yerleşen, okul ve okula ilişkin artık kimi galat olmuş pek çok söz ve söylemle birlikte! 19031908 arası, Osmanlı’nın Tanzimat’tan Meşrutiyet’e ağan son 5 yılında Maarif Vekilliği yapan Haşim Paşa’nın o ünlü sözü gibi: “Ah! Şu mektepler olmasa, maarifi ne güzel yönetirdim.” Bugün de, yanlış bir bakışla dillendirilegelen bu sözüyle Paşa medreseler yanı sıra uygulamaya sokulan Batı türü okullara vurguyla içine düşülen “ikili yapı”ya gönderme yapıyordu. Tanzimat’la birlikte, Osmanlı toplumsal ve siyasal yapısına yönelik yeni bakış açılarının tartışılmaya başlanmasıyla, bir koltuğunda Batılı bir dosya, öbür koltuğunda Doğulu “mazruf”uyla Batı sahnesinde boygösteren Osmanlı aydınları, “ikili” bir yolağzında kalacaklardı. Dolayısıyla, daha Batı’ya açılışın başında, nasıl, Batı felsefe okulları ile Doğulu oluş arasında, iki ayrı “okul”un arayerinde kaldılarsa; genel ve teknik eğitim bağlamında da okul ve okullaşma üzerinden yürütülen tartışma, benzeri bir “arayer”de yürüyecekti. Yüzyıl sonra Maarif Vekili Haşim Paşa’nın galat olmuş o sözlerine de bu bağlamda bakmak gerekiyor. Bu açıdan, Edirne’de açılmasıyla kapanması bir olan okula ilişkin olarak söylenen sözün de tartışmaya açık olduğunu kabul etmek gerekiyor. Okulokullaşma, teknik okullar ve özel olarak ziraat okulları üzerinde Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ağan süreç çok öğretici ders ve deneyimlerle yüklüdür. Cumhuriyet’le birlikte, Tanzimat başından Meşrutiyet’e Osmanlı aydınını kuşatan “ikili yapı”dan sıyrılışın, tarihsel ikilikten özgürleşmenin yoluna girilecektir. Burada, imparatorluktan cumhuriyete aktarılan “miras” da içinde olmak üzere, bizim toplumsal yapılanma ve düşünsel konuşlanmamızda etkisini duyuran bir tıkanıklığı anımsamak gerekir. Kurumsal düzeyde okullaşma, kurumsallaşma düzeyinde kalıcılaşmayı sağlamada tek başına yeterli olamamaktadır. Raşit Şevket Hatiboğlu’nun 1939 tarihli o yazısı da konuyu okul ve okullaşma ile başlatıp/bağlayan yaklaşıma eleştirel bir bakış. Oysa, tarım da, toprak da kültürel toprağın taşıyıp getirdiğinden; bağlı ve bağımlı bir ekonomipolitikten bağımsız bir konuşlanmaya ağan tarihsel yolculuktan bağımsız değil. Nitekim, Raşit Şevket Hatiboğlu’nun “Kadro” ile aynı yıllarda (1932) yayın yaşamına başlayan dergisinde, ulusal planda toplumculuk savunusu ekseninde yazageldiği yazılar, daha farklı bir eşikten bakarlar. Geçilip gelinen yolu göz ardı etmeden; yeniçağın ve yeni yapılanmanın olmazsa olmazlarını he saba katan bir kalemin ürünleridir bunlar. Yine, 1945’te Tarım akanı iken Meclis’te yaptığı ayrıntılı ve uzun konuşmasında, okul ve okullaşmaya ilişkin olarak söyledikleri, gerekçe ve gereksinmeler bağlamında 1939’da söylediklerini tamamlar. Bakan; bu konuşmasında okul ve okullaşmaya değinirken çok temel başka bir konuya dikkate çağırır ilgili ve sorumluları. Uygulanacak alan eğitimine, bu eğitim dolayımında gövdelendirilecek diğer zorunlu iş ve ilişki zinciriyle işlerlik kazandırılmasına… Başta üretici köylü olmak üzere, ilgili toplum kesimleri arasında bu zincirin kurulması durumunda, sorunun çözüm yoluna gireceği umut ve öngörüsüyle… 1948’de Üniversiteler Kanunu’na Ek Kanun’un Meclis görüşmeleri sırasında da bu duruşunu arkalayan bir konuşma yapacaktır. Ziraat, ziraat eğitimi gibi uzmanlık isteyen alanlarda tek tek olayları ve kimi somut durumları, genel olandan soyutlayarak yapılan eleştirilerin yanlışlığına değinecektir. Böyle bir yargılamadan çıkarılacak sonuçların konunun tümüne yaygınlaştırılmasıyla varılacak kanıların da başta Yüksek Ziraat Enstitüsü olmak üzere; ziraat eğitimi veren kurumlara, buradan yetişen meslek insanlarına ve sonra topluma karşı bir haksızlık olacağını söyleyecektir. Dahası, ziraat okullarından tarlaya uzanan bir zeminde bu tür bir yaklaşımın ilgili meslek erbabının çalışma aşkını baltalayacağını… Sonra bütün bu eleştirileri yaparken, eksiklik ve aksaklıkları görüp kabul etmenin, işi uzmanına bırakmak kadar önemli olduğunu belirterek, cumhuriyetin ilk yükseköğrenim kurumu (Fakültesi) ve tarım eğitiminin lokomotifi olan Yüksek Ziraat Enstitüsü’nü savunacaktır. Onca ders ve deneyim yüküyle 1850’lerden 1948’e ve günümüze geçilip gelinen yolda, tarım ve tarım eğitimi, tarım ve toprak politikaları kendi dağarında taşıyıp getirdikleri nice sorun yanında, yenileriyle de kuşatılmış durumdadır. Tüm temel toplumsal konu ve sorunlar gibi, tarım ve tarım eğitimi de, salt okul ve okullaşma zemininde kalınarak olması gereken düzeye taşınamaz. Tarım ve teknoloji ikilisinin, siyaset ve siyaset teknolojisiyle (!) eşgüdümlü bir biçimde hayata geçirilmesini sağlamadan bu yaşamsal sorunla başedilemeyeceği açıktır! Sorun salt okul ve okulla gelenden çok, çatallı bir sorundur. Gözünü hep toprak üstündekilere dikmiş bir kafa ve bakışla toprağın bağrında tutulu yaşam hazinesini görüp/kavrama; dolayısıyla toprağı yurt ve yuva kılma şansı ve olanağı yoktur. Cumhuriyet tarım eğitimi ve tarım politikaları bunu başarmak için, çağın eşiğini çağa yakışır bir hızla aşmıştı; ama, ardını getiremedik. Açlık ve susuzluğun “ideoloji”si olmaz!.. Gelinen noktada, bırakınız tarımı “karasaban”a mahkum etmek ironisini; tüm yaşamın toprağını, ekmeğimizin toprağıyla birlikte bir “karabasan”a çevirmek tehlikesi vardır. Selim Çetiner, “Bizde Ziraat Eğitimi”. Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 28 Ocak 2011, Sayı: 1245. EK KANUN K L B R YOLAĞZI CBT 1249/ 19 25 Şubat 2011