02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 16 MAYIS 2021 PAZAR [email protected] OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Atanma, seçilme, seçme PROF. DR. ÜSTÜN DÖKMEN Yakın zamanda Haber Türk’te yayımlanan bir açıkoturum üzerine bu yazıyı yazmak istedim. Yazıda “Atanmışseçilmiş” tartışmasını gerek üniversitelerde gerekse aileden doğaya yaşamın çeşitli alanlarında ele alarak incelemek istiyorum. Montrö ve atanmışlık Hukukçu değilim, Montrö de benim uzmanlık alanım değil. Söz konusu açık oturumu sadece, mesleğim açısından yani kişilerarası iletişim açısından irdeleyeceğim. Açıkoturumda, Kanal İstanbul’un yapılması halinde, bu durumun Montrö Sözleşmesi’ni hukuki açıdan zedeleyip zedelemeyeceği konusu tartışılıyordu. Bir hukuk doçenti ile sanırım onun hocası olan bir hukuk profesörü arasındaki diyalog, kişilerarası iletişim açısından ilginçti. Hukuk doçentinin yüz ifadesi ve konuşma tarzı, önceden verdiği bir kararı izleyicilere kabul ettirme telaşı sergilemiyordu, bir peşin hüküm havası taşımıyordu. Tam tersine, açılacak bir kanalın Montrö’ye ve ülkeye bir zarar verip vermeyeceğini, adeta sesli düşünerek, sık sık “acaba” diyerek irdelemeye çalışıyordu. Yüz de yüz emin değildi, sakin bir şekilde beyin jimnastiği yapıyor, açılacak bir kanalın Montrö’yü delebileceği konusundaki kaygılarını dile getiriyordu. Hukuk profesörü ise Kanal İstanbul’un Montrö’yle, uzaktan yakından ilişkisi olmadığını yüzde yüz emin bir şekilde iddia ediyordu. Bir din görevlisi veya siyasetçi görüşlerinden emin olabilir, olmalıdır. Ancak bir bilim insanı, fikirlerini dile getirirken yüzde yüz emin olmamalı, her zaman araştırmaya, bulgularını gözden geçirmeye hazır olmalıdır. Çünkü bilim sürekli gelişen bir ağaç gibidir, istatistikte bile bir hata payı bırakılır. Olaya bu bilgiler ışığında baktığımızda, doçentin bir bilim insanı tavrı sergilediğini, Bitkiler ve hayvanlar dünyasında bile atamaseçme karşıtlığı vardır. Atanan ağaçları genellikle yeni toprak içine sindirmez, kurutur. Tarihte, sosyal yaşamın birçok alanında atamalar yapılmış olabilir; ancak artık yarınlara ulaşabilmek için tarihten kurtulmak ve liyakate layık olduğu değeri vermek gereklidir. profesörün ise kararını önceden vermiş, gergin ve telaşlı bir insan havası içinde olduğunu yüzde yüz emin olmamakla birlikte söyleyebiliriz. Konuşmaları izlerken bir ara, profesörün unvanına dikkat ettim, hoca Boğaziçi Üniversitesi’nde yeni açılan ve henüz öğrencisi bulunmayan hukuk fakültesinin dekanıydı. Yani atanmış bir dekandı. Şüphesiz ki atanmış olmak, ille de belli görüşleri savunmayı zorunlu kılmaz; ancak “Acaba savunduğu görüşle konumu arasında bir ilişki var mı?” sorusunu akla getirebilir. Çünkü dünyanın her yerinde, atanmışlığın giderek adanmışlığa dönüşme tehlikesi vardır. Ailede karşılıklı seçme Eskiden oğlan anneleri, ünlü hamam araştırmaları veya mahalle istihbaratlarıyla oğullarına uygun kız bulurlardı. Bence burada bir atanma durumu söz konusuydu. Gelin kızları kayınvalideler atardı. Evlenme gerçekleşir, bazen dayaklar yenir, kollar kırılır ama her şey yen içinde, evde kalırdı. Beğenelim veya beğenmeyelim, bu bir zamanların geleneğiydi. Zamanla kadınlar ev dışında da çalışmaya başladılar, insanlar bilinçlendiler, birbirleriyle anlaşarak evlenmeye yöneldiler. Böylece aileler karşılıklı seçme seçilme yoluyla kurulmaya başladı. Bu tür evliliklerde, boşanmalar artmış olabilir; ancak bu durum karşılıklı seçmeye dayanan evliliklerin kötü olduğu anlamına gelmez. Eskinin atamalı evliliklerinde, sosyal güvenceleri, paraları ve söz hakları olmayan, evdeki sıkıntılarını hiçbir mecrada dile getiremeyen kadınların hanım hanımcık evde oturmaları atamalı sistemin iyi olduğunu göstermez. Geçmişte demokratik anlayışın bulunmadığı otokrat rejimlerde, doğuştan atanmış krallar ve padişahlar bulunurdu. Seçme ve eleştirme hakkı olmayan büyük halk kitleleri ise kimseye hesap verme zorunlulukları olmayan yöneticilerin baskıları altında “Buna da şükür” derlerdi. Başlarına gelen her şeye şükretmeleri hayatta kalma ihtimalini artırırdı. Günümüzde seçilmiş bir apartman yöneticisinin faaliyetleri bile yönetimi devrederken ibra edilir. Şahlar veya padişahlar için ibra gerekli değildi, devir teslim işlemi sadece bir cülus töreninden ibaretti. Atanmış bir haneden üyesi olmak bu açıdan çok iyi bir şeydi, ayrıca cülus bahşişi alan yeniçeriler de durumdan nemalanırlardı. İnsan söz konusu olduğunda, seçimler büyük ölçüde liyakate, atamalar ise genelde sadakate dayanır. (Avrupa krallıklarında en büyük suç krala ihanetti; bu, “Sadık ol yeter” mantığıdır.) Ağaçların atanması Bitkiler ve hayvanlar dünyasında bile atamaseçme karşıtlığı vardır. Bazen yetkililer kestikleri ağaçların başka bir bölgeye atandığından söz ederler. Bu bir kandırmacadır. Atanan ağaçları genellikle yeni toprak içine sindirmez, kurutur. Hadi diyelim ki ağaçları atadınız, sincapları, kirpileri, kaplumbağaları, kuşları da mı atayacaksınız? Artık biliyoruz ki yaşlı ağaçların kökleri, fiber sistem gibi bilgi ileten birer arşivdir; ağaçlar atandıkları yerlerde köksüz kalırlar. Hele endemik bitkileri hiç mi hiç atayamazsınız. Tarihte, sosyal yaşamın birçok alanında atamalar yapılmış olabilir; ancak artık yarınlara ulaşabilmek için tarihten kurtulmak ve liyakate layık olduğu değeri vermek gereklidir. İsrailFilistin çatışması üzerine AV. ŞAHIN MENGÜ 23. DÖNEM CHP MILLETVEKILI İsrail’in son saldırılarının ardından yetkili yetkisiz, ilgili ilgisiz birçok kişi açıklama yaptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da saldırıların durdurulması için dünyaya ve İslam ülkelerine çağrıda bulunarak şöyle dedi: “...İslam ülkeleri başta olmak üzere tüm dünyayı İsrail’in Mescidi Aksa’ya Kudüs’e ve Filistinlilerin evlerine yönelik saldırılarına karşı etkili şekilde harekete geçmeye davet ediyorum.” Cumhurbaşkanı, yıllardır yaptığı benzer çağrıların, yürüttüğü üst düzey temasların hiçbir etkisinin olmayacağını, çağrılara muhatap hiçbir devletin, laf etmek dışında, parmağını oynatmayacağını elbette biliyor. Ona rağmen çağrılarını sürdürüyor. İsrail’in vahşi saldırıları, sivil halka yaptığı zulüm en sert şekilde kınanmalıdır. Bunda en ufak bir kuşku yoktur. Ancak bu konuda tutum belirlenirken büyük tablonun görülmesi, tarihsel geçmişin de unutulmaması gerekir. Osmanlı İmparatorluğu, Filistin topraklarından 1917’de İngilizlerin ve Arapların işbirliğiyle çıkarılırken Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Yahudilere Filistin’de “ulusal yurt” vaat eden ünlü deklarasyonunu yayımladı. O gelişmeden sonra, artık Osmanlı hâkimiyeti de ortadan kalktığına göre Filistin konusu bir “Arap davası” haline gelmiş olmalıydı. Öyle olmadı. Osmanlı ayrıldıktan sonra, Filistin toprakları bizzat Filistinliler tarafından Yahudilere parça parça satıldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra birkaç milyon nüfuslu İsrail, 200 milyonluk Arapları her savaşta yendi. Petrol zengini Körfez Araplarının yıldızı laik ve çağdaş eğilimleri ağır basan Filistinlilerle hiç barışmadı. Filistinliler Lübnan’daki kamplarda sefalet içinde yaşarken petrol zengini Araplar, milyarlarca doları Batı ülkelerinde harcadılar. Filistinlilerin çektikleri eziyetle ilgilenmediler. 1990’da Kuveyt’in Irak tarafından işgalinde, Filistin lideri Yaser Arafat’ın Saddam Hüseyin’i desteklemesi, Körfez Arapları ile Filistinliler arasındaki ilişkileri onarılamayacak ölçüde bozdu. Geçen yıl, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan, Filistinlilere zulmeden İsrail’le ilişkilerin normalleşmesi anlaşmaları imzaladılar. Suudi Arabistan yeşil ışık yakmasa bu anlaşmalar imzalanamazdı. Araplar, hiçbir zaman birlik içinde olamadı Bölgeye uzak Mağrip Araplarının (Fas, Cezayir, Tunus) Filistin davasına ilgileri eskiden beri neredeyse sıfır noktasındadır. Onların gözü Avrupa’yla ilişkilerindedir. Mısır ve İsrail’in, 1978’de görüşmelere başlayıp 1979’da resmen barış antlaşması imzalamasından sonra, Araplar arasında İsrail’e en güçlü tehdit Irak ve Suriye’den gelmekteydi. Irak, Turgut Özal’ın politikalarının da yardımıyla bölündü, etkisizleştirildi. Suriye ise AKP iktidarının aktif katkısıyla parçalandı, zayıflatıldı, tehdit olmaktan çıkarıldı. İran hariç, Arap olmayan Müslüman ülkelerin Filistin davasına ilgileri de marjinal olmaktan öteye gitmedi. Manzara böylesine açıkken İsrail’e karşı “etkili şekilde harekete geçme” çağrıları yapmak, sonuç vermez. Hele de “Kudüs kırmızı çizgimizdir” gibi söylemler laftan öteye geçmez. “Kırmızı çizgi” aşılırsa, ki sürekli aşılıyor, ne yapacaksınız? İsrail’e savaş mı ilan edeceksiniz? Kendisine zulmedilmesini kendi ulusal gücüyle engelleyemeyen bir halka zulmedecek birileri mutlaka çıkar. Örnek kendi tarihimizdedir. Dünyanın en kuvvetli zalimleri, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerine üşüştüler. Ülkeyi işgal, halka eziyet ettiler. Türk ulusu Mustafa Kemal önderliğinde, başkalarının desteğine bel bağlamadan, kendi ulusal gücüne güvenerek bu zalimleri defetmese zalimler Anadolu’da olacaktı. Zulüm de sürecekti. Filistin, başka ulusların değil, öncelikle Arapların davasıdır. İsrail zulmünü bitirmenin yegâne yolu, Arapların bir araya gelerek davalarına sahip çıkmalarıdır. Çağrıların ağırlığı bu yönde olmalıdır. Birlik olmaları halinde, Araplara her türlü siyasi destek elbette verilmelidir. Ancak mevcut koşullarda İsrail’e karşı dünyayı ve ümmeti göreve çağırma girişimleri beyhudedir. Sonuç vermeyeceği bilinmesine rağmen çağrılarda ısrar etmek acizliğin itirafıdır. İçeride ve Soma davasında neler oluyor? Sevgili okurlarım, son günlerde sosyal medyaya yansıyan sorunların başında cezaevlerindeki mahkum ve tutukluların sağlık durumları ve anneleriyle birlikte kalan çocuklar geliyor. Ayrıca yeni bir adalet ve infaz sorunu olarak, içeride yatması gereken süre dolduğu halde, çeşitli nedenlerle tahliye edilmeyenlerin durumu da gündeme getiriliyor. Elbette dosyalara hâkim olmadığım için bunların ne kadar haklı olduğunu bilmiyorum ama sosyal medyaya yansıyan çok sayıda yakınma olduğu için Adalet Bakanlığı’nın tatmin edici bir açıklama yapması gerektiğini düşünüyorum. Bu arada Emekli Amirallere yapılan haksızlık ve hukuksuzlukları unutmayalım... Tabii başta Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala olmak kaydıyla haksız ve hukuksuz olarak mahpusluk durumları devam edenleri de anımsatmak gerekiyor. HHH Manisa Soma’da 14 Mayıs 2014’te meydana gelen maden faciasında 301 işçi hayatını kaybetmiş, karar 4 yıl sonra 2018’de açıklanabilmişti. Karar, “Basit taksir” ve “Bilinçli taksir” suçlarına göre verilmişti. Bu karar, Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nde temyiz edildi. Yargıtay 12. Ceza Dairesi, 30 Eylül 2020’de mahkeme kararını bozdu ve sanıkların “taksir” suçu yerine “olası kasıtla öldürme” ve “olası kasıtla yaralama” suçlarından daha ağır cezalara çarptırılmalarına karar verdi. Yargıtay Başsavcısı bu karara itiraz etti. HHH Bu süreçte, Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin üç üyesi değişti. Beş kişilik heyette üç üyenin değişmesi sonunda, karar da değiştirildi: Yeni heyet, 20 Ocak’ta 2’ye karşı 3 oyla, dairenin daha önce verdiği kararı bozdu... Daire, sanıkların daha yüksek ceza almalarına neden olacak “olası kasıtla her işçi için ayrı ayrı ölüme sebebiyet verme suçundan cezalandırma” yönünde olan daha önceki kararını kaldırdı. “Bilinçli taksirle ölüme ve yaralamaya neden olma” suçundan ceza verilmesini istedi. Tutuklu sanıkların 5 Şubat’ta tahliyesine karar verildi. HHH 4 sanık Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nde, “bilinçli taksirle ölüme ve yaralamaya sebep olmak”tan 13 Nisan’da yeniden hâkim karşısına çıktı. Savcı, mütalaasında Can Gürkan, Efkan Kurt ve Adem Ormanoğlu’nun bilinçli taksirle çok sayıda kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma suçundan cezalandırılmalarını, Haluk Evinç’in ise beraatını istedi. Mahkeme heyeti, sanıkların tutuklanma ve duruşma salonuna getirilmeleri taleplerinin reddine karar verdikten sonra taraf avukatlarının mütalaa için süre taleplerinin kabulüne ve yeni tanıkların dinlenmesine hükmederek duruşmayı 24 Mayıs’a erteledi. HHH “ADALET YA VARDIR YA YOKTUR.” Mağdurların avukatı Can Atalay kararın arkasından şöyle konuştu: “Adalet ya vardır ya yoktur. ‘Adalet zengin için varsa adalettir, zengin olmayan maden işçisinin karısı, babası, oğlu olan ne yaparsa yapsın’ diyerek bu işten çıkılamaz. Eylülde Yargıtay, 5 yargıç ile bir karar verdi. Bunların 301 kere insan öldürmeden ceza alması gerekir, dedi. Yargıtay’ın bu kararı ardından Yargıtay Başsavcısı ekimde, kasımda, aralıkta itiraz etmedi. 3.5 ay bekledi. Yargıtay’ın 5 üyesinden 3’ünün değiştirilmesini bekledi. O 3 üye, milyonlarca sayfa belgeyi ve sadece Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nin 6094 sayfalık gerekçesini 5 günde okuduklarını söyleyerek o kararı kaldırdı...” HHH “SENARYOYU YAZANLAR HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRAYACAK.” Manisa Baro Başkanı Ali Arslan da şöyle dedi: “Bu senaryoyu yazanlar, ‘Biz yazmaya devam edeceğiz’ diyenler işin sonunda hayal kırıklığına uğrayacak. Bu katliamın meydana gelmesine sebep olanlar gerekli cezayı alacaklar diye umut etmeye devam ediyoruz. Yargıdan umudumuzu kesmiyoruz.” Soma katliamında madenci babasını kaybeden Berkant Köse, şöyle konuştu: “Onlar, ‘Biz bu dosyayı kapatıp tarihin tozlu sayfasına gömeceğiz’ sanıyorlar. Bunun böyle gitmeyeceğini biz onlara göstereceğiz. Böyle giderse bile bu otorite değiştiği zaman, biz onları bu mahkemede, bu salonda tekrar yargılayacağız.” Soma katliamında eşini kaybeden Gülfidan Köse ise şunları söyledi: “7 yıldır adalet peşindeyiz. Bize burada hakaret ettiler. Hâkimimizi değiştirdiler. Savcıyı değiştirdiler. Ama yılmadık. Bundan sonra da yılmayacağız. Davamızın arkasındayız.” HHH Sevgili okurlarım, bu davada beni üzen nokta, Yargıtay’ın da artık bu tür “müdahalelerde” adının geçmeye başlamış olmasıdır!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle