17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Bazı şeylerin kökenlerinin şaşırtıcı öyküsü Sürekli olarak dünya, evren ve kendimizle ilgili öyküler anlatıp duruyoruz. Bu öyküler yaşama bir anlam kazandırmamıza yardımcı oluyor. Ne var ki, kimi zaman öykünün gerçekte nerede başladığını unutuyor, nereye varacağını kestiremiyoruz. Biyolojik çeşitlilik nedir? Elektrikli araba yeni bir buluş mudur? İnsanın kökenleri ile ilgili en beylik öykünün bile önemli bir bölümü eksik: sonradan atalarımız olacak avcı toplayıcı bir avuç insan iklim felaketinde canlı kalmayı acaba nasıl başardı? Aşağıda birtakım şeylerin şaşırtıcı kökenlerine doğru bir geziye çıkartıyoruz sizi... MİKİ FARE’DEN ÖNCE 700 çizimden oluşan iki dakikalık “Phantasmagoria” adlı film, tarihin ilk canlandırma filmiydi. Bu filmde kellesi kesilen bir palyaçonun öyküsü anlatılıyordu. Gözün ağkatmanı üzerindeki ışık alıcılarına bir fotonun çarpması, ilk konuma dönmesi milisaniyenin onda biri kadar süre alan, RubeGoldberg adlı bir kimyasal tepkimeyi başlatır. Genelde ayırdına varılmadan geçen bu kısacık kesinti, Walt Disney ve benzeri canlandırma ustalarının tam da gereksindikleri türde bir olanağı sunmuş oldu. Tabii ki, “görme sürerliği” adıyla bilinen bu garip algısal durumu ilk fark edenler canlandırmacılar değildi. Aristo bunu güneşe baktığında fark etti. Romalı ozan Titus Lucretius Carus bu süreci gözlerinin önünden hızla geçen ve devinim yanılsaması uyandıran bir düşten söz ediyordu. Bu arada Çinliler chao hua chih kuan’ı , yani “düşler yaratan boruyu” buldular. Silindir biçimindeki bu düzenek rüzgârda döndüğünde “devinen hayvan ve insanlar izlenimini veren bir dizi görüntü sergilemekteydi. 19. yüzyılda Avrupalılar dönen diskler ya da hareket ettirildiğinde üzerindeki resimlerin göz yanılsamasına yol açan ve bir silindirden oluşan oyuncaklar (zoetroplar) biçimindeki kendi canlandırma filmlerini geliştirdi. Bunların ilki 1908 yapımı “Phantasmagoria” idi. sırtlarını tele sürter, kimi zaman da tellerin arasından kayarak sıyrılıverirlerdi. Bu soruna bir çözüm bulmak ve hayvanların sırtlarını kaşımak için kullandıkları telin çekiciliğini azaltmak üzere işe koyulan New York’lu Michael Kelly sıradan telin üzerine keskin uçlu teller yerleştirmeyi denedi. Sonuçta, 1868 yılında “dikenli telin” patentini aldı. Dikenli tel inanılmaz bir başarıya ulaştı ve neredeyse bir gecede müthiş bir servet kaynağına dönüştü. Söz konusu bulgular iki asalak genomunun moleküler açıdan karşılaştırılması sonucunda elde edildi. Massachusetts Üniversitesi evrimsel genbilim uzmanlarından Stephen Rich ve arkadaşları, genomların çeşitliliğini ölçmek suretiyle kabaca yaşlarını belirlediler (genomlar zaman içinde genetik bileşenler edinir). Reichenowi’nin genomu falciparum’dan 20 kat daha çeşitli olabilir. Bu da, reichenowi’nin çok daha eski olduğu anlamına geliyor. dı. Bu bir dizi imgede, her biri dingillerine kenetlenmiş dört sağlam tekerleği olan ve bir grup at tarafından çekilen tank benzeri araçlara yer verilmekteydi. Tekerlekli taşıtlar belli ki askerlere çok daha iyi bir korunma olanağı sağlıyordu. Eski çağlara özgü bu yüksek hareket yeteneğine sahip çok amaçlı araç o dönemde tekerleğin tek kullanım biçimi değildi. Sümerler, Mısırlılar ve Çinliler çanak çömlek tornalarında tekerlekten yararlanıyorlar, Mısırlılar büyük kaya parçalarını tekerlekli bir düzenekle taşıyorlardı. EL YIKAMA Bu durum cinselliğin sonsuza dek süreceği anlamına gelmiyor. Söz konusu üreme olunca, evrim çift yönlü işliyor. Kaynaklar ve eşler kıt olduğunda, hemen hemen tüm hayvan türlerinin eşeysiz üremeye geçtikleri biliniyor. 2006 Mayıs’ında, Britanya’daki bir hayvanat bahçesinde yaşayan dişi bir Komodo ejderi, hiç bir erkekle birlikte olmadığı halde, 11 yumurta yumurtladı. Yalnızca dişilerden oluşan ve teker teker üremek suretiyle günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan saksı yılanları için bakire doğumlar bir kural. ELEKTRİKLİ ARABA CADAN MAKARNAYA NIN ÖNCEKİ YAŞAMI Besin tarihçisi Francine Segan makarnanın 5000 Elektrikli arabanın oluşturulması yönünde ilk adım sayılması gereken girişimde, İskoçyalı bulucu Robert Anderson 1830’ların ortalarında “ilkel bir elektrikli araç” geliştirdi. Ne var ki, araç pek fazla yol alamadı. Bunun bir nedeni, aküsünün yeterince iyi olmamasıydı. Dahası, buharlı arabaların çok daha baskın gücüyle yarışmak zorundaydı. 1800’lerin ortalarında, yeniden şarj edilebilen pillerin yaşamımıza girmesiyle birlikte, elektrikli araba yeniden gündeme geldi. 1897 yılında, Philadelphia’daki Electric Carriage and Wagon şirketi New York kenti için elektrikle çalışan bir taksi filosu oluşturdu. 1902 yılına gelindiğinde, Hartford’daki Pope Manufactoring şirketi tarafından yaklaşık 900 elektrikli araba üretilmişti ve bunların büyük bir çoğunluğu taksi olarak kullanılmaktaydı. Aynı yıl, bu işe atlı vagonlarla adımını atan Studebaker elektrikli bir modeli ile Indiana’da araba piyasasına giriş yaptı. 1900’lü yılların başlarında elektrikli araçlar içten yanmalı motorla çalışan ve yığınla yakıt tüketen rakiplerine kıyasla çok daha sorunsuz ve sessizdiler. Elektrikli araçların tökezleme nedeni, erişim alanıydı şarj işlemleri arasında çok uzağa gidemiyordu. 1920 yılına gelindiğinde benzinli arabalar açık farkla öne geçtiler. Şimdilerde mühendislerin bu süreci tersine çevirmeye çabalamaları tarihin bir cilvesi olsa gerek. yılı aşkın bir geçmişi olduğunu, ilk kez un ile suyu karıştırmayı akıl eden bir aşçı tarafından üretildiğini ve üretilen bu ilk makarnanın şaşırtıcı biçimde lazanyayı andırdığını belirtiyor. Segan makarnayı ilk bulanların Yunanlılar olduğunu da sözlerine ekliyor. İ.