26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Darwin Determinist Öngörülebilirlik Tuzağına Basmıyor Newtoncu dünya görüşü 17. yüzyıl sonlarından başlayarak 18. , 19. ve 20. yüzyıla dek baskın görüş olma ayrıcalığını sürdürdü. Newton mekaniğinde doğa esnek çarpışmaların süregeldiği bir ortam olarak düşlenmişti. Bu görüş, atomcu felsefeye uymuyordu. Bu felsefede insan özgürdü; doğal ya da ilahi bir düzenden gelecek ödül veya ceza yoktu; evren tanrısız ve yasasızdı. Kaotik, kural tanımayan ve stokastik evren Newton yasalarında sakin ve öngörülebilir bir evrene dönüşmüştü. d’Alambert, Clairaut ve Lagrange gibi fizikçi ve matematikçiler Newton yasalarına uzun süre direndiler. 1747 yılında Euler, Clairaut ve d’Alambert Newton’un yanlış olduğunu duyurdu. Prof. Dr. Rennan Pekünlü (Ege Üniversitesi) onamak anlamına gelecekti. Böylece, embriyonik büyümeyi anlatan gelişim kuramı, epigenesis, benzetme yoluyla evrim kuramına uydu; 4) Ağır ağır bir sosyal devrime doğru sürüklenen Fransa’da entellektüeller, insanın “yazgısına”, insan toplumlarının doğasına, fakir ve ezilmiş kesimin varolma savaşımına (struggle for existence) ilgi duymaya başladılar. İnsan toplumlarıyla besin depoları arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar başladı. Thomas Malthus, “vahşi doğa”dan aldığı örneklerle zenginleştirdiği eserinde, Essay on the Principles of Population, varolma savaşının ürkütücü yanını işledi. Fransız monarşisinin kanlı bir şekilde alaşağı edilmesinden yeterince ürkmüş olan ve endüstri devriminin henüz ilk aşamasında bulunan İngiltere’de, Malthus’un, insanın varolma savaşımına getirdiği kötümser yaklaşım büyük bir ilgi ve korku yarattı. Bu damardan türeyen, güçlü olanın yaşamda kalacağı (survival of the fittest) öğretisi Darwin’in eline hazır geçecekti. Fransa’da kiliseye olan başkaldırı deism felsefesinin hızla yayılmasını sağladı. ‘Tanrı kendini bir İncil bir de doğa aracılığıyla duyumsatıyor’ düşüncesi gelişti ve doğa ön plana çıktı. “Tanrıyı mı görmek istiyorsunuz? Doğaya, şu güzelim tasarıma bakın!” formülü geliştirildi; 5) Kraliyet botanik bahçelerinde, İngiliz asillerin seralarında bitki türlerinin değişikliğe uğradığı gerçeği birinci elden gözlenirken, yapay seçim (artificial selection) bilinçli olarak uygulanmaya başlandı. Buffon ve sonraki evrimciler, türlerin değişime uğrayabileceği düşüncesini kısmen de olsa bahçelerdeki uygulamalardan türettiler. Ancak henüz hiçkimse, değişimin sınırsız ve sonsuza dek süreceğini söyleme yürekliliğini gösteremiyordu. Paris yakınlarındaki fosiller henüz gün ışığı görmemişti. Evrim hipotezinin temel öğelerinin (varolma savaşımı, doğal seçilim, güçlünün yaşamda kalması, pangenesis, yararlılık yasası, transmütasyon ve diğerleri) yalnızca Darwin kaynaklı olmadığını unutmamalıyız. Çünkü evrim kuramıyla Darwin’i özdeşleştirmek iki yanlışı beraberinde getirebilir: 1) Darwin’i yüceltip, kişi kültünü canlandırma çabaları yükselebilir. Darwin’in devrimci katkısı döneminin bilgi birikimi sayesinde olmuştur. O kültür dokusu olmasaydı evrim hipotezi de gelişemeyebilirdi. Burada tarihte kişinin rolünü iyi belirlemeliyiz. Biriken bilgilerin evrimci bir hipotezde buluşması kaçınılmazdı, zorunluydu; bu büyük sentezi Darwin’in yapmış olması “raslantısaldır”. O olmasaydı, bu hipoteze en yakın olan Charles Lyell, Comte de Buffon veya bir başkası olabilirdi. Çünkü insanlık yararlılık ilkesinin de güdüsüyle o noktaya gelmişti. Ancak, Darwin’i evrim hipotezinin “babası” yapan şey, onun dinsel ve bilimsel determinizme bir yaşam boyu direnebilme yeteneği olmuştur; 2) Dönemin “paradigmasının” ayırdına varamayıp evrim hipotezinin yalnızca dirimbilime özgü olduğunu sanan “akıllı tasarımcılar”, Darwinci evrim hipotezini çökertmeye çalışırlarken tüm kültür dokusunu çökertme göreviyle karşı karşıya kalabilirler! Bu oldukça ciddi, zor ve sıfır olasılıklı bir durumdur; yararlılık ilkesine karşı kürek çekmiş olurlar, yanlış yaparlar! Kaynak: Loren Eisley, Darwin’s Century, Anchor Books, Doubleday and Company Inc., Garden City New York, 1961. D irimbilim alanından Newton’cu dünya görüşüne karşı bir tek Darwin çıktı! 18. ve 19. yüzyıldaki karşı çıkışlar cılız kaldı; çünkü ne tür soruların sorulacağını, bunlardan hangisine acilen yanıt aranacağını dönemin kültürel ortamı belirliyor. O dönem endüstri çağını simgeliyordu. Endüstri çağı ısı makinesi üzerine kuruldu. Yanma ısı üretir; ısı oylumun büyümesine ve sonuçta iş üretilmesine neden olur. Kısacası, ilkel atamız olan primatın her şeyi olan ateş, yeni türden bir “tanrıyı”, buhar makinesini ortaya çıkardı. Günün acil gereksinimi kararlı dizgelerdi. Diğer bir deyişle nasıl davranacağını öngörebileceğimiz buhar makineleriydi. Bunlar, davranışları deterministik öngörülebilirlikle betimlenen dizgelerdir: “Kapalı” dizgeler. “Kapalı” dizgeler, tanımı gereği çevresiyle ısı, erke, madde, bilgi, vb. alışverişi yapmaz. İngiltere’de başlayan ve oradan tüm dünyaya yayılan endüstri devriminin baş oyuncusu olan buhar kazanları, ısı makineleri hep “kapalı” dizgeler olarak alındı; onu ısıtan odun, kömür ya gözardı edildi ya da unutuldu! “Kapalı” dizge ereksel bir dizgedir. Evrenin hiçbir köşesinde böyle bir dizge bulamazsınız. “Kapalı” dizgelerle ve onların sergilediği küçük tedirginliklerle uğraşan kültürel bir ortamda Charles Darwin ilgisini “açık” dizgelere yoğunlaştırmıştı. Canlı bir hücre, bir şehir, Yer’in kabuğu, vb. açık dizgelerdir. Bunlar varlığını açık oldukları için sürdürebilirler. “Açık” dizgeler kendilerine çevreden gelen erke ve maddeyle beslenirler. Kristalleri yalıtabiliriz, “ölümsüzlüklerini” hiç etkilemeden; ancak bir hücreyi veya şehri çevresinden yalıtırsak onları öldürürüz! Bu dizgeler varlıklarının nedeni olan bir bütünün, onlara madde, erke ve bilgi sağlayan çevrelerinin birer parçalarıdır. CBT 1175 / 12 25 Eylül 2009 Charles Darwin ”açık” ve “kapalı” dizgeler arasındaki ayrımı daha o zamanlar, kaos kuramı henüz bir paradigma olmadan önce görmüştü. Ölü kristallerle canlı organizmalar arasındaki ayrımın bilincindeydi. Darwin’e göre, “organik biçimler sonsuz karmaşık ilişkilerle belirleniyordu. Doğası gereği çetrefilli olan bu ilişkilerin nedenlerinin izini sürmek olanaksızdı”. Evet, Darwin’den yaptığım bu alıntı onun doğrusal olmayan dizgelerle “kapalı” dizgeler arasındaki ayrımın bilincinde olduğunun bir kanıtıdır. Kaos kuramının erke tüketici yapıları (dissipative structures) karmaşadan düzeni yaratabilen “açık” dizgelerdir; öz örgütlenme yeteneği olan etkin özdeklerdir. Çağcılları arasında bu konuda bu denli direnen olmadığı için, bilimde devrim yapma şansı DARWİN SAHNEDE Darwin’e güldü. Onun devrimci bilimsel öncülüğünün gizi, hem dinsel hem de bilimsel determinizme direnmesinde yatar. Kuramı kuşkusuz tüm zamanların tüm sorularına yanıt veremeyecektir. Böyle bir beklenti “son bilgi saplantısından” başka bir şey olamaz. Yine böyle bir beklentisi olanlara en güzel yanıtı kendisi vermiştir: “Ben, benden sonrakilerin otobana çevireceği bir patika açtım”. 18. yüzyıl başlarında yaşayan biliminsanlarının hepsi için bir tek yaradılış eylemi vardı. Hristiyanlığın yaradılış dogması, “Günümüz canlı türleri tıpkı yaradılışın altıncı günündeki gibidir” saptamasıyla türleri değişmez, sabit kılıyordu. Chain of Being , Scala Naturae, Ladder of Perfection, Echelle des Etre gibi değişik isimlerle anılan Varlıklar Dizisi tıpkı dönemin medyevel toplum düzeni gibi kaskatıydı! Bu öğretide, 1) türler arasında ırksal ilişki yoktu; 2) türlerin evrimsel dönüşümü yoktu; 3) türlerin neslinin tükenebileceğine inanılmıyordu; 4) varlıklar, minerallerden başlayarak alt düzeyde örgütlenmiş canlılara, oradan daha üst düzeyde örgütlenmiş canlılara ve insana doğru duyumsanmayacak düzeyde az değişikliklerle uzanan bir boyutlu bir diziydi. Dizi insanda durmuyor, maddeden bağımsız “varlıklara”, meleklere, cin ve şeytanlara dek uzanıyordu. İnsan “homo duplex” olarak adlandırılıyor, hem özdeksel hem de ruhsal dünyanın varlığı olarak anılıyordu. “Homo duplex”in, özdeksel ve ruhsal dünyanın varlığı olmanın verdiği acıyla şaşkın ve çelişkili davrandığı ileri sürülüyordu. 18. yüzyılın ortalarına geldiğimizde, evrim hipotezinin gelişmesini sağlayacak bir dizi düşünce oluşmaya başlamıştı. Ancak bu düşünceleri uyumlu bir dizgede örgütleyecek kişi tarih sahnesine henüz çıkmamıştı: 1) 1755 yılında Kant, 1796 yılında da Laplace’ın ileri sürdükleri ve Güneş ve gezegenlerin gaz bulutsulardan evrim geçirerek oluştuğuna ilişkin kozmik evrim kuramlarıyla, organik değişikliklere ilişkin ilk belirtiler aynı anda yayılmaya başladı; 2) Bazı fosil canlıların günümüzde yaşamadığına ilişkin fısıltılar artık yüksek sesle söyleniyordu; 3) 17. yüzyıl başında teleskopla aynı zamanda bulunan mikroskop çok ciddi soruların sorulmasına neden oldu: “Yeni doğan bir canlı, kendi türünün mikroskopik ancak gerçek kopyasından mı büyüyor, yoksa daha az karmaşık bir nesnenin derece derece karmaşıklaşarak gelişmesi sonucunda mı oluşuyor?” Bir canlı bireyde gelişmenin derece derece olduğunu onamak demek, ‘türün kendisinin de daha geniş bir zaman dilimi içinde ırksal (filogenetik) değişikliğe uğrayarak ortaya çıkmış olabileceği’ düşüncesini
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle