25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 25 MART 2020 ÇARŞAMBA gorus@cumhuriyet.com.tr EDİTÖR: ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR TASARIM: SERPİL ÜNAY olaylar ve görüşler EVDEN ÇIKILMAMASI durumunda GELİR YARDIMI YAPILMAZSA EKONOMİK SIKINTI KAÇINILMAZ OLUR AÇLIK TEHDİDİ KAPIDA Prof. Dr. Ali Çarkoğlu Koç Üniversitesi “Koronavirüs salgını sadece tıbbi bir konu değildir. Aynı zamanda sosyal bir olgudur” deyince çok mu aşikâr ve bir o kadar da anlamsız bir laf mı etmiş oluruz? Hayır, esas bu salgının sosyalliği dikkate alınmadığında bu kararın önemli sonuçlarıyla yaşamak zorunda olacağız. Bu salgınla doğrudan ilgili en temel durum, Türkiye’nin ekonomik olanaklar açısından büyük farklılıklar gösteren bir toplumsal yapıya sahip olmasıdır. Bununla birlikte Türk toplumu tercihler, yaşam tarzları, ideolojik duruşlar olarak yine büyük farklılıklar ve derin görüş ayrılıkları vardır. Bunu siyaseten keskin bir kamplaşma ve kutuplaşma olarak değişik vesilelerle gözlüyoruz. Toplumsal yapımızın bölünmüşlüğü ve kutuplaşması aynı zamanda derin bir güvensizlik ve sosyal sermaye eksikliğiyle eşzamanlı olarak ortaya çıkmaktadır. Kural tanımaz (anomik) bireyler toplumsal ahenk ve uyumun doğal olarak oluşmasının önünde büyük bir engel olarak durmaktadır. Kuralları yok saymak ve ihlal etmenin nasıl bir rasyonelliği olduğuna girmeyeceğim. Ancak birbirine güvenmeyen, hemen her konuda kutuplaşmış ve kural tanımaz bu toplumsal yapının, olağanüstü salgın koşullarında birdenbire değişmesini beklememeliyiz. Salgın günlerinde bu tür kural tanımazlığın görece daha kurallara uyar diyebileceğimiz ülkelerde dahi gözleniyor olduğunu da not etmemiz gerek. Yani salgın bu kural tanımaz eğilimleri daha öne çıkarır gibi görünüyor. Okulların tatili önemli Bu karamsar gözlemler günlük yaşamımızda farklı şekillerde önümüze çıkıyorlar aslında. Bu örnekleri burada sıralamayacağım. Salgın günlerinde de cuma namazı, karantina ve sokağa çıkmama çağrıları gibi kritik her karara bir direnme olması bu toplumsal karakterimizi dikkate aldığımızda şaşırtıcı değildir. Elbette bu kurallara karşı çıkışın yaygın olmadığı söylenebilir. Bu aşamada salgının yarattığı kriz derinleşip kontrolü gecikirse bu kural çiğneyici davranışların artma olasılığının altını çizmek gerekir. Daha yakından Türk toplumunun ilişki ağlarına baktığımızda da yukarıda özetlenen karakteri tamamlayan bir yapı gözlüyoruz. Memleketteki tipik bir vatandaşın günlük yaşamda irtibat kurduğu kişilerin yarıdan biraz fazlasıyla yüz yüze irtibata girdiğini görüyoruz. Bu yüz yüze irtibat, salgının şimdiki merkezi olan Avrupa’da bu oranın oldukça altında. Annebaba ile irtibat sık Salgın yönetimi, kendini bu kutuplaşma ve ideolojik farklılaşmanın üzerine saf bir bilimsel hassasiyete taşımalıdır. Bunu başaramazsa sonuçları salgının seyrinde, yönetiminde ve elbette salgın sonrası normalleşmenin ardından bu gelişmelerin siyasi değerlendirmeleri ve sonuçlarında da gözlenecektir. lığı da Türkiye’de Avrupa’dan oldukça yüksek ve doğrudan yüzyüze gerçekleşiyor. Evet, Türk toplumu Avrupa’dan daha genç bir yapıya sahiptir. Ancak Türkiye’de yaşlı nüfus genç nüfus ile Avrupa’dan çok daha iç içe yaşıyor. Bizim elimizdeki verilerde 65 yaş ve üzeri nüfusun sadece yüzde 2025’i tek başına yaşarken, yüzde 2832’si üç ve daha çok sayıda kişinin yaşadığı hanelerde yaşıyor. Bu yaş grubunun neredeyse yarıya yakın bir kısmı iki kişilik hanelerde yaşıyor olsalar da bu hanelerin çocuklara ve torunlara yakın olmasını bekliyoruz. O yüzden de Avrupa için işleyen izolasyon stratejileri burada farklılaştırılmalıdır. Örneğin yaşlıların evden çıkmamaları Avrupa için onları izole edebilir. Türkiye’de etmeyecektir, çünkü yaşlıların çoğu zaten aynı apartman dairesi değilse alt ya da üst katta veya çocuklarının, torunlarının hemen yakınında yaşıyor. Bu bağlamda okulların tatil edilmesi önemliydi, çünkü okullardaki etkileşim sonucu virüs, evlere ve yaşlı nüfusa taşınıyordu. Gençlerin kendi aralarındaki irtibatını kesmek virüsün evlere ve yaşlı nüfusa taşınmasının önüne geçmek için önemli bir adımdı, ancak vurgulamaya çalışacağım ki bu tek başına yeterli değildir. Yüksek oran Uluslararası Saha Araştırmaları Programı (ISSP) kapsamında 2019’un ikinci yarısında Prof. Dr Ersin Kalaycıoğlu ile birlikte yürüttüğümüz araştırmada, her gün anne ve babalarıyla görüştüğünü söyleyen yetişkinlerin oranı yaklaşık yüzde 40 ile 30 ülke arasında en yüksek oranı göstermektedir. Bu oran örneğin Almanya, İngiltere ve Avusturya’da yüzde 15’in biraz altında, ABD’de yüzde 20 İspanya’da ise yüzde 30 civarındadır. Benzer şekilde kardeşleri, akrabaları ve çocuklarıyla her gün görüştüğünü söyleyenler Türkiye’de bu çalışmadaki diğer tüm Avrupa ülkelerinden daha yüksek bir oran ile yaklaşık yüzde 3035 aralığındadır. Büyük risk Tipik Türkiye hanelerinde evin erkekleri işe giderken kadınları ev ve evin yakın çevresinde kalma eğilimindedir. Bu da bize hanelere salgının taşıyıcılarının öncelikle erkekler olacağını söylüyor. Ama daha kilit bir gözlem, dışarıya çok da açık olmayan ve şehir içinde yoğun hareketlilik göstermeyen bir hane yapısına rağmen erkeklerin salgını haneye taşıması durumunda yakın akraba ilişkisindeki haneler arasında bu taşınmanın devam edeceğidir. Bu açıdan haneler arası irtibatın tam anlamıyla hijyenik izolasyon gereklerini yerine getirir bir disiplinle sağlanması şart gibi görünüyor. Yani üst katınızda oturan annebaba, kayınlar ya da diğer akrabalar ile birlikte yemek yemek, onlara çaya, kahvaltıya gitmek ya da onları davet etmek türü aynı hane içi yaşama dönüşen ilişkiler içinde olmak salgının kontrolünü imkânsızlaştırabilir. Türkiye gibi geniş ve birlikte yaşayan aile yapılarında özellikle yaşlılara, izolasyonun nasıl uygulanması gerektiği iyi anlatılmalıdır. Dünyanın en yüksek derecede gelir eşitsizliği gösteren ülkelerinden biri olan Türkiye’de insanların, özellikle emeğini enformel pazarda satarak yaşamını devam ettiren kesimin, ne kadar isteselerde kendilerini izole etmeleri mümkün olmayabilir. Gönüllü izolasyon çağrısı toplumsal yapımızı dikkate aldığımızda son derece safdilli bir önlem çağrısıdır. Kural tanımazlığın yaygın olduğu toplumumuzda kimden ve hangi açıklamay la gelirse gelsin bu çağrıya uyulmayacağını beklemek gerekir. Bu kural tanımazlığın bir önemli destek temeli geniş kitleler için sosyal güvenliğin son derece düşük olmasıdır elbette. Enformel sektör çalışanları işe gitmediklerinde birkaç gün içerisinde bu hanelerde geçim sıkıntısı başlayacaktır. Gelir yardımı yapılmadığı sürece evlerin özellikle erkek nüfusları haftalarca eve kapalı kalamayacaklardır. Gidecek bir işleri salgın nedeniyle kalmadığında da büyük olasılıkla haneler geniş ailenin bir araya gelmesiyle bu sorunların üstesinden gelmeye çalışacaktır. Bu ortamda da yaşlıların izolasyonu mümkün olmayabilir. Bu kesimde uzayabilecek bir çalışma zorluğu ile birlikte özellikle yaşlılar ve çocukların beslenme güçlüklerinin önüne geçmek için tedbir alınması gereklidir. Kural tanımazlık sorunu Burada tartışma dışında tutulan bir diğer grup da göçmenlerdir. Suriye’den gelmiş nüfusun, yaşam şartlarının genel olarak son derece zor olduğu açıktır. Bu nüfusun da geniş hanelerde yaşamlarını sürdükleri ve bu hanelerde çok sayıda aile ferdinin bir arada yaşadığını hatırda tutmalıyız. Suriyeliler arasında virüsün ne derece yayılmakta olduğu takip edilmelidir. Bu nüfusun sağlık hizmetlerine salgın çerçevesinde erişimi için önlemlerin alınması şarttır. Sonuç olarak göçmen gruplarla aynı şehirde yaşıyoruz ve bu salgın hepimizin salgını. Bu noktada en başta altını çizdiğim toplum yapımızın karakterini yine hatırlamak gerek. Kural tanımazlık ve birbirine güvensizlik salgın yönetimi için de önemli bir risk unsuru taşımaktadır. Bu yapının otoriteye güvensizliğe doğru evrilmesini önlemenin yolu, kamuoyunun bilgilendirilme konusunda ki tüm beklentilerini şeffaf bir şekilde karşılamaktır. Her vatandaşın ihtiyacı olduğunu düşündüğü bilgilere ulaşabileceğini düşünmesini sağlamalıyız. İhtiyaç duyulan, merak edilen bilgiler eğer inandırıcı şekilde salgın yönetiminden alınamazsa bunlar alternatif kaynaklardan hızla, büyük olasılıkla da yanlış ve çarpıtılmış şekillerde sağlanacaktır. Bu da güvensizliği artıracak ve otoriteye yönlendirecektir. Salgın yaygınlaşır, sağlık sistemi üzerindeki baskı artarsa kurallara uyan, birbirine ve sisteme güven ile yaklaşan bir kitlenin bulunamaması hastaneleri iyice çalışamaz hale getirebilir. Bilimsel hassasiyet şart Toplumsal yapının yarattığı halk sağlığı risklerine son günlerdeki en önemli örnek, umreden dönenlerle ilgili tartışmada da gözlenebilir. Bu kitlenin kontrolünün halk sağlığı açısından önemi yadsınamaz. Ancak konu halk sağlığı mantığı içerisinde çözümlenememiş, ideolojik hassasiyetler ve kamplaşma, tartışmayı salgın yönetimine karşı güvensizliği besleyecek şekilde alevlendirmiştir. Bu tür gelişmelerden bir ders alınması gerekir. Ülkenin toplumsal yapısı, hassasiyetleri ve ideolojik kutuplaşması salgın var diye ortadan yok olmayacaktır. Salgın yönetimi, kendini bu kutuplaşma ve ideolojik farklılaşmanın üzerine saf bir bilimsel hassasiyete taşımalıdır. Bunu başaramazsa sonuçları salgının seyrinde, yönetiminde ve elbette salgın sonrası normalleşmenin ardından bu gelişmelerin siyasi değerlendirmeleri ve sonuçlarında da gözlenecektir. Türkiye’nin toplumsal yapısı konusunda hemfikir olmayabiliriz elbette. Yukarıda çizdiğim çözümleme çerçevesinin ne derece geçerli olduğunu zaman gösterecek. Ancak bu çerçeve içerisinde önerilen siyasa önlemlerini almak farklı yorum ve çözümlemeler için de geçerli ve yararlı olacaktır kanaatindeyim. Özetle, iç içe yaşayan aile yapısı salgının kontrolünü zorlaştırmaktadır. Aile yapımızı dikkate alan yaşlıları izole etmeye yönelik tedbirler geliştirilmelidir. Düşük gelir grupları, enformel sektör çalışanları ve göçmen grupların yaşamlarını salgın koşullarında sürdürebilecekleri önlemlere ihtiyaç vardır. Salgın yönetiminin, halkın bilgi ihtiyacını eksiksiz karşılayacak bir şeffaflığa dönüştürülmesi gereklidir. Birbirine güvensiz bir toplumun olağanüstü koşulların getirdiği zorluklar ve stres altında salgının yönetilmesini güçleştirmesi beklenir. Bu beklentiyle özellikle kırılgan düşük gelir gruplarının acil temel ihtiyaçlarına eğilmek gerekir. Bu bağlamda belki de en önemli olarak halkın şeffaf bilgi ihtiyacı karşılanmalıdır. Küreselleşme ile birlikte yaratılan algılar da çatırdıyor AV. Murat Fatih Ülkü Algı yaratmak konusunda oldukça yetenekli olan “küreselleşme”nin kapitalizm algı yaratmak konusunda hep yeteneklidir zaten sol akımları ve solcuları da epey etkilediğini söylememiz gerek. Bugün solun önündeki belki de ilk sorun, hızla çatırdayan “küreselleşme” sonrası, deyim yerindeyse bir hasar belirlemesi yapmak. Aydınlanmanın hedefi olan sorgulayan özgür “birey”i, düzenden kendisine verilen artıklardan etkilenen, düzeni sorgulamayan, son tahlilde de düzenden memnun “müşteri”ye dönüştürmeyi, “özgürlük” ile “tüketim” kavramlarını eşleştirmeyi büyük ölçüde başardı kapitalizm ne yazık ki. Eğri oturup doğru konuşalım, az veya çok hepimiz (en azından çoğumuz) payımızı aldık bundan. “Zenginlik”, “lüks”, “teknoloji”, “iletişim” vb. çekici sloganların yanına “özgürlük” kavramını koyan kapitalizm, sanırım en zayıf yerimizden yakaladı bizi. Bu yaşananlar, “sol akımlar”ın söylemlerine, politikalarına sızdı. Üzerine biraz “sos yal devlet” sosu eklenmiş denetimsiz liberal önermeleri siyaset olarak sunan, “küreselleşme” ile uyumlu “sol akımlar” gözlemledik uzun yıllar. Bu tip yaklaşımların ülkemize sızmadığını söyleyebilir miyiz? Ekolojik sorunlar üzerine siyaset Sanayi Devrimi sonrasında başladığı kabul edilen “modernleşme” ve paralelinde devam eden geniş anlamıyla “sanayileşme” sürecinin tıkandığı bir dönemdeyiz. “Modernleşme” ve “sanayileşme”; üzerine inşa edildiği ve “üretim” kavramının bir ögesi olarak gördüğü, üretim ögesi olarak görmediği yerde engel olarak gördüğü doğal kaynakları geri dönülmesi olanaksız biçimde yok etmeye başladı. Yakın gelecekte, tüm algıların değiştiği, “beslenmenin” ve “su kaynaklarına ulaşmanın” temel sorun olduğu bir dünyada yaşayacağız, hatta yaşamaya başladık. Dünya, “küresel ısınma”, “iklim değişikliği”, “yeryüzündeki canlı popülasyonlarının yok olması”, “endüstrileşen beslenme” vb. gibi can alıcı sorunlarla boğuşurken, “sol”un bu ekolojik sorunlar üzerine teorik ve pratik düzeyde siyaset üretmesi zorunlu, kaçınılmaz. Hazır son günlerde hemen hemen tek gündemimiz haline gelen koronavirüs de düzenden memnun “müşteri”lerin zihninde bir sorgulama başlatmışken. Tabii, uzun yıllardır muhafazakarlaşan, son 18 yılda da ileri (!) muhafazakârlaşma süreci yaşayan ülkemizde, “modernleşme” ve “sanayileşme”nin yarattığı sorunları tartışmak ve bir “modernleşme” eleştirisi yapmak biraz lüks gibi görünüyor. Ama 21. yüzyılın belki de ünlü deyimle temel çelişkisi haline gelecek bu konunun altını çizmek gerek. Cumhuriyet devriminin kuruluş felsefesi “Daha fazla kâr”, “daha fazla büyüme” diyen küreselleşme, Doğu Bloku’nun yıkılması sonrası, önünde engel gördüğü özellikle gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerdeki “ulus devlet” kavramını, kurulu düzenleri ve organizasyonları yıkmak, sarsmak istedi, bunda oldukça başarılı da oldu. Dilinde içi boşaltılmış ama yine son derece çekici “demokrasi”, “insan hakları” gibi sloganlar vardı. Ulusal ölçekte bunun etkilerini sarsıcı biçimde yaşadık, yaşıyoruz. Daha da somutlaştırırsak, küreselleşmenin ülkemize yönelik “ulus devlet alerjisi” sol akımlarda da, derece derece ve farklılıklar göstererek etkili oldu; söylemlere, benimsenen siyasetlere yansıdı. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesini eleştirmek, küçümsemek, aşağılamaya çalışmak; entelektüel (!) solun (!) ayırıcı özelliğiydi (eski deyimle alameti farikasıydı) adeta. Ne yazık ki, bunu özellikle üzülerek de söylüyorum, Cumhuriyeti kuran parti CHP de nasibini aldı bu algı operasyonundan. Bugün, “aydınlanma”, “tam bağımsızlık”, “ulusal ekonomi”, “laiklik”, “devletçilik” ilkeleri üzerine inşa edilmiş, eğitimde ve sağlıkta fırsat eşitliği yaratmak için önemli bir altyapı kuran, kalkınmada kamunun öncülük etmesinin önemini örnekleriyle ortaya koyan Cumhuriyet devriminin ne kadar sağlam temellere dayandığı ve yaşanan olaylarla doğrulandığı görülüyor. Solun ve özel likle de CHP’nin, mevcut siyasal iktidarın Türkiye’nin önüne koyduğu küreselleşme ile uyumlu “muhafazakârlaşma” siyasetinin karşısına; tüm algı operasyonlarına ve siyasetin aritmetiği bakımından bir işe yaramadığı görülmüş kerameti kendinden menkul “Türkiye’nin sosyolojik gerçekleri böyle” söylemine inat, korkmadan, çekinmeden, Cumhuriyet devriminin kuruluş felsefesine sahip çıkan bir siyaseti temel alarak çıkması zorunludur. Kastettiğimiz; Cumhuriyet devriminin (Niyazi Berkes’in ifadesiyle) “Batı’ya rağmen Batılılaşma” hedefi ile gerçek anlamını bulan, Türkiye’nin 200 yıla yaklaşan “Batılılaşma” süreci ile uyumlu bir siyaset önermesidir. Tabii, Ahmet Taner Kışlalı’nın çok özlü biçimde ifade ettiği, “Kemalizm, geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür” sözünden anlaşılacağı gibi, günümüz gerçekleri, sorunları üzerine çözümler önererek ve bir gelecek hayali ortaya koyarak. Temel ilkelerinden biri “devrimcilik” olan CHP’ye yakışan budur.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle