02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Yaşamın kitabı Bizde evrim düşüncesinin geçmişi Bizde evrim düşüncesinin çok eski bir geçmişi vardır. Evrim düşüncesi İslam dünyasında ilk olarak ihvanı safa topluluğunun yazılarında görülmüş, daha sonra Ebu Ali Miskeveyh, atTahane adlı eserinde, Nasiruddin Tusi, Ahlak kitabında, Mehmet Kazvini, Acaibul Mahlukat’ında, Mevlana Celaleddin Rumi, Mesnevi’sinin dördüncü kısmında canlı ve cansız dünyanın evriminden söz etmişlerdir. Osman Bahadır [email protected] Önceki hafta “Kalıtım çalışmaları meyvelerini veriyor, bilim insanları evrimin moleküler gizini çözmeye başladılar” başlıklı yazının sonunda, bilim insanlarının bazı kalıtım öykülerini okumaya başladıklarından söz etmiştik. Bu hafta bu öykülerden ve insanın gelişim sürecini açıklayan yeni bulgulardan söz edeceğiz. O smanlı Türklerinde de Yazıcıoğlu Ahmed Bican efendi (ölümü 1466’dan sonra), Kınalızade Ali efendi (15101572), Erzurumlu İbrahim Hakkı (17031780) gibi düşünürler çeşitli eserlerinde evrimden söz etmişlerdir. En eski Osmanlı coğrafyacısı sayılan Yazıcıoğlu Ahmed Bican efendi, kozmoloji ve coğrafya konularını esas alan, 1453’te yazdığı, devrinde çok okunan, hatta sonraki yüzyıllarda bile çoğaltıldığı bilinen eseri Dürri Meknun’da (saklı inciler) şunları söylüyor; “Dünya Adem’e gelinceye kadar ıssız kalmadı. Her devir ki yedi bin yıldır. Bir mahluk gelirdi, Hakteâlâ onlara emr ü nehyi (kuralları, yasakları) bildirirdi. Sonra isyan üzere onları tebdil edip (dönüştürüp) bir mahluk dahi getirirdi derler.” Dürri Meknun’un bir başka bölümünde ise adeta kıtaların ve atmosferin oluşumu anlatılmaktadır; “Bu rubu meskun (karalar) su yüzünde şol gemi gibi çalkanırdı. Bir yerde karar etmezdi. Su yüzünde karpuz gibi...Hakteâlâ bu yerlere teskin vermek için dağlar yarattı. Pes bu yerler onunla daha sakin olmayıp harekâtın komadı...Sevhail nam (adlı) melek, Firdevsi âlâ derelerinden lacivert renginde bir gök taşı çıkardı, sırça parmağına yüzük gibi geçirdi. Getirip bu yerin etrafına koydu. Taş bu yeri ihata eyledi (çevreledi)...” Kınalızade Ali Efendi de, Ahlaki Alai (1565) adlı eserinde varlıkları, gelişmişlik düzeylerine göre madenler, bitkiler ve hayvanlar şeklinde sınıflandırmakta, hayvanları da düşünmeyen hayvanlar ve düAhmed Midhat Efendi şünen hayvanlar (insanlar) olarak ikiye ayırmaktadır. Ayrıca bu türler arasında bağlantı kurulmasını sağlayan ara türlerden söz etmektedir. Erzurumlu İbrahim Hakkı ise, Marifetname (1756) adlı ünlü eserinde evrim fikrini kabul eder ve açıklarken gelişim sürecini şu şekilde tasvir etmektedir; “Madenlerin evriminden bitkiler, bitkilerinkinden hayvanlar, hayvanlarınkinden de insanlar meydana gelir. Madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar arasında da mutavassıtlar (aracılar) vardır. Madenlerle bitkiler arasındaki mutavassıt, mercandır; bu, denizin dibinde bir bitki olduğu halde suyun yüzüne çıkınca sertleşir ve taşlaşır. Bitki ile hayvan arasındaki aracı ise hurma ağacıdır; çünkü bu ağaç palmiyeler familyasından olup erkek ve dişi çiçekleri ayrı ayrı ağaçlarda bulunur; tozlaşma ancak insanların aracılığıyla gerçekleşir. Hayvanla insan arasındaki aracıya gelince, bu nesnas adı verilen vahşi insan veya maymundur.” Adnan Adıvar, İbrahim Hakkı’nın evrim tablosundaki bu bilgilerin ve fikirlerin, eski Yunanlılardan ihvanı safa topluluğuna ve diğer Müslüman yazarlara, onlardan da İbrahim Hakkı’ya geçmiş olduğunu söylemektedir. Bu yeni dönemde evrim fikrini ilk defa gündeme getiren Ahmed Midhat efendi’dir(18441912). Ahmed Midhat efendi, kendi çıkardığı Da arc k adlı derginin ikinci sayısında yayımlanan “Veladet” (doğum) (1873) adlı yazısında, kendisinin nasıl dünyaya geldiğini anlattıktan sonra, “Fakat bundan daha pek çok zaman evvel dünyaya gelmiş idim. Pek çok evvel, pek çok evvel. Biliyor musunuz ne zaman? Daha evveli de var ama, haydi o kadar da uzağa gitmeyelim de biraz beri tarafından başlayalım” dedikten sonra doğumunun, dünyanın henüz soğumadan önceki evresinde başladığını belirtmekte ve “Nice seneler harareti merkeziye içinde kaynadım. Sonra birçok madenler içinde buhara munkalib olarak (dönüşerek) uçtum. Tekasüf ettim (yoğunlaştım). Tahaccür ettim (taşlaştım, katılaştım). Kürenin bu tabakai evvelasını teşkil eden her zerre içinde, benim vücudum vardı. Vücudumun her zerre içinde olan kısmını toplaya toplaya başıma haller geldi. Toprak oldum, nebatat (bitkiler) haline girdim. Çiçek oldum açtım. Haşerat haline girdim. Münteşir oldum (yayıldım). Her tabakada o kadar hallere girdim ki, tarif değil isimlerini saymış olsam, kamus (sözlük) kadar bir kitap olur. Nihayet dördüncü tabakada dahi nice yüz bin inkılaplar gördükten sonra aksamımı toplaya toplaya... (meydana geldim).” Ahmed Midhat efendiden sonra, Şemseddin Sami bey de (18501904), nsan (1879) adlı eserinde, evrim teorisine dayanarak insanın oluşumunu açıklamaya çalışmıştır. Darülfünun’un ikinci açılışında bu kuruma müdür olarak atanan Hoca Tahsin efendi (18111881) de, Tarihi Tekvin yahud Hilkat (h.1310m.1892/1893) adlı eserinde, Haeckel’ci bir evrim düşüncesini savunmuş ve Darwin’in düşünceleriyle ilgili olarak da şunları söylemiştir; “Darwin’in bu hususa dair ifadeleri her ne kadar kâfi mertebede değilse de, mesleği beyanı tekvine ve felsefei hakikiyeye muvafık (uygun) olmakla, ikmal olunacağında katan iştibah olunmaz (kesinlikle şüphe duyulmaz).” B irçoğu proteinlerle ilgili olan bu öykülerden biri kanımıza kırmızı rengi veren hemoglobinle ilgilidir. Genetik karşılaştırmalar sonucunda ilkel omurgalının tek bir hemoglobine sahip olduğu anlaşılmış. Bunun görevi dokuya oksijen sağlamaktı. Yarım milyar yıl kadar önce kopyalanan bu gen o zamandan bu yana çeşitli varyasyonlarda kalıtıma dağılmıştır. Bu nedenle insan cenini, yüksek oksijen ihtiyacını karşılayabilen özel bir hemoglobine sahiptir. Kalp ve iskelet kasları ise diğer bir molekülden yararlanıyorlar ki bu da hemoglobin kopyasından türemiştir. Bununla birlikte kalıtımda körelmiş eski hemoglobin genleri de var. Uzmanlar bunların bir zamanlar atalarımızın bedeninde önemli görevleri yerine getiren ama daha sonraları önemlerini yitiren özel oluşumlar olduğunu tahmin ediyorlar. Doğanın hemoglobin varyantlarıyla çevreye ne kadar farklı şekilde uyum sağladığı, türlerin karşılaştırılmasıyla ortaya çıkmış. Dağların zirvesinde uçan And Dağları kazının (Chloephaga melanoptera), derin sulara dalan çatalkuyruklu balinanın (Balaenoptera physalus) ve Kuzey Kutbu’nda yaşayan misk öküzünün (Ovibos moschatus) kendisine özgü hemoglobinleri var. Bunlar küçük mutasyonlarla özel ihtiyaçlara uyum sağlamışlar. Hatta Güney Kutbu’nda yaşayan bir grup buz balığında hemoglobin tamamen yok olmuş. Balıklar Güney Kutbu denizinin bol oksijenli sularında, ok sijeni doğrudan doğruya cilt üzerinden büyük solungaçlarla alıyorlar. Birkaç akyuvar, antifriz faktörleri ve diğer protein maddelerini içeren sudan başka bir şey akmıyor damarlarında. İkinci protein grubu opsinler. İnsanın görme yetisinden sorumlu olan ve ağtabakanın kozalak biçimindeki ışık detektörlerinde yer alan bu moleküller hakkında artık çok şey biliniyor. Kozalak türlerinden üçü ışığa biraz farklı dalga boylarında reaksiyon gösteren çeşitli opsinleri üretiyorlar. Doğa, canlıları birbirinden farklı kozalak opsinleriyle donatarak, görme yetisini önemli ölçüde etkilemiştir. Örneğin doğru yerde gerçekleştirilen küçük bir değişim sayesinde molekül birdenbire morötesi ışığa tepki verir. Bu durum bazı kuşlarda söz konusudur. Erkek mavi baştankara ve sığırcık kuşunun, dişilerini uyarmak için kullandıkları görkemli tüyler insan için görünmezdir mesela. Yavrularını besleyen anne kuşlar, yavrularının gaga kenarındaki morötesi ışığı takip ederler. Bizler bu çizgileri de göremeyiz. Renklere ihtiyacı olmayanlarda renk duyusu genelde köreliyor. Kör fareler ve gece (Aotus trivirgatus) maymunları bu yüzden renkleri algılayamazlar. Köpek, at ve fare tamamen renk körü olmasa da tüm renkleri göremezler. Ağtabaka kozalaklarında üç yerine sadece iki opsin bulunduğu için bu hayvanlar kırmızı ve yeşili birbirinden ayırt edemiyorlar. Günümüzdeki memelilerin ataları, dinozorlar devrinde milyonlarca yıl gece etkin memeliler olarak sürdürmüşlerdi yaşamlarını ve gece karanlığında tüm dinozorlar aynı renkteydi. İlkel atalarının yitirdiğini insanın ataları yeniden kazanacaktı. Nitekim günümüzden 30 milyon yıl kadar önce bir primatın kalıtımında, renkli görme yetisini iyileştiren yeni bir opsin çeşidi gelişmiş. Ve tüm ardılları (bunlara savan maymunu, şebek, şempanze ve insan da dahildir) bu sayede kırmızıyı ve yeşili birbirinden ayırt edebilme yetisine sahip olmuştur. O tarihlerde tam olarak nelerin yaşandığını görmek isteyen bilim insanları, farenin kalıtımına insanın opsin genini aktarmışlar. Bu işlem sonucunda fareler yeşil ve kırmızı işaretli yem kaplarını ayırt etmeye başlamışlar. İşte bu sonuçtan yola çıkan araştırmacılar, benzer bir gen manipülasyonuyla insanın morötesi ışınını görebileceğini sanıyorlar. Haftaya: Öncü insandan mühendise... AYLAK BİLGİ Tahir M. Ceylan [email protected] www.tahirceylan.com Bizler mükemmel kötüleriz. Mükemmelin bir noktasında mükemmele karşıt bir iz vardır. Mikelanj, David heykelini bitirdiğinde ellerini biraz büyük bırakmıştır. Dünya tam bir küre değildir. Mona Lisa’nın yüzü asimetriktir. Kötülüğün Kökleri “1971’ de David Bygot, komşu gruptan bir dişiye bu tarafın erkeklerinden ağır bir atak olduğunu izledi. Erkekler bir olup dişinin üzerine çullanmıştılar. Beş dakika süren mücadelede, dişinin sekiz aylık bebeğini kapmıştı erkekler, onu öldürüp bir kısmını yemiştiler. Anne kaçmayı başarmıştı, fakat ağır bir kanaması vardı ve muhtemelen daha sonra öldü. Biz bu olayı rastlantısal, gruba mal edilemeyecek bir olay olarak gördük ve daha çok da grup lideri Humphrey’in psikopatik davranışlarının erkekleri saldırganlık için cesaretlendirmesine yorduk o zaman. “İyimserliğimiz kısa sürmüştü. Sınırda devriye gezen erkekler, komşu gruptan dişileri yakaladıklarında hemen saldırıyor, kavga sırasında da bebekler mutlaka ölüyordu. Bir keresinde yine erkekler, karnına yapışmış bebeği ile ağaçta beslenen dişinin yanına çıkmak için davrandılar ve etrafını sardılar. Dişi, umutsuz barışçı ataklar yaptı. Boyun eğici tarzda mırıldandı, korkusundan çöktü. Erkeklerden biri yaklaştığında, uzağa zıplayıp ona yol açtı. Kolundaki bebeği sıkıca kavradı, başını okşadı, biraz sonra onu kaybedeceği sezgisiyle gözlerini derin derin açıp baktı. Erkekler iyice yaklaştılar, daha ilk hamlede bebek öldü, anne ağır yara aldı ve herhalde sonra da sağ kalmadı.1975’ te yüksek statüdeki dişi Passion ile onun yetişkin dişi evladı Pom bir olup Gilka’nın bebeğini yediler. Gilka, 1966’daki Polio salgınında sakat kalmıştı, ayağa kalkamıyordu. Bebeği hiç koruyamadı, Passion doğruca gelip bebeği ısırdı ve annenin elinden aldı. Sonra Gilka iki defa daha doğurdu ve her ikisi de Passion ve Pom tarafından yenildi. “Gilka üç bebeğini kaybetmişti ve belli ki artık ruhu kırılmıştı. Passion ve Pom, grup içinden başka iki bebeği daha yediler ve neredeyse grubun kökünü kazıyacak hale gelmeye başlamışlardı ki, ikisi birden hamile kaldılar ve kendi bebeklerini doğurdular ve bir daha onlardan yana grup içinde saldırganlık görülmedi. Ama bir süre sonra gruptan yedi erkek üç dişiyi yanlarına alıp güneye göç ettiler. Kuzeydeki Kasaleka grubu kendini güneyden, güneydeki Kahama grubu ise kendini kuzeyden atılmış olarak algılıyordu ve arada savaş kaçınılmazdı. Nitekim toplu bir savaş oldu; Kasaleka erkekleri, Kahama grubunu toptan imha etti, yalnızca Kahamalardan yeni yetme üç dişi, muzaffer erkekler tarafından öldürülmediler, aksine korumaya alınıp kuzeye götürüldüler”. Yukarıdaki satırlar, ömrünü Gombe’de şempanzelerin arasında geçirmiş, bilim uğruna evliliğini, çocuğunu kaybetmiş bir kadın zoolog Jane Godall’ın “Reason For Hope” isimli kitabından alındı. Godall’ın ifadesine göre şempanzeler tamamen nedensiz olarak birbirlerine saldırıyorlardı. Saldırıyı bahane etmek için ne yiyecek kıtlığı, ne paylaşılamayan bir karşı cins vardı. İçgüdüsel olarak birbirlerini yok ediyorlardı, özellikle sakatlara ve yavrulara karşı saldırganlık dikkat çekiciydi ve saldırganlık dönem dönemdi. Apaçık ortadaydı ki, kötülük genlerimizdeydi bizim; biliniz, bizler birer kötü şeyiz. Dayanılır acılar içindeyim, keşke dayanamasaydım; yaptığım bilim, şu yazdığım yazılar, sıktığım insan elleri bile, hoyrat hoyrat çaldığım ıslık, son amaç olarak hep kötüye hizmet ediyormuş. Godall, daha nasıl olup da “reason for hope” diyerek, gelecekten ümitli olabiliyor. Erkek arıların, kraliçeyi dölledikten sonra toptan fedakârca ölmelerine ya da Tanrı’ya ulaşmak için, kendini hayra adamış dervişlere bakarak mı kandırıyor kendini? Bilsin ki, bizler mükemmel kötüleriz. Mükemmelin bir noktasında mükemmele karşıt bir iz vardır. Mikelanj, David heykelini bitirdiğinde ellerini biraz büyük bırakmıştır. Dünya tam bir küre değildir, mükemmel bir küreden azıcık başka bir şeydir. Mona Lisa’nın yüzü asimetriktir. İnsan olağanüstü bir fabrika olarak ölümlüdür. Yapraklar damarlı, çiçekler solgundur. Aşk kavgalı, sonunda ille de günahlıdır. Geceler delikli, sabahlar kararsızdır. Filozofun derini çirkin, erkeğin yakışıklısı hoyrat, kadının güzeli ya çok el değmiş ya da hiç pişmemiştir. Uyumlu bir evlilik, asla en güzel kadınla en güzel erkekten oluşmamıştır. Mükemmel kötülükte asla düzgün durmamış, az biraz iyiliğe bulaşmış, kendini alacalı kötü yapmıştır, bizim iyiliğimiz bundandır ve bu kadarcıktır! Evrime yöneltilen eleştirilere yanıtlar3 10) Mutasyonlar evrim kuram için gereklidir, ancak mutasyonlar yaln zca var olan özellikleri yok eder; yeni özellikler yaratmaz. Tam tersi, biyoloji ‘‘nokta mutasyonlar’’ (organizmanın DNA’sındaki noktasal değişimler) yoluyla oluşan pek çok özelliği ortaya döker. Antibiyotiklerin bakterilere karşı direnç kazanması buna bir örnektir. Ayrıca moleküler biyoloji, nokta mutasyonların ötesine geçen genetik değişiklik mekanizmalarını keşfetmiştir. Bu mekanizmalar yeni özelliklerin oluşması için yeni yollar açar. Genlerin içindeki işlevsel modüller yepyeni biçimlerde birbiriyle birleşir. Bütün genler rastlantısal olarak organizmanın DNA’sının üzerinde kopyalanır ve bu kopyalar yeni, karmaşık özellikler için özgürce harekete geçer. Değişik organizmalardan alınan DNA’ların karşılaştırılması sonucu, bir kan proteini türü olan globinlerin milyonlarca yıllık evrimini gözler önüne serer. edilmiştir ve yeni bir tür oluşturmak üzere kendi yolunu çizer. Evrimsel mekanizmaların içinde en iyi inceleneni doğal seleksiyondur. Ancak biyologlar başka olasılıklara da açıktır. Biyologlar sürekli olarak seyrek görülen genetik mekanizmaların yeni tür yaratma konusundaki potansiyâli üzerinde durmaktadır. Dolayısıyla bilim, doğal seleksiyon dışındaki güçlerin yarattığı evrime de kapılarını kapatmamıştır. Ancak bu güçler doğal olmak zorundadır; gizemli yaratıcı zekâların bilimsel olarak varlıkları kanıtlanamayan eylemleri sonucu ortaya çıkmış olmamalıdır. LK RESM K TAP 20. yüzyılın başlarında, evrim düşüncesi ve Darwin teorisi artık daha kapsamlı ve bilimsel olarak incelenmeye ve bu doğrultuda yayınlar yapılmaya başlanmıştır. Baha Tevfik, Ahmed Nebil, Subhi Edhem, Memduh Süleyman, Edhem Necdet, Celal Nuri (İleri) vb. gibi düşünürler, evrim ve Darwin teorisi üzerine telif ve çeviri olmak üzere çeşitli eserler yayımlamışlardır. Cumhuriyet döneminde, Ahmed Tevfik, Ahmed Malik (Sayar), Hamid Nafiz (Pamir), Ahmed Müştak (Kargılı), Ali Vehbi (Türküstün) beylerle, Darülfünun hayvanat müderrisi Raymond Hovasse, Muallimler Mecmuas ’nda ve Darülfünun Fen Fakültesi Mecmuas ’nda, evrim konusunda yazılar yazmışlardır. Bunlardan en kapsamlı olanının, Raymond Hovasse’ın Darülfünun Fen Fakültesi Mecmuas ’nın Aralık 1927 Şubat 1928 tarihli ikinci sayısında yayımlanmış olan (s.496505) “Tekamülü İzah Eden Nazariyeler” yazısı olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyet döneminde Darwin’in yaşamı ve düşünceleri üzerine yayımlanan ilk eser ise, tıp doktoru ve bilim tarihçisi Galip Ata (Soyadı kanunundan sonra Ataç) beyin 1931 yılında yayımladığı Darwin adlı kitaptır. Maarif Vekâleti tarafından yayınlanan bu eser, ülkemizde, Darwin ve düşünceleri hakkındaki ilk resmi kitaptır. Kaynaklar: Yazıcıoğlu Ahmed Bican, Dürri Meknun, çevrimyazı ve notlar; Necdet Sakaoğlu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları 86, İstanbul 1999. Dr. Hayrani Altıntaş, Erzurumlu brahim Hakk , M.E.B. Yayınları, İstanbul 1992. Ahmed Midhat, “Veladet”, Da arc k, Sayı:2, Hicri 1288 (M.1873), İstanbul. Remzi DemirBilal Yurtoğlu, “Unutulmuş Bir Osmanlı Düşünürü Hoca Tahsin Efendi’nin Tarihi Tekvin yahud Hilkat Adlı Eseri ve Haeckelci Evrimciliğin Türkiye’ye Girişi”, Nüsha, Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, Yıl 1, Sayı 2, Yaz 2001, Ankara. s.166196. Adnan Adıvar, Osmanl Türklerinde lim, Remzi Kitabevi, 1982, İstanbul. Prof. Dr. Remzi Demir, “Büyük Bir Düşünür: Kınalızade Ali Efendi,” Bilim ve Ütopya, Sayı 177, Mart 2009, s. 3941. 12) Bugüne dek kimse yeni bir türün evrimle ti ine tan k olmam t r. Yeni bir türün oluşumu son derece nadir görülen bir olaydır ve yüzyıllar alır. Ayrıca oluşum aşamasında yeni bir türü tanımak zordur, çünkü biyologlar bir türün nasıl en iyi şekilde tanımlanacağı konusunda görüş birliğine varamazlar. En yaygın tanım Mayr’ın Biyolojik Tür Kavramı’dır. Buna göre tür, üreme açısından izole edilmiş farklı bir popülasyondur. Bu bağlamda bu türün bireyleri kendi topluluklarının dışında üreyemez. Pratik açıdan bu standardın, mesafe, arazi yapısı veya bitki örtüsü nedeniyle izole edilmiş organizmalara uygulanması zordur. Dolayısıyla biyologlar, bir türün bireylerini tanımak için organizmaların fiziksel ve davranışsal özelliklerinden yararlanırlar. Yine de bilimsel literatür solucan, böcek ve bitkilerde bazı türlerin oluşumuna ilişkin raporlara yer verir. Bu deneylerin pek çoğunda araştırmacılar organizmaları değişik tipte selesiyona tabi tuttu ve sonucunda bu popülasyonların, dışardakilerle çiftleşmediğini keşfetti. 11) Do al seleksiyon mikroevrimi aç klar, ancak yeni türlerin nas l ortaya ç kt n ve ya am n daha yüksek düzenlerini aç klayamaz. Evrim biyologları doğal seleksiyonun yeni türleri nasıl yarattığı konusunda çok sayıda çalışmalar yapmış ve bunları bilimsel yayınlarla kamuoyuna mal etmiştir. Örneğin, Harvard Üniversitesi’nden Ernst Mayr’ın geliştirdiği bir modelde bir organizma popülasyonu, coğrafi sınırlarla kendi türünden ayrı tutulur. Bu durumda bu popülasyon farklı etkilere maruz kalabilir. İzole edilen popülasyonda değişiklikler birbiri ardına birikim yapar. Bu değişiklikler belirginleşmeye başlayınca, ayrı kalan grup orijinal gruptakilerle çiftleşemez hale gelir. Sonuçta ayrı düşen grup üreme açısından izole YEN DÖNEMDE EVR M F KR CBT 1150/8 3 Nisan 2009 19. asrın ikinci yarısında Osmanlı düşünce dünyası, birbiriyle hiç ilişkisi olmayan iki farklı düşünce dünyasına ayrılmış durumdadır. Bir yanda yüzyıllardan beri nakledilip gelen ve yeni hiçbir araştırma ve gözlem bulgularıyla beslenmediği ve desteklenmediği için adeta taşlaşmış durumdaki geleneksel fikirler, diğer yanda ise, Batı’daki bilimsel gelişmelerden kaynaklanan, gözlemlere, deneylere dayanan, araştırmacı bir zihniyetin ürünü, bilimsel fakat henüz yeni ve çok cılız modern fikirler dünyası. CBT 1150/9 3 Nisan 2009
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle