Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
ZÜMRÜTTEN AKİSLER A. M. Celal Şengör Kelebeğin namusu Dünyanın önde gelen entomoloji (böcek bilimi) uzmanlarından Prof. Dr. Ahmet Ömer Koçak’ın çalışma alanlarından biri de nomenklatür, yani ilk kez karşılaşılan bir canlıyı tanımlayıp, ona Latinceleştirilmiş bir ad verme işi. Her canlı uluslararası bir kodlama sistemine ve kurallarına göre adlandırılıyor. Prof. Koçak da, dünyanın çeşitli yerlerinde yaptığı araştırmalar sırasında saptayıp tanımladığı yüzlerce canlıya bilimsel ad koymuş bir bilim insanımız. Sinan Kılıç M.A.; VanYüzüncü Yıl Üniversitesi Anadolu ve Avrasya Araştırmaları Merkezi (AVAM); sinankilic@yyu.edu.tr Ülkemizde üniversitenin adam yerine konmamasının en önemli nedeni budur. Önce adam olalım, sonra fikrimizi beyan edelim. Cehennemdeki Üniversiteliler Türkler ve cehennemdeki ateş kuyuları fıkrasını duymayan sanırım pek azdır: Cehennemde içinde günahkârların içinde kaynatıldığı kuyuların başında zebaniler nöber tutarlarmış. Bir gün cehennemi ziyarete gelen misafirlerden biri yalnız bir kuyuda nöbetçi olmadığını farkederek bunun sebebini sormuş. Ziyaretçileri dolaştırmakta olan şeytan «Ha orası mı?» diye cevap vermiş, «orada Türkler kaynatılıyor. Aralarından biri kaçacak bir fırsat yakalasa diğerleri onun ayağından yakalayıp tekrar kuyunun içine çeker. Onun için onların başına ayrıca bir nöbetçi koymak gereğini duymadık.» Geçen Cuma (23 Ocak) evde üç lisansüstü öğrenciyle ders yapıyoruz. Saatler geçti: Jeolojiden başka herhangi bir şeyi konuşmak aklımıza gelmedi. Ders bittikten sonra veya verilen aralarda bile aklımıza gelenler ve konuştuklarımız hep jeoloji ve onun çağrıştırdıklarıydı. Daha on gün otursak, on gün gene aynı şeyleri konuşurduk diye düşünüyorum. Çünkü konuşulanlar hem çok zevkli hem de insanın bilgisini arttıran şeylerdi. Kemal Gürüz’ün (demediği halde) Amerikancıyım dediği şâiasının ortaya çıkmasından sonra aralarında hattâ saygı duyduğum öğretim üyeleri bile olan büyük bir öğretim üyesi grubundan bir elektronik posta yağmuru geldi. Kemal bahane edilerek uzun uzun üniversite/politika ilişkileri tartışılıyor, herkes herkes tarafından çeşitli nedenlerle suçlanıyor, hatta yer yer tahkir ediliyordu. İnsanlar adını bile bilmediğim kişileri çekiştiriyor, detaylı benzetmeler yapılıyor, kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek politik ilişkiler öne atılıyordu. Bunları okurken bu mesajları yazan insanların nasıl bir heyecan ile bunları yazmış olmaları gerektiğini düşündüm: Bu heyecan bütün benliklerini sarmasa bu kadar detaylı ve bu kadar uzun mesajlar, bunlara cevaplar vs. kaleme alınamazdı. Sonra düşündüm de Türkiye Bilimler Akademisinden dolaştırılan elektronik posta mesajlarının da çoğu politik içeriklidir. Mesela son mesajlaşmalar Filistin ile iligiliydi! «Birbirimizi yemeyi ve insanların birbirini yemesiyle ilgili konuları ne kadar seviyoruz!» diye düşündüm. Halide Edip, İstiklâl Savaşı bittikten sonra ne yapacaklarını Atatürk’e sorunca, büyük adam dönüp «Birbirimizi yiyeceğiz» diye cevap vermiş. Atatürk milletini ne kadar iyi tanımış. Düşünüyorum da öğretim üyelerimiz politik konulara verdikleri dikkat ve mesainin yarısını bilime verseler muhakkak Türkiye sık sık uluslararsı çapta büyük bilimciler çıkarır. Politika hakkında sık fakat boş konuşuyoruz, zira bilimimiz güçlü olmadığı için politikacılarımız bizi ciddiye almıyorlar. Ünversitemiz hallaç pamuğu gibi atılıyor, sesimizi etkin bir şekilde duyuramıyoruz. Kafamıza akademik geçmişleri yeterli düzeyde olmayan YÖK başkanları, rektörler atanıyor, gık diyemiyoruz, zira atayan dönüp çoğumuza dese ki «aç çıkınını bakayım sende neler var?» büyük bir çoğumuzun mahcup olacağı kesin. Bu boşluk, bilim dünyamızı oluşturanların ne yazık ki çoğunun aslında bilime, merakları nedeni ile değil, bunu bir iş olarak görüp girmelerinden kaynaklanıyor. Beni ne yapacağım yayının alacağı atıf, ne üniversitedeki rütbem, ne dene yalan söyliyeyim YÖK’ün beni üniversiteden atıp atmayacağı ilgilendiriyor. Beni mesela dizi stratigrafisi içerisindeki hata paylarının nasıl değerlendirilebileceği, geçmişte levha hızlarında büyük salınımlar olup olmadığının nasıl irdelenebileceği, büyük yok oluşların mekanizmalarının nasıl tespit edilebileceği falan ilgilendiriyor. Öğrencilerimle ders yaparken bile problem konuşup onların problem teşhis güçlerini arttırmaya çalışıyorum. Onun için yaptığımız dersler daha zevkli oluyor ve konuşmalar dersten sonra da sürüyor. Bu sorunların onların tüm benliklerini kaplamasını istiyorum. Ne Kemal Gürüz’ün «Amerikancı» olup olmadığı, ne Kemal Alemdaroğlu’nun «Ergenekoncu» olup olmadığı veya Celâl Şengör’ün YÖK tarafından atılıp atılmayacağı onları ilgilendirsin ve kendilerine üniversitede bu tür sorularla yaklaşanlara «yahu senin ciddi düşünecek bir şeyin yok mu?» cevabını vererek terslesinler. Bunları hiç konuşmayalım demiyorum. Tabii konuşalım, ama üniversite, kurumun esas işi olan bilimin üretileceği yerdir, politik mastürbasyon yeri değildir. Esas işini adam gibi yapamayanın fikrine iltifat caiz değildir ve zaten edilmez de. Ülkemizde üniversitenin adam yerine konmamasının en önemli nedeni budur. Önce adam olalım, sonra fikrimizi beyan edelim. Y eryüzünde yaşayan ya da geçmişte yaşamış olan canlılar 1750’lerden bu yana tanımlanıp adlandırılıyor. Milyonlarca canlı bu sayede kodlanmış durumda. İşin boyutları öyle büyük ki, sadece hayvanlar için bugüne kadar 78 milyon bilimsel adlandırma yapılmış. Bunların yüzde seksen kadarını böcekler oluşturuyor. Bitkilerden hiç söz etmiyoruz. Başlangıçta mitolojiden ya da tanımlanan canlının biyolojik özelliklerinden yola çıkılarak verilen adlar artık çok farklı alanlardan seçilmeye başlamış; ünlü şahsiyetlerden roman ve çizgi film kahramanlarına, nida ve hayret ifadelerinden içecek markalarına kadar her şey bilimsel adlandırmada kullanılıyor. Bu arada işin içine etnik, siyasi, kültürel ve dinsel kavramlar da girince, 1948 yılında Paris’te toplanan Zooloji Kongresi, kişilerin ve toplumların dini ve ahlaki değerlerini rencide edebilecek adların kullanılmaması yönünde tavsiye kararı almış. Zira bakın 19. yüzyılın sonunda bizler açısından önemli nasıl bir olay yaşanmış: Ünlü Alman böcekbilimcisi Otto Staudinger (18301900) kendisine gönderilen bir gece kelebeğini tanımlamış ve “Agrotis homicida Staudinger, 1900” diye yayınlamış. Bu örnekleri Maraş’ta toplamış olan H. Manissadjian kendisine bir de mektup yazarak, bu canlıya verilecek adın birkaç yıl önce Türkler tarafından katledildiğini söylediği Ermelilere adanmasını istemiş. Bunun üzerine Staudinger kelebeğe “homicida” adını koymuş. Latincede bu sözcük “insan öldüren” ve “katil” anlamı taşıyor. Bu olaya duyduğu tepkiyi yıllarca içinde sakMehmetçik Kelebeği. layan Prof. Koçak, eşi ile birlikte 2006 yılında Papua Yeni Gine’de saptadıkları başka bir gece kelebeğini tanımlayarak “Euproctis ediconeg Koçak & Kemal, 2006” adıyla yayınlamışlar. Buradaki “ediconeg” sözcüğü tersten yazılınca “genocide” oluyor. Bugün Türkiye’ye karşı kullanılan soykırım suçlamasının nasıl ters yüz edildiğine vurgu yapan bir adlandırma. ECHTHROMYRMEX EH TLER ÖLMEZ Prof. Koçak, biyolojik çeşitliliği incelenen Osmanlı ve daha sonraki Türkiye topraklarında saptanan yeni canlılara, Batılı araştırmacıların nedense hiç Osmanlı ya da Türk adı vermediklerini, 1940’lı yıllara kadar Asia Minor, Kleinasien, Smyrna, Constantinople gibi adları tercih ettiklerini söylüyor. Bu tutum son yıllarda Türkiye’de saptanan yeni böcek türlerine Vaspurakan, Achamenid, Peshmerge gibi adların verilmesiyle de sürdürülüyormuş. Batılı biyoloji çevrelerinde yer alan ilginç bir reddediş, kabullenememe ve tanımama biçimi… Prof. Koçak’ın 1966 yılında Ankara’da kurduğu Entomolojik Araştırmalar Merkezi (Cesa), böcekler üzerine araştırmalar yürütüyor, yayınlar yapıyor. Kendisi de uzman bir entomolog olan eşi Dr. Muhabbet Kemal, onun en önemli çalışma arkadaşı. Cesa bünyesinde yaptıkları araştırmalar sırasında 2003 yılında Dağlıca’da saptadıkları bir kınkanatlıya, buradaki karakolda 21 Ekim 2007 gecesi PKK’nin terörist saldırısı sırasında yaşamlarını kaybeden askerlerimizin anısına, “Echthromyrmex sehitlerolmez Koçak & Kemal, 2008” diye ad koyYazının devamı arka sayfada Van Mavisi CBT 1141/ 5 30 Ocak 2009