Ö 3000 yılına ait yazılı belgelerde lazanyayı çağrıştıran katmanlardan söz ediliyor. Spagetti olarak bilinen ince uzun makarnaların ortaya çıkması çok daha sonra. Yaygın bir yanlış, Marko Polo’nun 1295 yılında, Çin gezisi dönüşünde İtalyanları makarna ile tanıştırdığı yönünde. Oysa, İtalyanlar o tarihte çoktan makarnayla tanışmıştı. Arap coğrafya bilgini Muhammed el İdrisi yazılarında, “Sicilya’da Trabia adında bir yer var. Orada undan iplik biçiminde bir yiyecek yapıyorlar,” diye anlatıyor. Birkaç yüz yıl sonra Leonardo da Vinci hamuru yenilebilir ipliklere dönüştüren bir aygıt geliştirdi. Teknik bozukluklar nedeniyle bu aygıt makarna endüstrisinde ümit ettiği başarıya ulaşamadı. Ancak, makarna üretme sanatının inceliklerine en çok sahip olanlar yine İtalyanlar oldu. ÇİFTLEŞME SONRASINDA DA ERKEK DİŞİNİN YANINDA NEDEN KALIR? Dirimbilim (Biyoloji) açısından ele alındığında, erkeklerin çiftleşmeden sonra yapacak bir işleri yoktur. Dişilerle birlikte olduktan sonra hemen çekip giderler. Peki, erkeğin ilk kez dişinin yanında kalmasına neden olan unsur neydi? Kendisine gereksinim duyulması. İnsan soyunun şempanzelerden ayrıldığı tarihten itibaren geçen altı milyon yıllık sürenin bir noktasında bebek yetiştirmek, bir annenin tek başına altından kalkamayacağı denli pahalıya mal olmaya başladı. Bir şempanze dört yaşına geldiğinde kendisini besleyebilir, ama insanlar ana rahminden çıktıklarında daha uzun yıllar anababalarına bağımlı yaşamak zorundalar. New Mexico Üniversitesi insanbilim uzmanlarından Hillard Kaplan’a göre, Amazon kabilelerindeki avcılar 18 yaşına gelmeden tek başlarına yaşamlarını sürdüremezler. Bunların beceri ve yetenekleri 30’lu yaşlarında doruk noktasına ulaşır. Günümüzde erkek ve kadınların gelir profillerinde de durum pek farklı değil. Oldukça şaşırtıcı bir biçimde, kuş türlerinde de yuvada kalan babalara tanık olunmakta. Tüm kuş türlerinin yaklaşık %90’ında yavruların bakımını anne ile babanın ortaklaşa üstlendikleri görülüyor. Bu düzen, en azından çoğu kuş türlerinde, bir olasılıkla erkek kuşların yardıma muhtaç yavruları düşmanlardan korumak amacıyla yuvanın çevresinde kalmalarıyla birlikte yaşama geçirildi. Gelgelelim, kimi kuş türleri kendilerine özgü babalık biçimlerini dinozorlardan edinmiş olabilir. Kuşların yakın bir akrabası olan erkek teropotların, tıpkı günümüz devekuşlarında olduğu gibi, yuva kurma işini tümden kendilerinin üstlendikleri görülüyor. Bu, her şeyin yolunda gittiği anlamına gelmiyor. Dişi devekuşu eşinin yuvasına yumurtluyor, ama yumurtayı genellikle farklı bir erkek döllüyor. Yale Üniversitesi evrimsel dirimbilim uzmanı Richard O. Prum: “Baba olmakla, babalık etmek farklı şeyler.” PEYNİRİN ÖYKÜSÜ Günümüzde ABD’de tüketilen peynirin büyük bir bölümü Ohio’da üretilmekle birlikte, bu vazgeçilmez tadı yine de o minik Avrupa ülkesine borçlu. Peynirin ulaştığı başarı, büyük ölçüde Alplerin ikliminden ve coğrafi koşullarından kaynaklanıyor. İsviçre peynirinin öylesine kolay dilimlenmesi ve öylesine uzun bir süre bozulmadan kalabilmesinin nedeni ne? Besin tarihçisi Andrew Dalby’ye göre, günümüzdekini andıran sert ve yumuşak tatlı İsviçre peynirleri ilk kez 2000 yılı aşkın bir süre önce İsviçre ve çevresinde üretildi. Kış mevsiminde çiftçilerin dağları aşıp ürünlerini satmaları son derece güç olduğundan yumuşak peynirlerin yerine sert ve “uzun süre bozulmadan kalabilen” peynirleri tercih etmiş olabilirler. Bu sert peynirler de, hafif ve cevizimsi bir tat ve pişirmeye elverişlilik gibi birtakım olumlu özelliklere sahipti. Amerikanİsviçre peynir endüstrisinin temelleri 1845 yılında, 27 İsviçreli ailenin Wisconsin’e göç etmesiyle atıldı. Peynirin dokusundaki delikler, ya da peynir üreticilerinin deyişiyle “gözler”, üretim sırasında uygulanan basıncın düzensiz olmasından kaynaklanıyor ve ilk zamanlarda bir kusur olarak algılanıyordu. 1840’ların ortalarında Macar tıp uzmanı Ignaz Semmelweis, Viyana’da görevli olduğu hastanedeki yeni doğum yapan kadınların %15’inin albastı, ya da lohusa humması adı verilen hastalıkla boğuşmakta olduğunu görüp dehşete kapıldı. Bu durumun önüne geçmek için çırpınıyor, ancak ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Düşüncelere daldığı bir sırada adli tıp uzmanı Jakob Kolletschka adlı arkadaşının görünürde benzer belirtiler gösteren bir hastalıktan öldüğü haberini aldı. Olay, bir öğrencinin birkaç gün önce bir kadavranın kesilmesinde kullanılan bisturiyi kazara Kolletschka’ya batırmasından birkaç gün sonra meydana gelmişti. Bu haber üzerine Semmelweis bir aydınlanma anı yaşadı. Hastanesindeki tıp öğrencileri morgdan çıktıklarında ellerini yıkamadan doğrudan doğum servisine geçiyorlardı. Yeni annelere mikrop bulaştıranlar bu öğrenciler olabilirdi. Belki de bu yüzden yaşama veda ediyorlardı. Acaba el yıkamak bu soruna köklü bir çözüm getirebilir miydi? Semmelweis bu görüşünü doğrulamak amacıyla öğrencilerinden ellerini su ve klordan oluşan bir karışımla (sabunla su kadavra kokusunu yok edemiyordu) yıkamalarını istedi. Uygulamanın hemen ardından doğum servisindeki ölümlerin oranında %10’luk bir düşüşe tanık olundu. Böylelikle, el yıkama hastanede standart uygulamalarından biri oldu. Bu uygulamanın yaygınlık kazanması 40 yılı aldı. Gelgelelim, bugün bile hastane çalışanları bu kurala yeterince uymuyor. Maryland Sağlık Kalite ve Maliyet Konseyi tarafından yapılan bir araştırmaya göre, günümüzde sağlık görevlilerinin %90’ı, ancak birileri baktığı zaman, yalnızca %40’ının tek başlarına iken el yıkıyor. ÇITIRT, PITIRT, GÜM Yaz mevsiminin o gürültülü törenleri havai fişek gösterileri eski Çin’de ilim çevrelerine özgü bir gelenek olarak başlamış olabilir. Çinliler İ.S. ikinci yüzyılda gecikmeli olarak kağıdı icat etmeden önce, sivri uçlu yazma aracyla, yeşil bambu saplarının yuvarlak yüzeyi üzerine işaretler, ya da ideogramlar kazırlardı. Bambu sapları ateşin üzerinde kururken odunun içindeki hava torbacıkları sıklıkla gürültülü bir çatırdama sesiyle patlardı. Doğal olarak, çıkan bu ses zamanla uygulamanın tek hedefi durumuna geldi. Klasikler arasında yer alan I Ching, ya da Değişimler Kitabı’nda bu çatırtının Shan Shan adı verilen 3 metre boyundaki dağ adamlarını nasıl korkuttuğu anlatılır. Daha sonraları Çinliler bambu saplarına, barut ekleyerek çeşni kattı. İlk havai fişek gösterisi ancak 12. yüzyılda gerçekleştirildi. 1267 yılında İngiliz düşün adamı Roger Bacon yazılarında “bu çocuk oyuncağının çıkarttığı korkunç sesten” söz ediyor, çıkan sesin “gök gürleme sesini bile gölgede bırakacak güçte” olduğuna dikkat çekiyordu. İşte o korkunç gümbürtü günümüz kutlamalarının en gözde unsuruna dönüştü. CİNSEL İLİŞKİYE GERÇEKTEN GEREK VAR MI? Yaklaşık iki milyar yıl önce tek hücreli bir organizma çifti, korkunç bir yanlış yaptı ve sevişti. Bugün hâlâ bunun sonuçlarını yaşıyoruz. Cinsel birleşme yoluyla üreme gezegenimiz üzerindeki canlı türlerinin büyük bir çoğunluğu tarafından yeğlenen bir üreme yöntemi olmakla birlikte, evrimsel açıdan birçok eksikleri de var. Uygun bir eşin bulunması ve onun elde edilmeye çalışılması öylesine yoğun bir çabayı ve zamanı gerektiriyor ki, bu zamanın doğrudan yavruya harcanması çok daha yararlı olur. Üstelik, cinsel ilişki, canlı türlerinin Darwinci bir sağlıklı bedene ulaşmaları açısından da en iyi yöntem değil. Her bireyin evrimsel hedefi bir sonraki kuşağa olabildiğince çok sayıda genin aktarılması ise, bir klon oluşturmak çok daha kolay bir yöntem olabilir. Gerçek şu ki, insanların ve öteki hayvan, bitki ve mantar türlerinin cinsel ilişkiyi, söz gelimi tomurcuklanmaya neden yeğledikleri tam olarak bilinmiyor. Yale Üniversitesi evrimsel dirimbilim uzmanlarından Stephen C. Stearns cinselliğin neden bu denli yaygın olduğu yönünde 40 farklı kuramın tartışılmakta olduğuna dikkat çekiyor. Her bir kuramın kendine göre birtakım eksikleri olmakla birlikte, şimdilerde Red Queen (Kızıl Kıraliçe) savı başı çekiyor. Adını Lewis Carroll’un “ Alice Harikalar Ülkesinde” adlı yapıtından alan bu görüşe göre, tıpkı aynı yerde kalmak için sürekli koşması gereken Alice gibi, canlıların da asalakların bir adım önünde durmaları için sürekli olarak genetik yapılarını değiştirmeleri gerekiyor. Cinsel birleşme yoluyla üreme, canlıların her kuşakta genetik düzenlerini değiştirmelerine olanak tanıyor. AHLAKLILIĞIN KÖKENİ NE? Çağdaş ahlaklılığın kökenleri düşün insanlarının, ruhbilim ve sinirbilim uzmanlarının çok uzun süredir tartıştıkları bir konu. Ahlaki temellerimiz göreli geç bir evrede edindiğimiz akıl yürütme yeteneğimizden mi, yoksa eskilere uzanan duygularımızdan mı kaynaklanıyor? Bu konuda yapılan son araştırmalar insanların doğru ile yanlışı ayırt edebilme özelliğini, hayvan atalarına borçlu olduğunu ortaya koyuyor. İnsansı maymunlar üzerindeki araştırmalar, ahlaklılığın sağduyudan önce geldiği görüşünü destekliyor. Örneğin, bir şempanze, türdeşlerini kurtarmak uğruna kimi zaman boğulmayı göze alabiliyor. Emory Üniversitesi primat ve ruhbilim uzmanı Frans de Waal diyor ki: bu durum şempanzelerin törel açıdan son derece gelişmiş canlılar oldukları anlamına gelmese bile, ahlaklılığın ve ahlak yasaların, salt dinsel ve düşünsel aklın bir buluşu olmadığına işaret ediyor. De Waal’in araştırması, insana özgü ahlaklılığın atalarımızın toplumsal eğilimlerinin bir uzantısı olduğunu, bunun kısmen de olsa evrilmiş bir özellik olduğunu (Darwin’in de katıldığı bir görüş) gözler önüne seriyor. Ahlaklılık öğrenilmeyip, doğuştan kaynaklanan bir özellik ise, o zaman biyolojik izler de bırakmış olması gerekir. Araştırmalar ahlak kararların alınması sırasında beynin olumlu toplumsal eğilimlerden ve duygusal düzenlemelerden sorumlu bölgelerinin etkili olduğunu ortaya koyuyor. Kimi ahlaksal açmazlar da beynin mantıklı karar alma ile ilgili bölgelerini devinime geçiriyor. Rita Urgan, Kaynak: Scientific American, Ağustos 2010 ELEKTRONİK PATOJENLER İlk bilgisayar virüsünün öyküsü Aralarında Truva atları ve virüslerin de yer aldığı kötü amaçlı yazılımlar ilk kez 1970’lerde, halkın kişisel bilgisayarlarla haşır neşir olmasından önce boy gösterdi. Creeper adlı kendi kendini kopyalayan bir program Internet’in öncülü olan ARPANET’e bulaştı. Söz konusu virüs kötü amaçlı değildi yalnızca ekrana “I’m the creeper, catch me if you can!/Bendeniz Creeperyakalayabilirsen yakala beni!” yazısı çıkıyordu. Ne var ki, bu olay “Reaper” adıyla bilinen ve virüsü yok eden ilk antivirüs programının geliştirilmesine neden oldu. TEKERLEKLİ ARAÇLAR SAVAŞ GERECİ MİYDİ? Sir C. Leonard Woolley’in 1922 yılı Ur Kral Mezarları kazıları 20. yüzyılın ilk başlarındaki ölçütlere göre inanılmaz bir medya olgusuydu. Keşif gezisinin düzenlenmesine bu olaydan birkaç yıl önce patlak veren Arap isyanları sırasındaki kahramanlıklarıyla ün salan Arabistanlı Lawrence adıyla bilinen Thomas E d w a r d Lawrence yardımcı oldu. Britanyalı polisiye roman yazarı Agatha Christie, yöreyi ziyaret ettikten sonra “Mezopotamya’da Ölüm” adlı yapıtını kaleme aldı. Onca tantananın nedeni üzerinde tekerlek resmi olan bir kutuydu. Doğal olarak, bu kutu sıradan bir kutu değildi. Lapis lazuli taşlarıyla bezenmiş, bir ayakkabı kutusu büyüklüğündeki, bu 4600 yıllık kutu Ur kentinin simgesiydi. Asıl önemlisi, üzerinde tekerleğin ulaşım aracı olarak ilk kez yansıtıldığı bir savaş resmi var DİKENLİ TEL Uygarlık tarihinin bir aşamasında çobanlık yerini çiftçiliğe bıraktı. Bu dönüşüm de ineklerle domuzların çayırlarda özgürce gezinmelerinin sınırlandırılması gereksinimini doğurdu. Böylelikle çitler yaşamımıza girdi. Ahşap, ilk çit malzemeleri arasında yer alıyordu. Ancak ahşap çitler hem pahalıya mal oluyor, hem de yapımı çok zaman alıyordu. 1870 yılına gelindiğinde, kolaylıkla elde edilebilen yassı tel çiftliklerde yaygın biçimde kullanılmaya başlandı. Büyükbaş hayvanlar ASALAKLARIN İZİNDE Araştırmacılar yüz yılı aşkın bir süredir sıtmanın ilk kez insanlarda nasıl ortaya çıktığını bulmaya çalışıyor. Yılda iki milyondan fazla insan sıtmaya yol açan Plasmodium adlı asalaktan ötürü yaşamını yitiriyor. 2009 Eylül’de bir grup araştırmacı bu bakterinin insanlara bulaşan P.falciparum adlı türünün halihazırda şempanzelere bulaşan P. reichenowi adlı bir başka türden evrildiğini ortaya koydu. Üstelik bu olay yalnızca 10,000 yıl önce meydana geldi. CBT 1221/10 13 Ağustos 2010 CBT 1221/11 13 Ağustos 2010
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle