22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

• KÜLTÜR • DOĞAN KUBAN Sorun hükümetlerde değil, sorun halkta! Televizyonda deprem haberleri. Spiker, Erciş’ten haber veriyor; ciddi, heyecanlı; yalnız sözleri kocaman başlayıp küçük bitiyor. Halk sızlanıyor, ama acısını anlatmaktan aciz. Ne sorarsan ona yanıt veriyor. Sormasalar derdi yok sanırsın. Adamcağız yedi katlı bir yapı sandviçinin yanında gece gündüz bekliyor. Aileden 56 kişi o yıkıntının altında; ‘Allah büyüktür!’ bakarsın sağ çıkarlar. İlk yirmi beş saniyede 28 daireli apartman sandviç; üç gün sonra yapı dışında bekleyen vatandaş Allah’ın lütfunu bekliyor. O zaman kurtarma ekibinin ne işi var? Haberci heyecanlı. Binlerce kurtarma çalışanı Van’da. Ben yedi katlı sandviçin üç gündür değiştiğini görmedim. türk’ün hoşuna gitmemiş olmalı. Devletin geleceğine karar verilirken başkentin planı nasıl uygulanmaz? Ama Jansen’in planı Atatürk gittikten sonra uygulanmadı. Uygulandıysa bile bugün ondan bir şey kalmadı. Ben de İstanbul, İzmir, Gaziantep kurtarma önerileri hazırlamıştım. Hiç bir şey uygulanmadı. Devlet boşa da çalışır, ancak halkın devleti algılaması oranında hizmet verebilir. Toplumun ortalama bilgi ve yeteneğini ve davranışlarındaki hamlığı hiçbir devlet düzeltemez. Çöp, ulaşım, kurala, yasaya uygunluk, insana saygı, kadına saygı, okula, öğretmene saygı (depremde otuz üç öğretmen mi ölmüş?), resim, heykel, mimariye karşı duyarlık, fiziksel çevreye duyarlık; bunları hükümetler, politik partiler yapamaz, halkın terbiye ve bilgisinden öteye gidemezler. Hiçbir iyi niyet, halkın davranışlarının ilkelliğini ve kabalığını değiştiremez. Kaldı ki idareciler de aynı halktan. Halk deyince karar mevkiinde olanları, memuru, polisi, doktoru, belediye başkanını da bundan soyutlayamazsınız. Her eline aldığı kâğıdı olduğu yere bırakan bir halkın çöpü toplanamaz. Ulaşım bir vahşi cengel olmaktan kurtaramazsınız. Onun için yılda beş bin kişi ölür; yollar da cinayet tarlaları olur. Yapı kuralları uygulanmaz, sularınızı, denizinizi temiz tutamazsınız, yiyecek balığınız bile kalmaz. Sayın okurlar, Türkiye her depremde değil, her gün her olayda ortaçağı oynuyor. Geçen günlerde Bilimler Akademisi, ondan önce Koruma Kurulları kaldırıldı. Halk zaten kulak asmadı. Yasa dışı inşaata bu toplum alışık değil mi? Gündelik şehitlere de alışmadık mı? Tarih okumadığı için bu toplum hem geçmişini bilmiyor, hem dünyayı algılamıyor. Koca koca devletler de cehaletten ve vurdumduymazlıktan batabilirler. Sokaktaki bir adama sorun: Bilimler Akademisi mi önemli, Fenerbahçe kulübü mü? Deprem mi önemli, gökdelen mi? Her şeyi tanrıdan beklersen, biz senden ne bekleyeceğiz? Böyle durumlarda ne halk ne de idare birbirlerini suçlamamalı. Sonuçta hepsi aynı halk. İyi niyet bol. Ama bilgi nerede? M uhabir bir vatandaşa soruyor: Bakın, bu apartman harap olmuş, yanındaki sapasağlam ayakta. Ne diyorsunuz? Yanıt: Allah’ın hikmetinden sual sorulmaz. İsterse sağlamı yıkar, çürüğü ayakta bırakır. Muhabir beklediği yanıtı alamadı. Vatandaş topu Allah’a attı. Bu adamın kafasına tavan da iner, gemisi de batar. Bitki gibi yaşıyor. Her vesile ile cahil bir toplumda yaşadığımızı yenilemek belki gerekmez, hem sıkıcı hem utandırıcı bir şey. Fakat hiç açmadığım televizyonu VanErciş felaketi için açtığımda pişman olmadığımı söyleyemem. Televizyon da deprem kadar acıklı. İnsanları öldürmüyor ama, utandırıcı sahneler çok. Beş dakika acılı haber, heyecan, yıkıntı, ağlayan insanlar; arkasından beş dakika reklam: Yeni gökdelenler, yemyeşil bahçeler içinde, yüzme havuzları, neşeli, sağlıklı insanlar, güneş, su. Van: kar, harabe, çömelmiş, kadere boyun eğmiş, kara yüzlü gözü yaşlı insanlar; arkasından otomobiller, güzel mankenler. Burası Florida olmalı. Tam ErcişVan’daki vatandaşla beraber olup, acısını paylaşacağım sırada yeşil, havuzlu bir gökdelen, bir sürü sırıtan adamlar. Her sahne değişiminde bu vurdumduymazlığa lanet ettim. Reklam olgusu, ticaret ve üretim olgusu yaşamdan, insandan, felaketten bağımsız ayrı bir dünya mıdır? Televizyon denilen aptal kutuya da şaşkınlık ve kızgınlıkla baktım. Öğrenmek istenilen hiçbir şeyi anlatmayan bir haber sistemi. Oraya bir şey anlatmak için değil, anlatmamak için gitmişler. Üç gün boyunca elli sekiz bina yıkıldı dediler. Bunlar yıkılmadı, bunlar sandviç oldu. Kaldı ki eğer binaları böyle yıkabilen bir deprem olduysa, oturulamayacak ev bunun 1020 katıdır. Onlardan hiç söz yok. Ama halk buz gibi havada evine girmiyor; hastaneye bile girmiyor. Battaniyelere sarılmış sokakta. Çadırlar kurulmuş. Üç gün bir çadır fotoğrafı görmedim. 65 bin Ercişli nerede? Bunlar ne biçim haber? Daha deprem günü yabancı televizyonlar ölü sayısı tahmini yaptılar. Haber sistemi ilkesiz (ya da çok ilkel) olduğu için vatandaşın halini öğrenemedik. Biz kaç kişi kurtarılabildiğini ya da öldüğünü öğrenemiyoruz, ama kaç kurtarma ekibi gittiğini günde elli kere dinliyoruz. Bir toplumsal felaket olduğu zaman haber sistemi felaket geçiren halkın halini anlatmakla görevlidir. Önce en acılı şey ölenler. Sonra kurtulanlar, sonra hastanelerde durum, sonra halkın gereksinmeleri. Soğuk, açlık, susuzluk. Bizde halka battaniye vermeden, olayların üzerine battaniye çekiyorlar. Böyle bir bilgi saklanabilir mi? Karısı, çocuğu, torunu, amca oğlu ölenin ağzını mı büzeceksin? Üç gün sonra anlatmayacak mı? Soğukta titreyen, ilaç bulamayan, çocuğu ölen adam anlatmayacak mı? Her şeye Takdiri İlahi diyen bir toplum, Tanrı’nın takdirini kendisinden mi saklıyor? Alman kent plancısı Jansen’e ilişkin bir hikâye anlatırlar. Ankara’nın planını Atatürk’e gösterirken Jansen sormuş: Bu planı uygulayabilir misiniz? Bu Ata HABERDEN BEKLENEN Tümevarım ve Bilim Yöntemi Bozkurt Güvenç, www.bozkurtguvenc.info/ Tayfun Akgül T CBT 1293/2 30 Aralık 2011 ümevarım kavramının 2400 yıllık felsefi ve bilimsel serüvenini açıklayan Sayın Celal Şengör’ün emeğine özel ve kişisel bir teşekkürle başlamak istiyorum. Okuduğum lise mantık kitaplarında ‘tümevarım” (endüksiyon), bilim yöntemi açısından eleştirilirdi: Bilimsel bulgu ve veriler “ne” kadar çok olsa da, “n+1’ci bulgu farklı olabileceği için tümevarımla kesin sonuçlara ulaşılamaz. Geriye “tümdengelim” (dedüksiyon) kalıyordu. Aklıma hep takılırdı: tümevarımla varılamıyorsa tümel gerçeklere, uygulamalar hangi tümden geliyordu? Aldığım ilk istatistik dersi, mantık kitabımın bu sorunsalını çözdü. Hiçbir bilimsel önerme mutlak (%100) bir doğruluk /geçerlik sigortası değildi. Geçerlik yükseldiği oranda, bütün pratik amaçlar için, sonuç doğru kabul edilebilirdi. Geçende ışık hızı bile tartışıldı. İzlediğim bilim derslerinde bilim yöntemi “tümevarım” süreci olarak verilmişti: “Gözlem, adlandırma, sınıflama, sınıflararası olası ilişkiler üzerine kurulan varsayımlar, varsayımların sınanıp doğrulanmasıyla üretilen paradigmalar ve nihayet kuram” dizisinden oluşan bir bilim yöntemi! Tümevarım, tepedeki kurama adım adım doğru yükselen yöntemin adıydı. Mendeleev’in “Periyodik Tablosu veya Kanunu ”, Darwin’in “Evrim Kuramı” yöntemin ünlü örnekleriydi. Her basamak bir alttakine dayalıydı.Tümdengelim ise, bu yöntemle ulaşılan tümellerden inebilirdi. Bilimle din arasındaki yönyöntem farkını böyle öğrenmiştim. Felsefe tarihinin “tümevarım” kavramıyla, bilimin “tümevarım yöntemi” arasında bir fark mı var; yoksa ben mi yanılıyorum? Tabii her ikisi de mümkündür. Şengör Hoca’nın bu soruya yeterli bir açıklık getirmesi, tezlerine yöntem bölümleri yazmaları beklenen lisansüstü öğrencilere büyük bir kolaylık sağlayabilir, kanısındayım.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle