05 Aralık 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OOOF OFF LINE Tanol Türkoğlu Mikroplar Tarihi Yönlendirebilir mi? Liderlerin, savaşların, silahların vb., tarihe yön veren veya onu belirli ölçülerde biçimlendiren faktörler olduğu konusunda kimse kuşku duymuyor. Fakat acaba mikropların da bazen tarihte belirleyici rollerinin olduğundan söz edilemez mi? Osman Bahadır bahadirosman@hotmail.com (tanolturkoglu@gmail.com) Devlet yönetimlerinin biraz daha sosyalleşmesi, sosyal devletmiş gibi davranması bu aşamada gereksinim duyulan ağrı kesicidir. ABD’de birkaç yüz tane üst düzey yöneticinin primlerine sınırlama getirmek manşetleri kaplarken, arka sayfada artan vergilerle boğuşmak zorunda kalan milyonlarca insanın haberlerini okuyamayacağız. T arihte Tuna Nehri’nden İndus Nehri’ne uzanan ilk dünya imparatorluğunu kuran Büyük İskender M.Ö. 323 yılında henüz 33 yaşındayken Babil’de ateşler içinde hayata veda etti. İskender birkaç on yıl daha yaşayabilseydi, dünya tarihi farklı bir görünüm kazanmış olmayacak mıydı? M.Ö. 396 yılında Kartacalılar Sirakuza’yı kuşatmışlar, fakat bu sırada orduda çıkan salgın hastalıklar yüzünden geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Eğer Kartacalılar bu kuşatmada başarılı olsalardı, daha sonraki yüzyıllarda Akdeniz’de Roma’nın yerine Kartaca egemenliği kurulmuş olamaz mıydı? Mikroplar, Haçlı Seferleri sırasında da etkilerini sürdürdüler. Haçlı ordularının Filistin’de tutunamamalarının en önemli nedenlerinden biri, saflarında yaygınlaşmış bulunan bulaşıcı hastalıklardır. Alman imparatoru II. Frederick 1227 yılında Haçlı ordularına destek amacıyla ordusunu Brindizi’den gemilere bindirmiş, fakat daha sonra dizanteri salgını nedeniyle geri dönmek zorunda kalmıştı. Yüzlerce yıl sonra bu defa Alman kralı Frederick William, Avusturyalı müttefikleriyle birlikte Fransız devrim ordularına karşı yürüyüşe geçmiş, fakat 42.000 kişilik ordusu yine dizanteri salgını yüzünden 30.000’e inince çareyi geri dönmekte bulmuştu. Napoleon da benzeri bir akıbetle karşılaştı. Napoleon’un 1812’deki Rusya seferinde karşılaştığı büyük felakete yol açan etkenlerle ilgili olarak aşırı kış soğuğundan çok bahsedilmiş, fakat orduyu kırıp geçiren tifüs ve dizanteri salgınından pek az söz edilmiştir. 186065 yılları arasındaki Amerikan iç savaşında yalnızca kuzey ordusu askerlerinin 220 bini, tifo, dizanteri ve tüberküloz gibi hastalıklardan ölmüştür. Bu sayı, kuzey ordusunun çarpışmalarda ölen askerlerinin sayısının iki katına yakındır. 185456 yıllarındaki Kırım savaşında da, Fransızlar askerlerinin 20 binini çatışmalarda, 50 binini ise çeşitli hastalıklardan kaybetmişlerdi. İngilizler ise 5 bin askeri muharebelerde, 17 bin askeri ise hastalıklardan yitirmişlerdi. Rusların ise çatışmalarda ölen 38 bin askerine karşı, 37 bin askeri de hastalıktan ölmüştü. Ülkemizde de Balkan savaşları sırasında Trakya’yı ve İstanbul’u etkisi altına alan kolera salgınının ne kadar büyük yıkımlara yol açtığı ve ne büyük zorluklarla kontrol altına alınabildiği bilinmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nda ise, 1915’te Çanakkale savaşlarının en kızgın ve en kritik döneminde Osmanlı ordusu, müttefiklerinden gerekli desteği alamamıştı. Çünkü müttefik Avusturya kuvvetleri, tifüs salgınının kol gezdiği Sırbistan’dan