Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
OLGULARIN KÖKENLERİ: 4 AYLAK BİLGİ Tahir M. Ceylan Sayısal Müzikçalar Taşınabilir müzikçalar plak endüstrisini yerle bir etti Sony’nin 1979 yılında piyasaya sürdüğü Walkman taşınabilir kaset çaları insanlara diledikleri müziği gittikleri yerlere götürme olanağı tanıdığından transistorlu radyonun pabucunu dama atmış oldu. (Mühendis Nobutoshi Kihara’nın aygıtı Sony astbaşkanı Akio Morita’nın uzun uçuşlarda operalar dinleyebilmesi amacıyla geliştirdiği söyleniyor.) Ne var ki, kişisel müzik teknolojisinde sayısal devrimin gerçekleşmesi için yirmi yıl kadar beklenmesi gerekti. Taşınabilir müzik CD’ler, mini diskler ve sayısal müzik teypleriyle ilgili aygıtların tırmanışa geçtiği 1980’lerde sayısallaşmaya başladı. 1990’larda, kısaca MPEG olarak bilinen Moving Picture Experts Group (Sinema Uzmanları Grubu) sonradan MP3 adını alan, algılanamayan sesleri devreden çıkararak dosyaları alabildiğine küçülten bir format geliştirdi. Ancak sayısal taşınabilir bellekte müzik depolayan ilk MP3 çalar 1998’de piyasaya çıkan Eiger Labs’in MPMan F10 adlı aygıtıydı. 32 megabaytlık aygıt yaklaşık yarım saat boyunca müzik dinlemeye yetiyordu. Bunu, kimilerinde taşınabilir belleğin yerini binlerce müzik parçasını depolayabilen küçültülmüş sabit sürücülere bıraktığı, bir dizi benzer aygıt izledi. Bu alanda çığır açan aygıt ise Apple şirketinin 2001 yılında piyasaya sunduğu iPod oldu. Aygıt teknik açıdan hiç de yeni değildi; ancak incecik görünümü, beş gigabaytlık geniş sabit sürücüsü ve dişli teker esaslı ara yüzü ile benzerlerini gölgede bırakmayı başardı. Günümüzde sayısal müzikçalarlar müziğin yanı sıra, fotoğraf, video ve oyunlar da içerebiliyorlar ve giderek cep telefonlarına yerleştiriliyorlar. Maddesel olmayan ve kolayca kopyalanabilen MP3 müzik dünyasını plastiğin fiziksel tekdüzeliğinden kurtardığı gibi, plak endüstrisine de şiddetli bir darbe indirdi. Amerikan Plak Endüstrisi Derneği’ne göre, 2000 yılından bu yana CD satışları 13 milyar dolardan 5 milyar dolara düştü. Bu arada, 2004 yılında 138 milyon dolar olan internetten dosya indirme harcamaları geçen yıl 1 milyar dolara ulaştı. Gelgelelim, yetkililer yasadışı dosya paylaşımının bunun en az 10 katı kadar olduğuna dikkat çekiyorlar. UZUN YAŞAM ADIM ADIM GERÇEKLEŞİYOR tahirmceylan@gmail.com 100 yaşını deviren insan sayısı, 1 milyona ulaşıyor Emekli kesimde tam bir nüfus patlaması yaşanıyor. Bazı ülkelerde, örneğin İngiltere'de emekli nüfusu, ergin olmayanların sayısını ilk kez aştı. Ama esas sürpriz ve “nüfus patlaması” yüz yaşını devirmiş kişiler gurubunda yaşanıyor. Refah ülkelerinde 2030 yılına gelindiğinde 100 yaşını devirenlerin sayısının yaklaşık bir milyona ulaşması bekleniyor. E CBT 1178/8 16 Ekim 2009 FARKLI ZİHİNLER İnsanlar birtakım rahatsızlıkları olsa bile başkalarına bağımlı olmadan yaşayabilir. Yüz yaşını deviren insanların çoğunun birtakım sorunlar yaşadıkları, bunların %7085’inde demans türünde nörojeneratif hastalıkların çok yaygın olduğu Levinas E. Sonsuza Tanıklık. Direk Z. Gökyaran E(çev.edr) Metis Yay. İstanbul 2003. Hume D. İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma Hacettepe Üniv. Yay. B14(çev.Oruç Aruoba) Ankara 1976 CBT 1178/9 16 Ekim 2009 meklilerin, yaşlıların ve 100 yaşına doğru yol alanların sayısındaki büyük artış eğilimi toplumsal, töresel ve ekonomik sorunları da beraberinde getiriyor. New Scientist dergisinde yayımlanan (5 Eylül 09) bir yazıda bu sorulara dikkat çekilmekte: Kronik hastalık, bunama ve elden ayaktan düşme riski yaş ilerledikçe artıyor. Devletin ve ailenin desteğine bağımlı yaşlı nüfusun artmasıyla birlikte, toplumsal maliyet ve yükümlülükler de hızla artıyor. Bazı uzmanlar bu durumun uzun yaşamın albenisine gölge düşürdüğü görüşünü ileri sürerken, araştırmacılar bu kötümser bakışı çürütecek son derece şaşırtıcı birtakım bulgular elde ettiler. 90 yaşını deviren kişilerin, kendilerinden daha genç yaşta yaşamlarını yiti90 yaşını deviren kişilerin, ren kişilere kıyasla, çok daha farklı fikendilerinden daha genç ziksel özelliklere sayaşta yaşamlarını yitiren hip oldukları gökişilere kıyasla, çok daha rülüyor. Bu kişiler genelde yaşamlarıfarklı fiziksel özelliklere nın son yıllarını elsahip oldukları görülüyor. den ayaktan düşBu kişiler genelde yaşammeden, sağlıklı bir larının son yıllarını elden biçimde geçiriyorlar. Özellikle 110 ayaktan düşmeden, yaş ve üzeri “süper sağlıklı bir biçimde asırlıklar” yıllara geçiriyorlar. Özellikle 110 meydan okuyor. yaş ve üzeri “süper asırO k i n a v a Yüzyıllıklar lıklar” yıllara meydan Araştırması uzokuyor. manlarından Craig Willcox, "1970 ve 80’lerde tanık olunmayan bu yaştakiler bir tür genetik itici güce sahipler ve görünürde yüz yaşındakilerden daha uzun süre yaşamayı ve daha sağlıklı kalmayı becerebiliyorlar” diyor. Araştırmaya göre ortalama bir süper asırlık yaklaşık 105 yaşına dek günlük yaşamını kendi başına sürdürebiliyor ki, bu süre fiziksel açıdan kendilerinden 810 yaş küçüklere denk olan yüz yaşındakilerden bile 510 yıl daha uzun. Bu konuda en kapsamlı araştırmalardan biri Güney Danimarka Üniversitesi’nden Kaare Christensen tarafından 1998 yılında yapıldı. 1905 yılında doğan ve o tarihte yaşamakta olan 3600 kişi üzerinde yaptığı araştırmada Christensen deneklerin yaklaşık üçte birinin bu tarihi izleyen 10 yıl boyunca yaşamlarını kendi başlarına sürdürebildiklerine, en sağlıksızların daha erken yaşlarda öldüklerine tanık oldu. 2005 yılına gelindiğinde deneklerin yalnızca 166’sı yaşıyordu, ancak onların da üçte biri yaşamlarını kendi başlarına idare edebiliyordu. Bu da, çok uzun bir yaşamın mutlaka elden ayaktan düşmeye neden olmadığı anlamına geliyor. bir gerçek. Demansın en yaygın türü olan alzheimer hastalığı bu yaş grubunda oldukça ender görülmekle birlikte, otopsi sonuçları şaşırtıcı biçimde daha önce hiçbir demans belirtisi göstermemiş olanların beyinlerinde alzheimer ile ilintili doku bozuklukları olduğunu ortaya koyuyor. Gelgelelim, yüz yaş ve üstündekilerin tümü de hastalığı erteleyerek yaşamını sürdürmüyor. Yüz yaşını aşmış 400 kişinin tıbbi geçmişini inceleyen Ohio Eyalet Üniversitesi’nden Jessica Evert'e göre, çok uzun ömürlü kişiler üç sınıfa ayrılıyor. %40 kadarını 80 yaşından sonrasına dek kronik hastalıklardan uzak kalmayı becerebilen “erteleyiciler”, %40’ını ise 80 yaşına gelmeden kronik bir hastalığa yakalanan ancak daha uzun süre yaşayan “göğüs gerenler”, %20’sini de kalp, kanser, şeker, hipertansiyon ve felç gibi en yaygın kronik hastalıklardan hiçbirini yaşamadan yüz yılı deviren “kaçaklar” oluşturuyordu. Şaşırtıcı biçimde, yüz yaşın üstündeki erkeklerin üçte biri bu gruba girerken, kadınların yalnızca %15’i girmekteydi. Peki, uzun ve sağlıklı bir yaşamın ardındaki giz nedir? Uzmanlar, genlerin yanı sıra, beslenme, egzersiz, ruh durumu ve yaşam biçemi gibi temel etmenlere dikkat çekiyor. Yakın akrabaları uzun ömürlü olan çocuklar da uzun ömürlü oluyor. Genlerin uzun yaşamla ilintili olduğunu gösteren Çok uzun ömürlü kişiler üç sınıfa ayrılıyor. %40 kadarını 80 yaşından sonrasına dek kronik hastalıklardan uzak kalmayı becerebilen “erteleyiciler”, %40’ını ise 80 yaşına gelmeden kronik bir hastalığa yakalanan ancak daha uzun süre yaşayan “göğüs gerenler”, %20’sini de kalp, kanser, şeker, hipertansiyon ve felç gibi en yaygın kronik hastalıklardan hiçbirini yaşamadan yüz yılı deviren “kaçaklar” oluşturuyordu. Uzmanlar çevresel unsurların insan ömrü üzerindeki etkilerinin yaş ilerledikçe azaldığına, oysa genlerin etkisinin giderek arttığına tanık oldu. 10.000 ikizi karşılaştıran Christensen’e göre, genlerin uzun yaşam üzerindeki güçlü etkisi 60 yaşından sonra ortaya çıkmaktaydı. Bu da “uzun yaşam genlerinin” belirlenmesinde “yüz yıl geninin” ciddi bir kaynak niteliği taşıdığını gösteriyor. Başka canlılarda bu türde yığınla gen bulunmasına karşın, insanlarda durum ne yazık ki farklı. Kısa süre öncesine dek insanlarda uzun yaşamı etkilediği düşünülen en güçlü gen adayı ApoE, özellikle de bu genin e4 olarak bilinen değişkesi idi. Genç erişkinlerde çok daha yaygın görülen bu geni taşıyanlarda alzheimer ya da kalp hastalığına yakalanma olasılığı ortalamanın çok daha üzerindeydi. Bir başka güçlü aday da FOXO3A adlı genin değişkesiydi. Hawaii Üniversitesi’nden Bradley Willcox önderliğindeki ekip, genin belli bir biçiminin iki kopyasını taşıyanların, 100 yaşını devirme olasılığını taşımayanların üç katı kadar olduğunu ortaya koydu. Söz konusu değişken, 100 yaşındakilerde, 95 yaşındakilere bile kıyasla, çok daha yaygın. Şimdiye dek güçlükle sürdürülen uzun yaşam genleriyle ilgili araştırmaların genetik teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte hızlanması bekleniyor. Genetik piyangoda uzun yaşam ödülünü kazanan bir avuç insanı farklı kılan özellikleri su yüzüne çıkarabilirsek, fizyolojik süreçler üzerinde birtakım oynamalar yaparak belki aynı özelliklere sahip olabiliriz. Tıptaki bu tür gelişmeler yalnızca yaşamlarımızı uzatmakla kalmayıp, olabildiğince uzun süre sağlıklı ve yeterli olmamızı da sağlayacak. Derleyen: Rita Urgan Bir zamanlar hamallığı hayvanlıktan kapmış çam yarması gibi bir adam tanımıştım. Voyvoda Caddesi’nde dolanır, sırtını temel yaparak onca kâğıdı, bidonlarla zamkı, her türden zerzevatı apartman gibi yukarı doğru dizer, içinde Sivastopol Marş’ı çalarmış gibi sağlamlıkla, her adımda kalçasını ve sırtını ayrı yöne yatırarak, yıkmadan, yıkılmadan vardığı yerde yükünü usturupluca indirirdi. Erime Diyeceğim dağ yarısı gibi adamdı, azıcık kızsa dünyayı falan kaldırıp yerden yere çarpmayı başarırdı. Sonra kanser olduğunu duydum. Kilyos’ta pedavralı bir evin ikinci katında küpeştesi yüksek, gömme basamaklı bir merdivenin başında yatarken buldum onu. Çöp gibi kalmıştı. Erimenin ne olduğunu o zaman anlamıştım. Acı çekmiyor, gülümsüyordu, kansere gönül rahatlığıyla teslim olmuştu, erimek yüklenmek eziyetini bitirmişti. Sonra aklıma geldi, bebekler memeyi bulmak için çırpındığında kaskatı kesilir de, doyduktan sonra erimiş gibi gevşerdi. Sonra erkekler kadınların üzerinde kasılırken, doyunca birden pelte olup erir, yatağa serilirdi. Canlı için gevşemenin, erimenin ilk basamağı olarak doygunluğun ilk parçasına karşılık geldiğini biliyoruz. Erime, bir maddenin ısı alarak moleküllerini kütle çekiminin etkisinden kurtarıp termik kuvvetlerin etkisine vermektir ki, bu da çekimin yerini itmeye bırakmasından ve moleküllerin arasının açılmasından başka bir şey değildir. Gerçekten de gürül gürül yanıp kıpkırmızı çıkan saç bir sobanın başında ısıyı alıp gevşemeyen yoktur. Buna rağmen ama, ne kadar ısı alırsa alsın bazı maddeler erimez. Plastik ve insan iki amorf “madde” olarak, gevşerler belki ama “erimezler”. İlginçtir ki bu dünyada en çok işe yarar iki madde de bu ikisidir. Plastik, torba olur, boru olur, kalem olur, sandalye olur, oyuncak olur, bu kadar “şey” olan başka şey yoktur dünyada. İnsan da öyle, kul olur, köle olur, kral olur, vatandaş olur, maskara olur, fahişe olur, dalkavuk olur, filozof olur, böbreğini verir yedek olur, can alır tiran olur, eksik kalır sakat olur, elden ayaktan düşer divane olur, birisi yallar köpek olur. Evet, ikisi de gevşer, ama erimez. Tamamen eriyense morfolojisi tek tip olan, muhteşem görünümüyle kristaldir ve kristal yeryüzünde insana en uzak olan şeydir! İnsan, gevşediği ama “erimediği” için hazzı duyumsayan ama ona doymayan yapıdadır, o yüzden zevk söz konusu olduğunda doyumsuzlukla bunu tekrar, tekrar dener. Hiçbir yemek, hiçbir aşk, zafer, zenginlik ve hiçbir felsefe doygunluk yaratmıyor insanda. Peki Neden? Gevşemek olsa da erimek (bir metafor olarak), varlığından çıkabilmek anlamında erimek yok da ondan. “Kendinden çıkışı olmayan varlık, varlığın temel saçmalığıdır (Levinas, 03).” Kendinden çıkamayan olarak insanın, hazza tam olarak gömülmenin ön koşulu olan, varlığından çıkmasının yolunu bulması gerekiyor. Erime ancak, olmayandan meydana gelen varolan tekrar olmayana dönebildiğinde, benlik büsbütün terk edildiğinde gerçekleşen olmalı. O zaman benlik nedir, nasıl terk edilir? Hume’a göre benlik ancak algılarla vardır, örneğin uykuda benlik yoktur. Bilimsel gelişmeler ama, bizi Hume’dan uzaklaştırıyor, uykuda da algı var, dolayısıyla benlik var, rüyada gördüğümüz kendimizi “ben” olarak tanıyoruz çünkü. Aslına bakarsanız, bileşimin olduğu yerde bir idare edicinin kendiliğinden doğması (bileşme yönetme getirir), bileşimin bileşenleri artıp çeşitlendikçe idarecinin kapasitesinin de artması gerektiği(bileşme oranında yönetme) açıktır. İnsan sonsuz bileşenli bir yapıdır ve sonsuz kapasiteli bir idarecisi(benliği) vardır. Yine Hume’a göre benlik tinsel töz değildir ve sadece bir algı demetidir. Hume’un söylediğinden benliğin, bileşimin türevi olduğunu çıkarsayabilir, yokluk temelinde varolan (Zizek’in tanımıyla bir arayüz) olduğunu düşünebiliriz. O zaman yoktan sonsuza ulaşmış, gerçek fakat varolmayan bir yapı olarak benlik, gerçeğini yıkarak kendini tekrar sonsuzdan yok olana indirebilir. Bunun yolu, oluşurken kullandığı gücü tersine kullanmak, yapıyı geriye doğru adım adım sarmaktır. Bu dönüş, benliği önce sonsuza kadar kurmadan mümkün değildir. Dönüş yolu sadece sonsuzdan verilir, sonsuza doğru hızlanmadan, geriye, sıfıra kadar inecek ivmeyi yakalamak mümkün değildir (Sonsuza ulaşmamış benlik, kendi gerçekliğini yıkacak güce erişemez). Erimek o nedenle insan için, sonsuz bileşenliden, tekli bileşmeyene (kristale) kadar gerileyip, benliğin işlevini bitirmekle mümkündür. bir başka kanıt da, yaşam süresi ortalamasının çok yüksek olduğu bölgelerden geliyor. Bu konuda Japonya’nın Okinava bölgesi başı çekiyor. GEN FARKLILIĞINDA AZALMA UZUN YAŞAM MI? Okinava gibi, Sardinya ve İzlanda’nın nüfuslarının da soyutlanmış ada topluluklarından oluşması, akraba evliliklerinin artmasına ve dolayısıyla genetik farklılıkların azalmasına yol açıyor. Böylesi bir genetik benzeşim genelde olumsuz etkiler yaratmakla birlikte, söz konusu yerlerde genetik farklılıkları birleştirip insanlara uzun bir yaşam sağladığı görülüyor. Her 100 bin kişiye düşen 100 yaşını aşmış insan sayısı İki cinsin uzun yaşam yolculuğu Kadınlarla erkekler yaşam süresi açısından da çok farklı özellikler sergiliyorlar. 100 yaşına ulaşan kadınların sayısının erkeklere kıyasla çok daha fazla olduğu görülüyor. Ne var ki, 100 yaşına ulaşmayı becerebilen erkekler fiziksel ve zihinsel açıdan kadınlardan çok daha sağlıklı oluyorlar. Bunun nedeni tam olarak bilinmese de, kadın bedeninin yaşlanma sürecinde kronik hastalıklara karşı daha dayanıklı olduğuna inanılıyor. Dahası, uzmanlar kadınların sağlıklarına çok daha fazla özen gösterdiklerine, sigara ve alkol gibi alışkanlıklardan olabildiğince kaçındıklarına ve kadınlarda şiddet, kaza ve intihara bağlı ani ölümlere daha az rastlandığına dikkat çekiyorlar. Yaşlılıktan ölmek Gelmiş geçmiş en etkileyici yaşlılık uzmanlarından biri sayılan Leonard Hayflick ”İleri yaşlarda ölüme yol açan tek bir neden vardır, o da ileri yaştır,” diyor. Ancak ileri yaştan yaşamını yitirmek, huzur içinde yaşamdan elini eteğini çekmekten çok, daha genç yaşlarda ölüme neden olanlardan farklı hastalık ve sakatlanmaların bir araya gelmesinden oluşan bir süreçtir. Çok ileri yaşlarda kanser, kalp hastalığı, ya da felç gibi kronik hastalıklara ya kalanma olasılığı çok düşüktür. Özellikle de yaşlandıkça tırmanışa geçen kanser riski, 84 yaşından sonra inişe geçer ve 90’dan sonra büyük bir hızla düşer. Kanserden ölüm oranı 50 ve 60’lı yaşlarda %40 iken, 100 yaş grubunda yalnızca %4 kadardır. 100 yaşına gelmiş birçok kişinin yaşamları boyunca sağlık açısından ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalmalarına karşın kronik hastalıklara yakalanmamayı başardıkları bile görülüyor. Araştırmalar 50 yıl boyunca günde 60 sigara içmelerine karşın kanser ya da kalp hastalığından uzak kalmayı başarabilen 100’lükler olduğunu ortaya koyuyor. Peki, en yaşlıları öldüren ne? Çok ileri yaşlarda ölüme yol açan nedenlerin başında zatürree geliyor ve öteki solunum yolu hastalıkları, kazalar, bağırsak sorunları bunu izliyor. 100 yaşını devirenler yaşlılığa bağlı hastalıklardan sıyrılmayı başarsalar da, bunlarda yoğun olarak sistemli bir aşınmaya tanık olunuyor. Bu kişilerin hemen hemen tümü katarakt, işitme ve osteoartrit gibi sorunlar yaşıyorlar. Okinava Yüzyıllıklar Araştırması uzmanlarından Craig Willcox,”Yüzyıllıklarımızdan en son yaşamını yitiren kişi soğuk algınlığına bağlı olarak uykusunda can verdi” diyor.