17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HUKUK POLİTİKASI Ağır travma yaşamış olanlar ve kanaat önderliği! Tınaz Titiz Hayrettin Ökçesiz [email protected] Deniz Som, “Vaziyet”inde bir yılı aşkın bir zamandan beri şu metni kara bir zemin üzerinde sürekli yayımlıyor. T oplumsal olayların yoğunlaştığı günler aynı zamanda Zengin Öğrenme Ortamları olarak görülebilir. Kürt açılımı nedeniyle oluşan ortamın gözlemlenebilecek özellikleri içinde bir tanesi diğerleri arasında pek göze çarpmıyor, ama göze çarpanların tümünü üstelik de birinci derecede etkiliyor. Bu özellik, ortamı analiz eden, çözüm önerileri ileri süren, kitleleri harekete geçiren ve benzer başat roller üstlenen kişiler arasında, geçmişlerinde ağır travmalar yaşamış olanların çokluğudur. Travma yaşamış olmak kuşkusuz utanılacak bir şey değildir, ama travma izlerinin de kalmadığı anlamına gelmez. Bazı travmaların izleri örneğin savaşlarda uzuvlarını kaybeden gaziler utanmak bir yana onurla taşınır. Ama bir savaşta örneğin bacağını kaybetmiş bir kişinin ondan sonraki yaşamında gerek kendi gerekse çevresi ve toplumu o kayıp uzva yük yüklemek yerine, ondaki aksaklığın daha az hissedilebileceği roller vermek, ortamlar hazırlamak görevi vardır. Bedeni eksikleri daha kuvvetle ortaya çıkarabilecek roller o eksiklere sahip kişilere acı verirken, bu tür kişilerin zihinsel alandaki faaliyetleri de bu travmalardan etkilenirler. Bu olgu çeşitli düzeylerde hemen herkesin başına gelmiştir; hatta denilebilirki yaşam, travmaların tekrar tekrar ve görüntü değiştirmiş olaraktüm yaşam kesitleri içine gömülü olarak yaşanması sürecidir. Çeşitli bağlam ve dzeylerde travmalar yaşamış insanların bir bölümü bunları bilinç altına itmeden yüzleşmiş ve travmalara neden olan kişi ya da olayları affetmişlerdir. Bu onların kişiliklerine bir bilgelik olarak yansıyor. Diğerleri ise, ömürleri boyunca her hareketleri, her söylemleri o geçmiş travmalarıyla enfekte olmuşçasına hem zehirlenir hem zehirlerler. Karışık ortamlar, zihinsel duruluğa en çok ihtiyacımız olan zamanlardır. Lütfen bu gibi zamanlarda, analiz yapan, eleştiri yapan, yol gösteren, çözüm öneren insanların geçmişlerinde ağır travmalar yaşayıp yaşamadıklarına bakmaya çalışınız. Kamuoyunu şekillendiren, bir kesim veya toplumun bütününe kanaat önderliği yapanların travmaları kusurları olmayabilir, ama en azından bu rolleri oynamak için birer avantaj da değildir, hatta mutlaka dikkat edilmesi gereken birer “duruma özgü kusur”dur. Vaziyet “Nazi Almanyası’nda papaz Martin Niemöller’in günlüğünden: ‘Önce sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler; benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.’ ” Her Vaziyet’te bu kısa hikâyeyle yeniden karşılaşıyoruz. İlkönce, okumuştuk. Arasıra okuduk. Şimdiyse, hâlâ yerinde mi diye bakıyoruz. Bizi henüz götürmediler. Ne var ki, durumumuz Niemöller’inkinden daha nahoş. O başta ayırdında değildi. Üzerine düşeni sonunda, bu sözleri yazabilmekle yapabilmişti. Biz ama çok komiğiz. Hem okuyor, hem bakıyor, hem de bekliyoruz ki, gelsinler, bizi bu vaziyette derdest etsinler. Ancak o zaman belki olan biteni anlayabileceğiz. Dönünce (dönebilirsek eğer) biz de böyle bir sözü kâğıda dökebiliriz. Ama yayımlayacak kimse kalmış olacak mıdır? Umarım kalır, okuyanlar da bizim gibi olmazlar. Bir zaman, bir mahkemede bir duruşmam vardı. Gitmek istemedim. Bezmiştim. Söyleyeceklerimin hepsini dilekçemde, diğer cevabi yazılarımda yeterince dile getirmiştim. Ne için gidecektim? Yeni ne söyleyecektim? Duruşma zaten usulen yapılan bir şeydi. Sonucu değiştirmeyecekti. Yargıçların da sınırları vardı! Küçük oğlum Aliş daha altı yaşında, “ben kolay pes etmem” der durur. Ben de pes etmemeliydim. Gittim. Ama şu birkaç sözü söylemek için gittim ve söyledim: “Üniversitelerimiz, ülkemiz bugün irticaın kucağına düşmüştür. Küresel sömürünün kucağına düşmüştür. Bu duruma karşı mücadele etmekle sorumluyum. Bu sorumluluğu sizinle paylaşmak için bu davayı açtım. Nerede bir yargıç görürsem, nerede bir mahkeme kürsüsü bulursam onlarla bu sorumluluğu paylaşmak için bu davaları açıyorum” dedim. Başkan sadede gelmemi istedi. Bunlar açacağım son davalar. Bunlar, hâlâ böyle bir iyimserlikle, sorumluluk paylaşmaya gideceğim son yargıçlar, son mahkeme kürsüleri… İstemediğimden değil, onları artık bulamayacağım kaygısından bu halim. Belki biriniz “hiç olmadılar ki” diyecektir. Ona da bir şey söylemem. Yargıyla, en olmadık yerinden yolsuzluk araştırmasıyla sosyoloji yaptım. Yargı Sosyolojisi her ülkenin ciddi biçimde itibar etmesi gereken çok önemli bir bilimsel bilgi alanıdır. Yapanları cesaretlendirmelidir. Şimdilerde yargı yine en olmadık bir başka yerinden derin yaralar almaktadır. Hep bir ölçüde sınıfsal ve siyasal olan yargı, ileri düzeyde “inhumanus”, insafsız olmakla vazifelendirilmeye çalışılmaktadır. Yargıçlar kararlarını sonuçlarına bakarak vermezler, ama biz kararların sonuçlarına bakarak yargının işi, işlevi, değeri, anlamı hakkında genel bir yargıya ulaşırız. Bizim bu yargımız, o yargının bir sağlayıdır bir yönüyle. Yargıçlar kamu vicdanının ağır işçileridir. Kamunun kitle olmadığını iyi bilirler. Kitlenin vicdanının olmadığını iyi bilirler. Kendi vicdanlarının bizim her birimizin vicdanı olduğunu iyi bilirler. Bunları iyi bilirlerse, biz de onları iyi biliriz. Güveniriz. Ölesiye teslim ederiz kendimizi. Yargının yanlılığı hakkında gelişen, geliştirilen duygularla, düşüncelerle kavgalar giderek büyür. Yargıyı kendi emelleri için hırpalayanlar bununla büyük çıkarlar sağladıklarını sanırken aslında kendi sonlarını hazırlamış olduklarını çok geç fark ederler. Sonunda Yargıya karşı gelişen genel güvensizlik asgari bir barış düzeyini bile olanaksız kılar. Yargı, güvende sürekli bir konsensusun zorunlu bulunduğu tek kurumdur. Diğer kurumların meşruluğuna bu oydaşlıkla gidilir. Siyasetçiler yargıyla olan ilişkilerini tüm bunları gözeterek değerlendirirlerse ülkenin, yurttaşların başı daha az ağrır. Yargı da kendine bu gözle bakmalı, bir çeki düzen vermelidir. %10’luk seçim barajı yardımıyla yürütme ve yasama erkini gasp edenlerin kuşatmasını yarmalıdır. Siyasetin ve çıkar erbabının sultasından kendini korumalıdır. Nihayet insanın, yargıcın da, yalnız kalmaya cesareti bulunmalı, ama onu yalnız bırakmamalıdır. Bu ise hepimize düşen bir görevdir. Kentlerdeki ulaşım, hız ve AVM’ler Mete Örer S on günlerde ortaya çıkan kentsel alanlarla ilişkili iki soruna değinmek gerekiyor. Savunulan görüşler ulaşım teknolojisine çok aykırı. Bu konular bilinmeden ortaya atıldığı anlaşılıyor. Bunlardan birincisi taşıtların hız sınırlarının yükseltilmesi konusu. Taşıtların hızı arttıkça doğal olarak kazaya girmek, yaralanmak ve kazada hayatını kaybetmek gibi olayların artacağı doğallıkla bilinir. Bu konulara değinmeyip kentsel alanlarda saatte 50 kilometrelik hız sınırlamasının teknik nedenini anlatmaya çalışacağım. Bir yolun saatte geçirebileceği taşıt sayısı “yolun kapasitesi”dir. Bu değer yolun en kesitinin ölçülerine, yani şerit sayısına, boy kesitinin özelliklerine yani eğime, yoldan geçen taşıtların türlerine yani “ağır taşıt oranına” ve trafiğin “ortalama hızına” bağlıdır. Kapasitenin hızla ilişkisi kareseldir. Yani hız arttıkça kapasite karesiyle orantılı olarak artar, ancak bu artış belirli bir hızdan sonra azalmaya başlar. Matematik bir bağıntı olan bu işlem sonunda, kapasitenin en çok olduğu hız, saatte 48 kilometre olarak bulunmuştur. Bu değer; ülkeye, kişiler ve yol ile taşıta bağlı olarak değişmez, yani sabittir. Özetle, saatte 50 kilometre “öyle olsun” diye değil, teknik gereklerle konulmaktadır. Hız artırılacak olursa, sanıldığı gibi kapasite artmaz aksine azalır. Yeni yolların yapılması gerekir. Bu nedenle kent içi yollarda hızı artırmak kazanç değil kayıptır. Diğer konu mahalle bakkalları konusudur. Burada konunun sosyal yanı değil ulaşım yönü ele alınacaktır. AVM’ler önemli bir trafik jeneratörüdür. Yani gereksizler de dahil olmak üzere trafik akımı doğmasına neden olur. Halbuki bu yolculukların bir bölümünün taşıt yerine yaya olarak yapılması kentin ulaşım düzeni yönünden büyük kazançtır. Bu nedenle örneğin ABD’de AVM’ler belirli saatlerde kapatılır. Bu saat genelde mesai saatlerinden 1 saat sonradır. Böylece yeniden bir “yolculuk” çıkması önlenir. Hatta sözü geçen ülkede AVM’lerin artmasına karşı önlemler alınması da düşünülmektedir. Aksi halde ekmek almaya otomobille gitmeler katlanılamayacak düzeye çıkacaktır. Bu tür önlemler alınmaz ise zaten tarihsel gelişme içinde ulaşım sorunları çeken kentlerde katlanılamayan sorunlar çıkabilir. Sektör Sektör ARGE 0809 Mart 2010 tarihinde ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi A salonunda gerçekleştirilecek olan etkinlik kapsamında 3 sektör paneli ve 2 oturum düzenlenecek. Belirlenen sektörler Yapı, Malzeme ve Çevre Sektörleridir. Ayrıca ARGE ve inovasyon kavramları hakkında 2 oturum olacak. Sektör Sektör ARGE farklı alanlarda ARGE çalışmaları yürüten kesimleri buluşturarak fikir alışverişini sağlamak ve disiplinler arası çalışma ortamının önemini vurgulamak, ARGE ve inovasyon kavramlarını tanıtmak ve yaygınlaştırmak amacıyla ODTÜ ARGE Topluluğu tarafından bu sene üçüncüsü düzenlenen prestijli bir etkinliktir. Amaç, her sene belirlenen sektörlerde Türkiye’de ARGE'nin durumunu ortaya çıkarmak; öğrenci, akademisyen, sanayicilerin ve kamu kuruluşlarının olduğu bir ortamda sorunları ve çözümlerini interaktif bir şekilde tartışmak. Etkinlikte, Çevre Sektöründe ARGE Paneli, Dünya Şirketleri ve İnovasyon, Hayrettin Karaca Söyleşisi, Yapı Sektöründe ARGE Paneli, Türkiye ve İnovasyon, Malzeme Sektöründe ARGE Paneli. İLETİŞİM: www.arget.net; [email protected] ; [email protected] CBT 1197/15 26 Şubat 2010
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle