Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Kültür Sele zeytinini bilmeyen zeytin satıcısı (Ehliyetsizlik üzerine) Hızla çoğalan ve okuma yazması kıt nüfusun kent dediğimiz karınca yuvalarına yerleşmesi garip bir toplum yarattı. Kaotik kent yaşamı, bitpazarından alınan pantolonu kısa, düğmeleri iliklenmeyen ceket gibi bir türlü toplum sırtına oturmuyor. Köyden, kırdan gelen pek farkına varmasa bile, bazen aynada kendini görmüş gibi olanları yadırgıyor. Yine de binlerce uygunsuzluk içinde yaşamayı ve boş vermeyi öğrendi. Bunların kendisine neye mal olduğunu da hesaplayamıyor. Doğan Kuban eçen gün ünlü ve büyük bir markete gittim. ‘Sele’ zeytini istedim. Biz bu zeytini gençliğimizde buruşuk, görece küçük, az tuzlu (çünkü kaya tuzunda saklanırdı) ve zeytinyağında saklanan zeytinlere göre kuru yenen bir zeytin türü olarak öğrendik. Hafif acımsı tadı ile zeytinler içinde özel bir yeri vardı. Ve kışın başında ortaya çıkardı. Örneğin yazın ve erken sonbaharda iyi ‘sele’ bulunmazdı. Ünlü markette sele adlı birçok zeytin vardı. Ve hiç biri ‘sele’ değildi. Ve özel elbiseli fiyakalı genç satıcı da ömründe olasılıkla ‘sele’ zeytini yememişti. Sonra düşündüm. Yeni İstanbulluların çoğunluğu da ‘sele’ görmemişti. Satan ‘sele’ diye satıyor, yiyen ‘sele’ diye yemekte, fakat ortada ‘gerçek sele zeytini’ olmadan işler yürüyordu. Ne kadar özgün bir Türkiye manzarası. Her şeyin adı Türkiye’de meritokrasi’nin var. Kendisi yok. yerini nepotizm aldı. Bu Bir malın satılmasınKoçi Bey’in Devleti daki bu süreç, başka mal ve hizmetlerin arzında da Osmaniye’nin kötüye gidişiaynen geçerlidir. Biz doğni anlattığı süreçtir. ru dürüst kullanmasını Sonunda İmparatorluk kuöğrenmeden otomobil satın almıyor muyuz? Biz rudu ve parçalandı. Ulusun planını yapamadığımız ve kahramanlığını yönlendiren ulaşımını hep birlikte olağanüstü bir lider yöneti(halk ve idare birlikte) minde sömürgelikten kurcurcunaya çevirdiğimiz büyük kentlerde yaşamıtulduk yor muyuz? Bir şey doğru dürüst öğretmeden, milyonlarca öğrenciyi okullardan mezun etmiyor muyuz? Uzmanlık isteyen işleri partililere dağıtmıyor muyuz? Biz ülkeyi bizden ve sizden diye ikiye ayırınca, Türkiye’nin düşünen gücünü de böldüğümüzün farkına varıyor muyuz? Bu bir politika işi değil, bir uzmanlık işi diyen insan kaldı mı? Bunlar, ‘sele’ zeytinini bilmeden sele zeytini satmaktan temelde farklı değil. Eğer satan da alan kadar bilmiyorsa, giderek sele zeytininin kalmayacağı da gerçek değil mi? Her şeyin sahtesi ya da düşük kalitelisi ile 21. yüzyıla katılmanın olasılığı ise yok. bozulması nedenlerini anlatan; ve temelde liyakat (=başarı ve yetenek) (yabancı deyimiyle meritokrasi) üzerine kurulu bütün bu kurumların, yeğencilik ile (şimdiki particilik, bizdencilik) (yabancı deyimiyle Nepotizm) nasıl bozulduğunu anlatıyordu. 1574’e kadar bağımsız karar veren Sadrazam ve vezirlerin işlerine karışılmasının düzeni bozduğunu da ekliyordu. Eğer biraz düşünecek olursanız uzunca bir zamandır Türkiye’nin halinin de buna benzediğini görürsünüz. Yaşamın uygarlık sınırlarına ulaşamaması, hangi bağlamda olursa olsun, insanların eğitimi, toplumla ilişkilerinin sağlığı açısından benzer nitelikler taşır. Hepimizi rahatsız eden sonsuz kent olgusu var. Bunlar görünüşte sele zeytini satıcısının sele zeytini satmaması gibidir. Fakat sele olmayan zeytini sele diye satanla, kendi uydurduklarını gerçek diye sunanlar arasında, topluma karşı davranış açısından fark yoktur. Sorun toplumsal dengenin vazgeçilmez verisi olan bir aydınlanma ve bizle birlikte yaşayanların hakları bağlamında bilinçlenmiş olmaktan geçiyor. dürlerinden oluşan sekiz yüzü aşkın üyesi olmuştu. Ve onlara enstitü dergisi bedava gönderiliyordu. Bu olay benzer mesleklerin mensupları arasında büyük bir dayanışma yaratmıştı. Bu enstitü Türkiye’de tek korunmuş tarihi kent olan Safranbolu’yu Safranbolu Belediyesi ile ortak olarak korumayı başarmıştı. YÖK’ÜN İLK İŞİ KAPATMAK YÖK’ün yaptığı ilk işlerden biri bazı enstitüleri kapatmak oldu. Bizimki de onların arasındaydı. Mimarlık Tarihi ve Restorasyon Enstitüsü kaldırıldı. Yerine başkası gelmedi. 1983’de, eski Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yasası da değiştirildi. Bugün Türkiye’de tarihi eser, tarihi çevre koruma genelde ehil olmayan mimarlık tarihi ya da restorasyon, kent planlamacı üyeleri tayinle gelen kalabalık kurullar ve onların sözde uzman raportörleri marifetiyle yapılıyor. Selçuk devri mimarisini, tarihi sitleri, genelde restorasyon uygulamasını tam bir kargaşaya çevirmişlerdir. Bugünlerde gazetelerde okudum. YÖK Roma Hukuku derslerini de kaldırmış. Medreselerde de 17. yüzyılda eskiden okunan birçok kitap kaldırılmış, yobazlık artmıştı. Bu YÖK hukuk uzmanı mıdır? Roma hukuku ile ilgili açıklamaları hukukçulardan dinliyoruz. YÖK bir ortaçağ despotluğu uyguluyor. Kabul edilmesi olanaksız bir ehliyet dışı kurumdur. Türkiye’de meritokrasi’nin yerini nepotizm aldı. Bu Koçi Bey’in Devleti Osmaniye’nin kötüye gidişini anlattığı süreçtir. Sonunda İmparatorluk kurudu ve parçalandı. Ulusun kahramanlığını yönlendiren olağanüstü bir lider yönetiminde sömürgelikten kurtulduk. 1980’den bu yana Türkiye liyakatsizlik kurbanıdır. Cehalet İslam’ı dünyanın en fakir ve cahil toplumları arasında çivilemiş durumda. Dünyanın en despot ve en cahil toplumları petrol kuyuları üzerinde, kendileri gibi cahillere güya örnek oluyorlar. Son sayısında Economist Mısır ve Suudi Arabistan’daki kör cehaletten söz ediyor, ve okullardaki hocaların ancak %8’inin Darwin’den haberi olduğunu yazıyordu. Economist gibi bir batı sömürücü aracının bunu yazması işin ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor. Türkiye’de YÖK adı altında, 1980 asker diktasında kurulmuş bir baskı örgütü var. Eğer cehaleti onaylıyorsa, üniversitelerde sadece cahil yetiştirir. Türkiye’de sakalı yeni çıkmışlar arasında Osmanlı olalım diyenler var. Biraz doğru tarih bilseler ne kadar çok Osmanlı’ya benzediğimize şaşarlar. G FARKLI UYGARLIKLAR UYDURMASI NEDEN KURUMLAŞMA YOK Burada okuyucu, devlet idaresi ile sele zeytini arasındaki benzerliği sorgulayabilir. Toplumun kurumlaşmaması sıradan insanın durumun bilincine varamamasından kaynaklanıyor. Toplum, nesneler, olgular ve düşüncelerde boyutları ne olursa olsun, tuzlu ile tuzsuzu, ak ile karayı, düzenli ile düzensizi, namuslu ile namussuzu, kısaca doğru ile yanlışı ayıramadığı zaman bir yere toslayacak, ya da bir çukura düşecektir. Bir Arnavut Devşirme olan Koçi Bey, Ahmet Vefik Paşa’ya göre sultanın has mahremi (Sır dostu) idi. IV. Murad’a, Sultan İbrahim’e verdiği layihalarda (Koçi Bey Risaleleri) İlmiye’nin, zeamet ve timarın, yeniçerilerin CBT 1182/2 13 Kasım 2009 Sorun, kentte benimle birlikte oturanların hakları olarak sunulursa, birisinin sırasını çalmak, arabayı çevre yolunda zik zak sürmek, bir kadına saygısızlık etmek, çevrede gürültü çıkarıp hemşerileri rahatsız etmek, yerleri kirletmek ve özellikle hak yemek gibi her şey, yaşamın kalitesini düşürdüğü için, kentlileşememek ve uygar olmamakla eşittir. Bu bağlamda insanların uydurdukları en büyük yalan, Ortaçağ’dan kalmış, ve dinsel referanslar içinde sürdürülen farklı uygarlıklar uydurmasıdır. Batılıların ‘Sizi Avrupa’ya ayrıcalıklı üye yapalım’, ‘Sizi ılımlı İslam yapalım’, “Herkes Avrupalı (Hıristiyan) olamaz, herkesin modernitesi kendine’, ‘Biz dünyanın seçkinleriyiz. Kaderinize razı olunuz’ gibi düşünceler, ‘El sıkışır sırıtırız ama, sizi ikinci sınıf insan gibi görmekte devam ederiz’ demektir. Aramızda buna razı olanlar, Kurtuluş Savaşı mandacıları gibi, bugün de var. İkinci sınıf el ulağı olmaya razı olanlar bu yalanlara inanabilir. Liyakat ehliyete tabidir. Bunu Tayfun Akgül Osmanlı geleneğinde yetişmiş büyükler söylerlerdi. Koçi Bey de bunu anlatıyor. Son 30 yıl, çözülme ve yozlaşmayı anlatan sayısız olayla dolu. Bir örnek; YÖK kurulduğu zaman İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde Mimarlık Tarihi ve Restorasyon Enstitüsü adında on yıllık bir enstitü vardı. Burada ilk kez (sonra da hiçbir üniversitede olmadı) restorasyon teknolojisi ve kuramı ile mimarlık tarihini buluşturan bir enstitü kurmuştuk. Enstitünün bir bülteni vardı. İçinde her iki alanda da makaleler yayınlanıyordu. Ve bu enstitünün Türkiye’nin sanat tarihçileri, mimarlık tarihçileri, restoratörleri, arkeologları ve müze mü