Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
AYLAK BİLGİ GDO’lu ürünler.... Baştarafı 5. sayfadan Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerin, İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik” çıkardı. GDO’ya Hayır Platformu sözcüleri ve basında yer alan haberler, bu Yönetmeliğin GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye girişinin önünü açacağı tezini savunurken, konuyla doğrudan ilgili olan gıda ve yem sanayicileri de büyük bir endişe içerisinde. Bakanlık 27 Ekim 2009 tarihli basın açıklamasıyla, yönetmelik ile GDO’ları resmen yasaklamıştır. Yönetmelik, Kanun tasarısı taslağındaki temel felsefenin yanlışlıklarını aynen yansıtmaktadır. Özetle: Bakanlık yetilileri insan yaşamının GDO’larca tehdit edildiği varsayımından hareket ediyor. Yönetmelikte kullanılan tanımlar uluslararası anlaşmalardaki tanımlardan farklılıklar göstermekte. Keza, başvuru sahibinden istenen teknik bilgiler gerek Cartagena çilerin Arjantin’den kaçak olarak getirdikleri transgenik soya yetiştirmeleri, ne teknolojiyi geliştiren şirketin ne de hükümetlerin teşviki ile oldu. Tahir M. Ceylan tahirmceylan@gmail.com Ülkemizde GDO’ya hayır kampanyalarını nasıl değerlendiriyorsunuz, bilimsel dayanakları nedir? Biyoteknoloji karşıtlarının yazdıklarını her okuyuşumda bir kez daha görüyorum ki: 1) bu arkadaşlar ya tarımdan ve çiftçilikten hiç anlamıyor, ya da 2) kendi ideolojik görüşlerini ve pozisyonlarını korumak için bilinçli olarak tarımın bir dizi asıl sorununu görmezden geliyor. Bilimsel yayınları görmezden geliyor ya da bilimsel çalışmaların içerisinden cımbızla çektikleri 12 noktayı ısrarla çarpıtarak, aynı söylemleri tekrarlıyor. Bu kişilerin ortak yönü, toplumun ilgi duyduğu konularda yalan yanlış konuşarak popüler olmak ve bu yolla kazandıkları şöhreti de çeşitli vasıtalarla kişisel kazanca çevirmek. Örneğin, profesör olduğu dahi kesin olmayan, ancak internetten aktarlık yapan bir şahsiyet GDO karşıtı ateşli söylemleriyle televizyonda boy göstererek şifalı bitkilerini pazarlıyor. Tarımsal üretimde yeni teknolojileri geliştirerek ya da geliştirilmiş teknolojileri yerel koşullara uygun hale getirerek çiftçilerimizin hizmetine sunması gereken meslek odası yetkililerinin, ideolojik görüş ve şahsi tercihleri doğrultusunda pozisyon belirlemeleri de son derece üzücü. Sormalıyız: Dünyada katlanarak artan ve 2008’de 125 milyon hektara ulaşan GDO’lu ürünleri üreten milyonlarca çiftçi ve onların çiftçi birlikleri, çevre ve insan sağlığına bu kadar duyarsız olabilir mi? ABD’deki, Kanada’daki, İspanya’daki, Arjantin’deki çiftçiler hiç mi hesap kitap bilmiyor? Brezilya’nın biyoçeşitliliği Türkiye’ninkinden daha mı az? Türkiye’nin zengin biyoçeşitliliği ve GDO’ların bu biyoçeşitlilik üzerinde oluşturacağı risk konusunda, iki noktaya dikkati çekerim. Birincisi halen dünyada en yaygın olarak yetiştirilen Bt mısırın ya da pamuğun Türkiye’de yakın akraba türleri yok. Dolayısı ile GDO karşıtlarının söylediği, mısır poleninin 35 km uzağa taşınabildiği ve gen kaçışına yol açabileceği vs gibi savların bilimsel ve pratik değeri yoktur. İkincisi de bilimsel risk analizlerini öngören bir yasal düzenleme, zaten bu tip akraba türleri olan GDO’ların yetiştirilmesine izin vermeyecektir. Günlük yaşamda sanki suçlama ihtiyacına çokça rastlıyoruz da suçlanmanın arzulandığına pek (hatta hiç) tanık olmuyoruz. Ama bu, suçlanmanın da bir ihtiyaç olduğu gerçeğine o kadar halel getirmiyor... Dediğimi kanıtlamak için, hırsızların, katillerin suç mahalline geri dönüp gelmesi ve cürüm yerinde yakayı ele vermesi gibi gizli kapaklı olaylardan, şüpheli sancılı kanıtlardan bahsetmek istemiyorum, sarih bir tecrübemi paylaşmak istiyorum. Suçlama İhtiyacı Olağanüstü şartların kurulduğu bir ortamda tanıdım bu adamı. Ellili yaşlarda önündeki masaya batacakmış gibi duran uzun, düşey çizgilerden oluşan yüzünde, kasvetin yanında, haklılığını kanıtlamaya çalışıp çenesini yukarı, yukarı kaldıran ısrar da vardı. “Neden” diyordu, “kimse beni suçlamıyor, suçlarım var benim, çocuklara eziyetlerim, kadınlara çektirdiklerim, insanlara, insanlığa ilgisizliklerim…” Kendinde insani duyarlılığının olmadığından bahisle savcıya dilekçe vermiş, suçlu olduğunu ve hakkında dava açılması gerektiğini insan gibi bildirmişti. İnsan gibi diyorum, çünkü bunun başka bir adı yok, bu işlere insan işleri derler! Şükür ki savcı da üşenmeyip davayı açmıştı; ama onun istediği gibi değil de tersinden; isnat ettiği suç, suç uydurma suçuydu. Ayağa kalkıp adamı savunasım geldi: Sayın savcı, bu uydurulmuş falan değil, basbayağı işlenmiş bir suçtur. Bir insanın kendini suçlu bulup ısrarla cezalandırılma arzusu duyması, arzuyu yeterli görmeyip kendisi hakkında eylem başlatması savcıya ters gelmiş olmalı. Oysa bunda terslik yok. Yeryüzü bataklık haline gelmişken kimsenin kalkıp ben suçluyum dememesi, ama daima karşıdakine sen suçlusun demesi ve bunu yapanlar olarak hepimize hala insan denmesi… Bu konu anlaşılamıyor, konunun anlaşılamaması da anlayışla karşılanıyor, dolayısıyla konunun tutacak yeri kalmıyor, geçelim. Anlaşılır taraftan bakalım. Şu soruyla başlamak bizi çözüme yaklaştırır: Suçlanma ihtiyacı nereden kaynaklanır? “Gelişkinlikten” diyerek kestirme bir cevap vermek istiyorum. İnsan en çok kendisi için, pek umursamadığı geleceği, har vurup harman savurduğu zenginliği, kaybettiği sıhhati için suçlar kendini. Sonra ailesine yapmadıkları için suç üretir insan: anneler babalar, çocuklarını yetiştirememekten, çocuklar da ebeveynlerine bakamamaktan kahırlanır. Sonra da gelişkinliğine göre toplum için, insanlık için yapmadıkları nedeniyle suçlar insan kendini, suçlarsa tabii. Suçluluğun şiddeti ilkinde zayıf, ikinci de kuvvetli, üçüncüde tümden kuvvetlidir. Şiddetteki yükselme, benliğin gelişkinliği ve ortaklığıyla ilgilidir. Benliğin içinde sadece kişinin kendi varsa bu masif, homojen bir benliktir ve suçlanma ihtimali de şiddeti de düşüktür. Yok benliğin içinde insanlık da varsa, burada ortak benlik daha çok işin içinde demektir ki, o zaman suçlamada ihtimal ve şiddet yükselir. Şimdi, insanın taşıdığı benlik, toplumsal ortak benliğin bir parçası olduğunda, filanca insana karşı şu duyarlılığı göstermedim demek, kendimin şu uzak parçasına karşı sorumsuz davrandım demektir. İnsan başkaları nedeniyle kendini suçlarken, onları kendinin bir parçası kabul ettiği için, bir anlamda kendi uzvuna karşı sorumsuz davrandığı zamanki gibi suçlar kendini. Ha keza başkasını suçlarken de onu, ortak benliğin bendeki parçasına karşı sorumsuz davranmakla suçlar. Psikodinamik bakarsak; kendini suçlama, kendini durdurmak için yapılır, hemcinsleriyle arasındaki yarışta onlar tarafından yenilmeden önce, kişinin kendini yenmesini sağlar. Aynen cirit atan atletin kötü atıştan sonra kırmızıya basıp kendini diskalifiye etmesi ve yenilmekten kurtulması gibi bir şey. Nefes nefese canhıraş bir koşunun olduğu dünyada, birilerinin yıllarca sürecek yarışın azametinden korkup geri çekilmesi kadar doğal bir şey olamaz. Fakat herkesin içinde yarışın sürdürülmesi konusunda o kadar fikir birliği vardır ki, kimse yarıştan, “suçum da olmasa, gücüm de olsa hayır” diyerek çekilemez. Kişi sosyal baskı nedeniyle başarının göz göre göre yitip gitmesine katlanmayı reddeder, bunun yerine aktif biçimde, kendi kararıyla başarısız olur (nesneden yatırımı çeker), bu karar suçluluk kararıdır, suçlular yarış dışıdır çünkü. Evet savcı kişinin kendini suçlamasına fırsat vermemişti. Veremez, herkesin kendini suçlayıp yarıştan çekildiğini düşünün. Tembeller yığını bir dünya… Olamaz, buranın sahipleri var! Biyogüvenlik Protokolü gerekse AB tüzüğünden farklı ve karşılanamaz nitelikte; yönetmeliği hazırlayanlar konunun teknik boyutlarına da vâkıf değil. Biyogüvenlikle ilgili mevzuatın en sıkı olduğu AB ülkelerinde dahi bebek mamalarında GDO kullanımı yasak değil. Yönetmeliği hazırlayanlar, bu yasaklamanın uygulanabilirlikten yoksun olduğunu, uygulanabildiği takdirde Türkiye’deki yem ve gıda sanayisi ile tavukçuluk sektörü üzerinde yaratacağı olumsuz etkiyi ve kısa sürede gıda fiyatlarında önemli artışlar olacağı gerçeğini de göremedi. Baktığımızda, örneğin dünyadaki soya fasulyesinin toplam üretimi içinde GDO’ payı yüzde 70... Bu durumda klasik soya ekimi bitiyor mu? Bir verimlilik kıyaslaması yapar mısınız? Yoksa salt ABD’liler transgenik tarıma geçtiler diye mi dünya zorlanıyor? Piyasadaki ürünler belli başlı iki özelliğe sahip; bazı böceklere ve bir yabancı ot ilacına dayanıklılık. Son geliştirilen pamuk ve mısır çeşitlerinde bu ikisi birden var. Bu da çiftçiler açısından girdilerde büyük tasarruf sağladığı için yaygın kabul görüyor. Bunun ABD’liler tarafından dayatılıyor olması savı da pek gerçekçi değil. Aslında AB ayak sürümese bu teknolojinin benimsenmesi çok daha hızlı olurdu. Nitekim transgenik ürünlerin yaygın olarak ekiminin yapıldığı ülkelere baktığımızda, çiftçilerin hükümetleri üzerinde önemli baskıları olduğunu görüyoruz. ArjantinBrezilya örneğinde görebiliriz. Çiftçilerin kendi transgenik tohumlarını çoğaltmaları ve yaymaları, Brezilyalı çift Bir de Diyanetten fetva girişimi var! Evet, GDO’ya hayırcıların son girişimi de GDO’ların haram olduğuna dair fetva almak üzere Diyanet İşlerine başvurmaları. GDO’lu ürünlerde domuz geni var diye bir yalan uydurarak tezlerini güçlendirmeye çalışıyor. Halen tüm dünyada yaygın olarak üretilip tüketilmekte olan dört üründen (soya, mısır, pamuk, kolza) hiçbiri domuz geni taşımıyor. Aslında mütedeyyin insanlarımızın, modern biyoteknolojiye teşekkür etmeleri gerek. Zira, GDO teknolojisinden önce, dünyadaki tüm şeker (diyabet) hastaları domuz pankreasından elde edilen insülin kullanıyorlardı. Biyoteknolojinin gelişmesiyle birlikte şimdi tüm dünya, insan geninin klonlandığı GDO’lardan üretilen insülini (Humulin) kullanmakta. CBT 1182/ 7 13 Kasım 2009