geçmekten çekinmişti. Daha sonra Avusturya kuvvetleri ve topları geldiğinde ise, savaşın manzarası çoktan değişmiş bulunuyordu. Kurtuluş Savaşı’nda da Türk kuvvetleri, sadece düşman kuvvetleriyle değil, mikroplarla da büyük bir savaşa girişmişlerdi. İsmet İnönü, işgalci güçlerin kuvvetlerinden değil, ellerinde neredeyse sağlam katır bırakmayan sığır vebasından korkuyordu. Az sayıdaki, çalışkan, bilgili ve fedakâr veterinerlerimizin sığır vebasına karşı büyük ve başarılı mücadelesi olmasaydı, Garp Cephesi’ndeki mücadelenin zaferi kesin olabilir miydi? Tarihte mikropların rolünden söz ederken, ilginç ve önemli bir noktanın da üzerinde durmak zorundayız. Mikropların varlığının ve hastalıkların mikrobik kökeninin anlaşılması, Pasteur, Koch, Lister gibi bilim insanlarının çabalarıyla ancak 19. yüzyılda mümkün olabilmiştir. (Tam bu noktadan, tarihin materyalist yorumuna çıkan mükemmel bir yol açılmaktadır.) Bu döneme kadar salgın hastalıklar kaçınılmaz bir kader olarak kabul ediliyor, bu hastalıklarla mücadelede doğa üstü güçlere bel bağlanıyor ve yaralıların ameliyatlarında bazı cerrahi teknikler geliştirilmiş olsa bile, hijyen ve sterilizasyon kurallarına uyulması bilgisi ve bilinci bulunmadığından yeterli başarı sağlanamıyordu. Bilim, mikropların tarihteki rolüne büyük ölçüde son vererek (Fakat HIV, AIDS hastalığına yol açarak tarih yapmaya devam ediyor) diğer rol ve etkilerinden ayrı olarak, sadece bu fonksiyonuyla bile tarihi yönlendirmiş olmuyor mu? Yararlan lan Kaynaklar: Mehmet Tanju Akad, Sava Tarihinin Dönüm Noktalar , Kastaş Yayınevi, Eylül 2005. Dictionnaire d’histoire et philosophie des sciences, sous la direction de Dominique Lecourt, PUF, Paris, 1999. Globalizm 2.0 Teğet Yaşadığımız bu kriz tarihe “Türkleri Teğet Geçti” başlığı ile geçecek gibi. Tıpkı bir zamanlar Çernobil’deki patlama sonucu oluşan radyasyon yüklü bulutların Ukrayna’nın tüm çevresini etkilediği halde Türkiye’yi etkilemeden teğet geçmiş olması gibi (!) Daha büyük bir çelişki ise globalizmin beşiği olan ABD’nin sosyalist ya da devletçi söylemlerle sarsılıyor olması. Özel kurumların devletleştirilmesi, devletin hisse koyarak özel şirketleri ayakta tutmaya çalışması. Konu o denli derinleşti ki önemli haber dergileri “Sosyalizme geri dönüş mü?” türünde başlıklar atmaya, kapaklar yapmaya başladı. Oysa geriye doğru bir gidiş filan söz konusu değil. İçinde bulunduğumuz bu dönemde globalizm ikinci evresine geçiyor. Olgunlaşma evresi. İlk evrede globalizm her ne pahasına olursa olsun fethedilmesi gereken kaleleri fethetti. Ulus devletleri. Bu işi yaparken de ne kaybedeceği kaynakların hesabını yaptı ne de savaştığı topraklar üzerinde oluşturacağı sosyal ve ekonomik tahribatı. Amaç her ne pahasına olursa olsun kalelerin yıkılmasıydı. Bugün bu aşama tamamlanmıştır. Bundan sonra artık globalizm tartışmasını yaşamayacağız. Globalizm nefes alıp verdiğimiz hava gibi iliklerimize kadar işlemiş durumdadır. Kimisi, yen ile borçlanıp üç ayda borcunun iki katına çıkmasının şaşkınlığını yaşarken tanımış oldu globalizmi kimisi ise düne kadar tıkır tıkır ithal et, işle, ihraç et döngüsünün bozulması sayesinde. Bundan sonra hepimiz ayakta kalma mücadelesi içine giriyoruz. Bunu yaparken de elimizden geldiğince bizim olmayan bu savaşın bedelini ödeyeceğiz. Vergi ile, yaşam standardımızın düşmesi ile, işimizi kaybetmekle, ailevi ya da toplumsal facialara tanıklıkla. Hal böyle olunca devreye bir ağrı kesicinin girmesi gerekiyor. Çünkü bir şeyler üretebilen her kaynak için geçerli olan altın kural onun ölmeden üretmeye devam etmesini sağlamaktır. Ne yazık ki ölmeyeceğiz. Yarı aç yarı tok yaşamaya devam edeceğiz. İşte bu süreçte ağrılarımızı hissetmememizi sağlayacak bir ilaca gereksinimimiz var. Devlet yönetimlerinin biraz daha sosyalleşmesi, sosyal devletmiş gibi davranması işte bu aşamada gereksinim duyulan ağrı kesicidir. ABD’de birkaç yüz tane üst düzey yöneticinin primlerine sınırlama getirmek manşetleri kaplarken arka sayfada artan vergilerle boğuşmak zorunda kalan milyonlarca insanın haberlerini okuyamayacağız. Bu dönüşüm sanal dünyayı da bir şekilde etkileyecektir. Umut kaynağı olma özelliğini sürdürmesi açısından gelecek dönemde müthiş buluşlarla zirveye çıkan yeni yetmelerin haberlerini duymaya başlarsak şaşırmayalım. Öte yandan bugünler için gerekli olan önemli bir sosyal altyapı da bugün internet üzerinde çoktan kurulmuş durumdadır: Sosyal İletişim Ağları. Yukarıda kısaca özetlediğim kara tablodan kaçanlar soluğu biraz da bu sosyal ağlara sığınarak alacaklar. Sosyal iletişim ağları gelişmiş batılı ülkelerde popülaritesini yükseltecektir. Krizi teğet geçmiş bir ülke olarak bizim bundan istifade etmemiz düşünülebilir mi? Yoksa bizim payımıza tebaa kültürü çerçevesinde yapılan eylemler mi düşecek? Beyaz eşya yardımları, kaçak yapılaşma, kira yardımları gibi. Bu durumda ülkemizden çıkacak mucitler her ne kadar kendi toplumuna bir fayda sağlayamayacak olsa da teknolojinin globalleşmiş olmasının getirdiği imkândan istifade edebilir; Batılı gelişmiş ülkelerin krizden bunalmış halklarının gazını alacak teknolojiler üretebilir. Bir de unutmadan; “teğet” kelimesini, bizzat yazmış olduğu geometri kitabında Atatürk’ün bulmuş olduğunu bilseydi Başbakanımız bu kelimeyi bu kadar popüler yapar mıydı bilinmez. Belki de onun yerine “Kriz bizim muhiti dairemizden geçti” ya da “Kriz bizim çember mümasımızdan geçti” derdi. Bibliyometri ve Bilimsel Araştırmaların Değerlendirmesi Baştarafı 2. sayfada Uzman görüş ve değerlendirmeleri ile birlikte yayın ve atıflara dayalı göstergeler, bilim insanları ve araştırma gruplarının yanı sıra ulusal bilim kuruluşlarının, üniversite ve araştırma kurumlarının araştırma performanslarının değerlendirilmesinde önemli rol oynamakta. Bu süreçte temel nicel araştırma aracı olarak bibliyometrik teknikler kullanılmakta. Bazı ülkelerde üniversitelere maddi kaynak ayrılmasında, yayın, atıf ve patent göstergelerinden yararlanılmaktadır. Bu gelişmelerle birlikte bibliyometrik yöntemlerinin güvenilir olması konusunda yoğun bir çaba var. Bilgi toplumu için evrensel bir öneme sahip elektronik iletişimle birlikte, ileri ölçüm tekniklerini içeren karmaşık ve dinamik bilim ve teknoloji ölçüm sistemleri ortaya çıkmakta. Bibliyometrik ve patent analizlerine dayalı yöntemler başarıyla uygulanmalarının yanı sıra, bazı sorunları da beraberinde getirmekteler. Toplantı, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara Humboldt Mezunları Derneği ile Anadolu DAAD Mezunları Derneği tarafından düzenlenmektedir. CBT 1147/ 10 13 Mart 2009
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle