Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
HUKUK POLİTİKASI Cehalet nasıl özendirilir? Bir TV programında, saçının rengi nedeniyle zekâ özürlü sayılan bir kişi "benim de çobanın da birer oyumuz var, bu haksızlık" deyince haklı olarak çok eleştirilmişti. Demokrasinin olmazsa olmazlarından birisi olan "eşit oy hakkı" ilkesinin reddi çoğu kimsece eleştirilmiş, ama bir bölüm de, "çoban" sözcüğünde simgeleştirilen "cehalet"in demokrasi ile bağdaşmazlığına da hak vermişti. İki arada bir derede kalanların sayısının epey olduğunu da sanırım. Tınaz Titiz Hayrettin Ökçesiz hayret@akdeniz.edu.tr Her şey biraz da göründüğü gibidir. Gözler önünde olup bitenin gözler önünde olmayan yanını ancak tahmin edebiliriz. Bunu yaparken dolaylı, dolaysız ne biliyorsak mantık kurallarına uygun biçimde ilişkilendirerek bir yargıya ulaşmaya çalışırız. Sonunda insan öyle bir noktaya gelir ki, düşünebilecek pek fazla bir şey kalmaz geriye. Her şey artık bize göründüğü gibidir. “Hepimiz Saylan’ız, Manisalı’yız, Balbay’ız...” Ergenekon İddianameleri üzerine söylenenler de bu noktaya ulaştı. Muhakeme usulü bilgisine ve bilimine dayanarak söylenebilecekleri gazetelerde uzmanlarından çarşaf çarşaf okuduk. Durum hukuk tekniğini aşıyor. Gaf denilebilecek hataları yargı niçin yapar? Bilmediğinden mi? Böyle bir cehalet isnadını yapmak doğrusu kimsenin haddine değildir. Ama keşke öyle olsa dedirtecek başka zanlar o zaman sökün eder. Bilerek isteyerek yapıldığını bu gafların kim düşünemeyecek? Kim sormayacak peki, ne amaçla? Kime yarasın diye? Bunlar ama acı gaflar kurbanları için. Eğlencesine, yorgunluktan, ihmalden, ataletten, böyle gelmiş, böyle gider babından gaflar değil bunlar. Yapanın gecesini gündüzüne kattığı gaflar, tüm devlet çarkını harıl harıl döndüren gaflar. Sonunda işgüzar mı işgüzar bir meşguliyet çadırı… Bunun bir anlamı olmalı. Göründüğünce, yok yok: El bombaları, faili meçhul cinayetler, terör eylemleri, akla fikre gelen her suçla ilişki kuruluyor, aksini ispat yükü zanlıya ait olmak üzere. Ama insan yapmadığı şeyi nasıl kanıtlar? Kanıt diye ileri sürülenler: Denilmiş konulmuş sözler, telefonda, kâğıt üzerinde. Ötesi yoksa bir insanı nasıl tutarsınız? Kaçmak, delil karartmak tehlikesine karşı önlem olsun diye mi? Her sohbetten sonra herkesi böylesine bir önlem amacıyla tutuklayalım mı? Niçin yapmıyorsunuz? Henüz o aşamada değil miyiz? Hangi sürecin aşamaları bunlar? Yargıç olsam, önüme konulanlara delil mi diye bir bakardım. Delil dediğin şey, nihayetinde bir suç fiiline doğrudan, dolaysız götüren, suç fiilinin zanlı tarafından işlendiğini kuşkuya yer bırakmadan gösteren şeylerdir. Aksi halde, yağmur yağacak deyince, kendisine ördek denildiğini iddia eden kişinin durumuna düşer insan. Bu da hoş bir şey değildir. Yargıçlık, savcılık yapmadım. İnsanları hiç yargılamadım. Korktum. Yargıç peygamber postunda oturur derler. Dünyanın en zor işidir. Yapılacaksa, doğru dürüst yapılmalı. Peki, nasıl doğru dürüst yapılır bu ulvi meslek, bu tanrısal iş? Önce, millet adına, adalet adına el attığın hayatların insan hayatı olduğunu bileceksin. Canına, malına kastettiğin varlığın insan olduğunu bileceksin. İnsan ki, Tanrı’nın suretidir, kimince. İnsan ki, asla ve kata dokunulamayacak bir onur taşır, seninle, benimle eşdeğer. Ne uğruna olursa olsun, dokunamayacağın hakları vardır, insanlık uğruna. Kibirden, gururdan kaçacaksın. Giydiğin cüppenin cehennem ateşinden dokunduğunu hissedeceksin. Yanmayacaksan, yakmayacaksın. Silivri’de ne olup bitiyor, bilmiyoruz. Göründüğünce ürperti veriyor. Bir devlet yurttaşına bu duyguyu yaşatmalı mı? Onun daha çok, bunun aksi için işbaşında olması gerekmiyor mu? Ben davanın ne savcısı, ne yargıcıyım ne de orada bir müdafiiyim. Dava dosyasının içerisini bilmem. Kısmen sızdığı, kısmen hakhukuk demeden teşhir edildiği kadarıyla milyonlarca insanı ürkütüyor, korkutuyorsa, kimse yarınından emin olamaz bir hale geliyorsa, burada ciddi bir sorun var demektir. Bu, bir yargılamadan başka bir şeydir. Bu duyguları ne yolla, ne biçimde, ne için yaratıyorsanız, bundan vazgeçin. Bu duruma karşı ciddi önlemler alın. Mahkemeler yurttaşları korkutma yerleri değildir. Orada bir tanrıçanın bilgelikle, cesaretle, ölçülülükle kurduğu yargıların adalet olduğunu görür, ona inanır, sevgiyle, saygıyla itaat ederiz. Bu tanrıçanın sitemlerine vicdanınızı açın. Gelişsin, öğrensin. Yurttaş olarak, bir şeyi bilmek, ondan emin olmak isterim: Bu ülkede yargıçlar vardır. Mahkemelerimiz yansız, bağımsız, yetkin ve adaletlidir. Bu bana yeter. Bunda ispat yükü Silivri’dedir. İnsanları ölmek için evine gönderirseniz, ölüm döşeğindeki yaşlı, hasta insanları taciz ederseniz, gözaltına aldığınız, tutukladığınız insanların hayatlarını hapishanelerinizde tehlikeye sokarsanız, onlara isnat ettiğiniz kimliklerden ne farkınız kalır? K uşkusuz bu çelişkinin çözümü, çobanlara oy hakkının kısıtlanması yoluyla olamaz. "??. okur yazarlığı" deyimiyle ifade edilen çeşitli alanlardaki cehaletlerin yok edilerek, her oy'a yüklenmiş bulunan bilinç düzeyinin eşitlenmeye çalışılması gerekir. Örneğin, bilişim okuryazarlığı düzeyi yükseltilemezse, bir kısım insanımızın ATM kartıyla emekli maaşını çekememesi hatta otobüse binememesi gibi durumlar ortaya çıkabilecek. Yarınlarda elektronik oy verme gerçekleştiğinde bu insanlar oy da kullanamayacaklar. Herhangi bir alandaki okuryazarlığı geliştirmek için en iyi yöntemin, bir dizi aracın birlikte, birbirini tamamlayacak şekilde kullanımı olduğunu biliyoruz. Sadece tek aracın, örneğin sadece okul kurumu olamayacağı, eğer buna bel bağlanırsa çok uzun yıllar beklemek gerekeceğini tahmin etmek güç değildir. EN ETK L Ö RENME Öğrenme devrimi adıyla tabii ki sınırlarımızın dışında gelişen akım olduğu dikkate alındığında, "alan okuryazarlığı" konusundaki en etkili aracın da insanlarda ihtiyaç yaratmak olduğu kolayca görülebilir. Hepimiz birbirimize bireysel ve/ya kurumsal olarak ihtiyaç yaratabiliriz. Çocuğuna sorumluluk vermek isteyen anne babalar, onların harçlık ihtiyaçlarını birtakım sorumluluklar yükleyerek bunu gerçekleştirebilir. Çalışanlarının yabancı dillerini geliştirmelerini isteyen kuruluşlar onlara yabancı dil öğrenmelerini mecbur kılacak sorumluluklar verebilirler. Sınıfların kirletilmemesini sağlamak isteyen öğretmenler, sınıf temizliği konusunda öğrencilerinden yardım etmelerini isteyebilir. Ve daha yüzlerce örnek. Şimdi size, bunların tam aksine, öğrenmeyi değil cahil kalmayı özendiren ve bunu sürekli yapan kurumlarımızdan üç örnek: * Gazetelerimizde, şu tür haberler neredeyse kuraldır: "Marmaray kazısında 9 metre 40 santim derinlikte insan kemikleri bulundu", "Dört kişilik bir ailenin mutfak masrafı bin 300 lira oldu" vs. Niçin 9.40 m değil de 9 metre 40 santim? Niçin 1300 lira değil de bin 300 lira? Bunların nedeni bellidir: Bizim insanlarımız arasında 9.40 m'nin 9 metre 40 santimetre olduğunu bilmeyenler, 1300 sayısını okuyamayanlar vardır; biz hepsini kucaklamalıyız (bu "kucaklama" işi de neyin gizlenmişidir bilmem!) * Profesör unvanlı insanlar, en azı lise mezunu olan spikerler hava raporu veriyor: "Meteorolojik tahminlere göre önümüzdeki üç günde İstanbul'da ısı 20 derece olacak" Bu insanlar ısı yerine sıcaklık denilmesi gerektiğini, ikisinin çok farklı olduğunu bilmiyorlar mı? Bilmiyenler olabilir ama çoğu biliyor fakat şu nedenle ısı diyorlar: Bizim insanlarımız arasında sıcaklık deyince soğuk havaların da bulunabileceğini anlamayanlar vardır; biz hepsini kucaklamalıyız. * Seçimlerde kullanılan oy pusulalarının boyu yaklaşık 1 m. Halbuki basit bir form tasarımı ile, pusulalardaki tüm bilgileri hatta arka yüzüne gereken yasal bilgileri de ekleyerek A4'ten daha küçük bir yere sığdırmak, mühürleri de çok küçültmek mümkün. YSK'de hiç olmazsa bir kişi bunu akıl edemez mi? Etmesine eder ama gerekçe yine aynıdır: Bizim insanlarımız içinde öyleleri vardır ki bırakın ayrıntılara dikkat etmeyi, ancak eline ip veya şablon pusula verilirse[1] oy kullanabiliyor. Biz tüm yurttaşları kucaklamalıyız ki demokrasi olsun! Bu birbirinden farklı örnekler çoğaltılabilir. Ama dikkat edilirse tümündeki felsefe aynıdır: Her ne sistem kurulacaksa, en aptal, en cahiline göre yapılmalı. Böylece, insanlara "alan okuryazarlığı" kazandırabilecek en etkili araç kenara itilmekte, giderek negatif seçim desteklenmektedir. Halbuki evrim ise bunları ayıklıyor. Bir anlayış ki doğa kurallarının aksini zorlar, o sistemin yürümesi zordur. [1] Geçtiğimiz seçimlerin birinde, bir partiye oy verebilmek için kişilere, belirli bir noktasında düğümü olan ipler verilmiş ve oy pusulasının soğan olan köşesine ipin bir ucunu koyup, düğüme denk gelen yere mühürü basmaları istenmişti. Bunu beceremeyecek olanlara ise tam oy pusulası büyüklüğünde, oy verilecek partinin bulunduğu yerde mühür çapı kadar deliği bulunan boş kağıtlar dağıtılmış, pusulayla şablonu üst üste koyup deliğe basmaları istenmişti. CBT 1153/15 24 Nisan 2009