11 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
8 19 OCAK 2020 PAZAR TASARIM: BAHADIR AKTAŞ PAZAR YAZILARI Hamamda konaklamak Güney Kore’nin başkenti Seul’deyiz. Hava soğuk ama gezilecek, görülecek çok şey var. Benim listemde soğuk havalarda gidilecek en sıcak, rahat yer olan Kore hamamısaunası da var. Korece adı Jimjilban. İlk gittiğimiz yer olmasa da Seul’den ayrılmadan uğradık. Aslında ilk başta deneseymişiz oradan çıkmaz, otel olarak bile kullanırdık, tek pişmanlığım o oldu, bir de yanımda kese olmaması! Endonezya’nın başkenti Cakarta’da Koreli arkadaşım Kyonok ile birkaç kez planlamış ama bir türlü yapamamıştık. Cakarta’da Güney Koreli çok olduğu için geleneklerini oraya da taşımışlardı. Ününü duymuştum ama detayları bilmiyordum doğrusu! Kızıma sordum gittin mi, sana yakın olanı var mı diye! Beş aydır üniversitede değişim öğrencisi olarak Seul’de yaşayan kızım henüz denememişti, annesi kadar meraklı değil! Çocuklar, eşimle beni Jimjilban’a götürüp bırakıp gittiler. Akşam 5 gibi girmiştik, ertesi güne 5’e kadar kalma hakkınız var dedi kızım, tam 24 saat. Koreceyi sökmüş bu arada. Kalmayı isterdim tecrübe olsun diye ama emin de değildik. “Büyük ihtimal kalmayız, döneriz” dedik, ev yürüme mesafesindeydi zaten. Bilezik gibi kolumuza takacağımız numaralı bir anahtar, turuncu küçük bir havlu, kadın ve erkekler için ayrı renkte pijama gibi bol, rahat bir kıyafet verdiler. Bu hemen girişte ayakkabılarımızı bırakacağımız kutunun anahtarı idi. Koridorun sonunda kadın ve erkek kısmı ayrılıyordu, biraz şaşkındık aslında aileler için ortak yer olduğunu duymuştuk. Acemilik zor iş, hele de dil bilmiyorsan! Neyse bir girelim, değişelim üstümüzü mesajlaşırız dedik. Ücretsiz internet bağlantısı vardı ne de olsa... Her şey çok sistemli, tıkır tıkır işliyor. Masaj yerleri, yüz bakımı yapılan odalar, termal tesislerdekine benzeyen farklı derece lerde sıcak, soğuk su havuzları, buhar saunası, kurnalarıyla bizim hamamları andıran yıkanılan kısım, tellaklar. Kadınların çoğu çıplak, kimse kimseye bakmıyor. Otel olma özellikleri... Eşimle buluşmak üzere o bölümden çıktım, kendisi de mavi pijamalarını giymiş beni bekliyordu. O da benim kadar şaşkın, o da hayatında anadan üryan ortada rahat rahat dolaşan o kadar erkeği ilk kez bir arada görmüş. Ortak bölüme herkes kadınerkek, çolukçocuk karışık girebiliyordu. Farklı derecelerde saunalar, soğuk odalar, lokanta, televizyon izlenen salonlar, insanların yatıp dinleneceği, geceyi geçirip, uyuyabileceğı tek kişilik hücremsi ve daha çok kişinin kalacağı çoklu alanlar, bir tarafta masaj koltukları hatta spor yapılacak yerler vardı. Yastık olarak kullanmak için diktörtgen şeklinde süngerler bir tarafa yığılmış oradan alınıyordu. Uyumak için ise ince bir pike üzerine, hatta doğrudan yere uzananlar vardı. Yerler tabandan GÜLSEREN TOZKOPARAN ısıtma olduğun JORDAN dan sıcacıktı. Her kes çok rahat görünüyordu. Saunaların özelliği taşların özel olma sı, bazıları özel bir kil ile sıvanmış. Bu taş lar ısındıklarında yaydıkları havanın sağlık için faydalı olduğu söyleniyor. Bizimkin de yoktu ama bazı hamamlarda tuz sau nası, oksijen odası, kömür saunası da olu yormuş. Saunada içilen, çoğu kişide gör düğümüz geleneksel içeçek ise piriçten yapılan tatlımsı Sikhye’miş. Sıcaklardan sonra buzların olduğu soğuk odaya girip sonra tekrar sıcak alanlara girdik, acıktık hafif bir şeyler yedik. Saunalarda bol mik tarda haşlanmış yumurta satıldığını ve tü ketildiğini gördük. Bunlar sauna buharın da haşlanmış yumurtalarmış, beyazı da kahverengi renge bürünüyor... Şaka maka 5 saat geçirmişiz hamamda. Aslında bana kalsa sabahlamak isterdim ama ertesi gün çok uzun bir yola çıkacak olan eşim yerde uyumak istemedi. Gerçekten Kore hamamları konaklama yeri olarak bir alternatif oluşturuyor ve en ekonomik seçenek demek mümkün. Çoğu Güney Koreli başka bir şehre günübirlik gittiğinde hamamda kalıyormuş. Bu turistler için de bir seçenek haline gelmiş. Diğer kullanım şekli gece dışarda takılıp içkiyi kaçıranlar için uyuyacak yer alternatifi olması. Ya da otelinden belli saatte ayrılması gerekip de uçak saati geç olanlar için bekleme yeri olarak bir kurtarıcı, kavga eden eşlerin de buraları bir kaçış ve sığınma yeri olarak kullandıkları da söyleniyor. 3 bin kişilik hamam... Bizim gittiğimiz Jimjilban bir alışveriş merkezinin en alt katındaydı. Ancak bağımsız bina olarak geleneksel Kore mimarisi ile inşa edilmiş Jimjilban’lar da var. Büyüklükleri değişiyor. Bin kişi kapasiteli olanları bile var. Misal Türk şehitliğinin olduğu ve İstanbul ile kardeş şehir Güney Kore’nin 2. büyük şehri Busan’da bölgenin en büyüğü olan 3 bin kişilik hamam varmış. Bu kadar kalabalık yerler olmasına rağmen hamamların son derece güvenilir olduğu söyleniyor, kimse kimseye bakmıyor, karışmıyor ülkenin geneli gibi. Jimjilban’lara giriş ücreti 10 bin Kore Von’u yani 51 TL civarında. Masaj, kese ve diğer bakım ücretleri ekstraya giriyor. Buralar çok amaçlı dinlenme yerleri, aileler için toplanma, beraber yeme içme, sosyalleşme alanları olarak da çok popüler. Kızımın Avrupa’dan gelen öğrenci arkadaşları da seyahat ettiklerinde ekonomik olduğundan otel yerine Jimjilbanlar’da kalmayı tercih ettiklerini ve sevdiklerini söylediler. Biz denedik çok beğendik. Yolunuz düşerse denemeden dönmeyin deriz. [email protected] Hakikaten Garp Cephesi’nde yeni bir şey yoktu... Türkiye’den Kanada’ya dönüşte Çin üzerinden bir rota çizemeyeceğimiz için, çaresiz, Batı yönünde uçuyoruz. Ben kırk kapının ipini çekmeden bir yerden ötekisine gidemeyenlerdenim. Acelem de yok. Mümkünse Avrupa’da uçaktan inip biraz oyalanıp soluklandıktan sonra Atlantik’i geçmeyi tercih ederim; yine öyle oldu. Yılbaşı sonrasındaki dönüşüm KölnDüsseldorfAachen konaklamasıyla biraz uzayınca, bu haftanın yazısı Batı Cephesi’ni teftişe ayrıldı. Almanya’nın BelçikaLüksemburg ve güneye doğru Fransa toprakları üzerindeki doğal sınırı sayılabilecek olan Garp Cephesi’ndeyiz. Cephe deyince akla hemen savaş geliyor. Fakat meraklanmamalı, henüz savaş yok; olmasın da... Fakat Homosapiens’lere pek güvenmeyelim, bunların sağı solu belli olmaz. Avrupa Birliği filan dinlemezler, çatapat etmesi işten değildir. Ancak şimdilik sınırlar açık. Ne ki, bundan yüz yıl evvel, Avrupa devletlerinin hudutları tel örgülü, mayınlı, sıkı kontrollü ulusal sınırlardı; sıkıysa geç. Bu eski sınırların üzerinde, I. Dünya Savaşı’nın ünlü Garp Cephesi coğrafyasındayız; tarih 2020’nin ocak ayıdır ve biz burada bir romanı anımsıyoruz. Nazilerin yaktığı kitaplardan... Bundan tam doksan yıl evvel, 19 Ocak 1929’da, Berlin’deki Verlag Ya yınevi bir roman yayımladı. Eric Maria Remarque’nin savaş karşıtı bir manifes toya kısa sürede dönüşecek Stolberg olan insancıl ro manı “Im Wes ten nichts Neu es”, Türkçedeki çevirisiyle “Garp Cephesinde Ye ni Bir Şey Yok”, Almanya’ya ve Almancaya sığmayacaktır. Yayımlandık tan sonraki iki yıl içinde 22 dilde top lam 3.5 milyon baskı yapacak, Amerikan Hollywood sineması derhal siyah/be yaz filmini perdeye uyarlayacak ve film 1930’da Oscar alacaktır; bugün modern klasik romanların başında gelir. Naziler, “Fahrenheit 451”derecesinde yanan kâğıttan imal edilmiş kitap öbek lerini tutuşturmayı pek seviyorlardı. Yakı lanlar arasında Remarque’nin bu eseri de vardır. Romanda koruganlardaki askerle rin haber değeri olmayan hikâyesi anlatı lır. Romanın geçtiği cephelerin üzerinde ki şimdinin huzurlu kent ve kasabalarını dolaştığım sıralarda gözüme çarpan koru ganlar, bugün bir savaş anıtı gibi toplum sal hafıza mekânı olarak yerlerinde bıra kılmıştır. Bunlar bugünkü sükunetin ye rinde, çok değil, 70 yıl evvel nasıl bir kı yamet yaşadığını hatırlatmaya yetiyor. Yine hatırlanması gereken bir kasa ba, Stolberg’deyiz: Garp Cephesi’nde, ku rulduğu yüzyıllar öncesinden bu yana, pek çok savaşın merkezinde kalmış Stol berg! Ortaçağ üzerine çalışan varsa, me rak eden olursa, buraya ne yapıp edip git meli. Minicik, daracık ve neredeyse çoğu kaldırımsız taş döşeli sokaklara açılan ev lerin kapı üstlerindeki alınlıklarında yazı lı, kazılı en (Stolberg) erken tarih MAHMUT ŞENOL 1600’leri gösteriyor. Bu evler Stolberg Kalesi’nin eteğine top lanmış beş bin nüfusa ev sahipliği yapan kasabanın tarihi köy içindedir. Yayılmış haliyle Stolberg’in toplam nüfusu 50 bin civarında. Kaleyi 13. yy’da Kral 1. Wilhelm yaptırıyor, iki kez savaşlarda yıkılıyor, yeniden inşa edi liyor. Son yıkıntı 2. Dünya Savaşı’ndan kalma; fakat Alman kalkınmasıyla tek rar ihya edilmiştir. Garp Cephesi’ndeki Alman orduları için komuta merkezi olarak kullanan Naziler den kaleyi 1944 Eylül’ünde almış Ameri kan 1. Tugayı, kuleye bayrak çektiyse de gönder kısa süre sonra kurulacak Alman ya Cumhuriyeti’ne teslim edilir. Alman sa vunmasının savaş koruganları ise eğer Stolberg’i merkez kabul ederseniz, bütün Garp cephesine yayılmıştır; savaşın top lumsal hafıza mekânları olarak bütün deh şetiyle oradadır. Yine Amerikan piyade si tarafından ele geçirilmiş bu koruganlar dan birisinin, 485 numaralı olanın önün deyiz. Asfalta yakın bir tepecik üzerinde, 3.5 metreye 4 metrelik bir koruganı şim di otlar bürümüş. Sık orman içindeki yı kılmış koruganın betonları kaç askeri al tında bıraktı; bilmiyoruz. Yanlarında tank savar/ Höckerlinie denilen taştan kesme engellere rağmen, Almanya’nın bir köyün den gönderilmiş belki bir Hans daha yaşa mını burada yitirdi. Öteki Hans’ı biz zaten büyük şairimiz Nâzım Hikmet’in anlatısın dan biliyoruz; burada kinin adını yakıştırdık sadece. Nâzım, “Atlantik’in dibinde upuzun yatı yorum efendim” satı rıyla başlayan Mem leketimden İnsan Manzaraları’nın 2. cil dinde, isabet alıp par çalanarak batan bir Alman U2 denizal tısının okyanusa saçılmış askerlerinden Münihli Hans Müller’i bize tanıtıyordu. 1941’de Atlantik’in dibine doğru inen Hans’ı, biz şimdi koruganında Führer için savaşan Hans olarak düşlüyoruz. Sonra hatırımıza başka bir roman kah ramanı geliyor: Remarque’in romanında Paul Bäumer de bu koruganların olduğu topraklar da yaşamını, bir düşman saldırısıyla, 1914 Ekimi’nde yitirmişti ve o gün ge nelkurmaya verilen raporda, bu önem siz şeye yer verilmeyecek, sadece “Garp Cephesi’nde yeni bir şey yok!” denile cektir. Roman bu ünlü satırla biter. İki günlük Stolberg ve civarında ge çen gezinti pek sakindi, telaşsız ve he yecansızdı. Tıpkı Sovyet yazar Boris Vasilyev’in Alman işgalindeki gözden uzak Rus topraklarında savaşa gönde rilen Partizan kızlardan oluşmuş küçük manganın hikâyesini anlattığı “Sakin di Oranın Şafakları” başlıklı romanında ki pastoral sükunet kadar sakindi bura sı. Hakikaten garp cephesinde yazıla cak bir şey yoktu, şiir ve roman, sadece edebiyat geriye kalmıştı. [email protected] Mutluluk haritası Hayattan zevk almak, hayatı sevebilmek, göste tılı hiçbir aktiviteyi kaçırmıyorlar. Denize uzak olan yer rişsiz şekilde mutluluk kim leşim yerlerinde illa ki bir su yası peşinde koşmak ne güzel şey diye düşündüm; ELİF GÜNSEL birikintisi olduğundan ya göle atlıyorlar, ya nehire ya da Zandvoort sahilinde ihti hiç olmadı yakınlarındaki bir yar delikanlı Simon’u izlerken...Lakabı İbi kanala... Mühim olan adet yerini bulsun! cenco (İbiza’da yaşayan) olan Simon tanı Hipotermi şokunu atlatmış katılımcıla dığım nesli tükenmekte olan tek gerçek ra neden bu ritüelin bir parçası oldukları hippi. Yılın yedi ayını İbiza’da elektriği, in nı soruyorum. Biten yılın tüm olumsuzluk terneti, şebeke suyu olmayan taş evinde larını suya bıraktım ve yepyeni bir başlan geçirir, yeni yılın ilk gününde gerçekleşti gıç yaptım diyeni mi ararsınız, buz gibi su rilen geleneksel “Nieuwjaarsduik’a” (Ye ya girecek kadar sağlıklıysam bütün bir yıl ni Yıl Dalışı) katılmak için Hollanda’ya dö boyunca sağlıklı kalırım, diyeni mi... En il ner. (Türkiye kamuoyunda İbiza çılgın par ginç bulduğum sebep ise yeni yılda külle tiler adası olarak bilinir ama hippi kültürü rimden doğmak için “vaftiz” niyetine suya nün halen en canlı olduğu yerdir.) daldım, rutinimden çıkacağım, çılgınlıklar Böylesi bin yılda bir gelir diyerek, hava yapacağım diyen torunu ile organizasyona nın dört, deniz sıcaklığının beş derece ol katılan “süper babaanne” oldu. duğu 2020 yılının ilk gününde her yaştan kadın, erkek, çocuk yüzlerce kişi yeni yıl dalışı için Kuzey Denizi sahilinde. Yıl Hayattan haddinden fazlasını istemek... başı öncesine kadar soğuk ancak güneşli Yavaş yavaş dağılan katılımcıların ardın ve rüzgârsız olan hava, yerini kasvetli kül dan bakıp düşünüyorum. Farklı coğrafya rengi gökyüzüne bırakmış. Soğuk havaya larda yaşanan türlü türlü hayatlar, bek rağmen, katılımcıların enerjik keyifli halle lentiler. Anlıyorum ki müreffef ve modern ri dikkat çekici. 1960 yılında ilk olarak Ha toplumlarda bireyler, yeni yılda sağlık ve arlem yüzme kulübünün katkıları ile dü daha iyi bir yaşamı vaat eden ürün, hiz zenlenen organizasyon şimdi tüm ülkede metlerin hayalini kuruyor. Dünyanın bel çeşitli lokasyonlarda yaklaşık elli bin kişinin katılımıyla yapılıyor. Yeni yıl dalışı bugüne kadar aşırı soğuk hava, güçlü akıntılar, şiddetli fırtına ve alglerden (sağlığa zararlı su yosunu) dolayı sadece 2007 yılında kesintiye uğramış. Uzaylı genine sahip olduklarını düşündüğüm katılımcılar, düdük sesini duyar duymaz hep birlikte denize koşmaya başlıyacak. Sahnedeki müzik grubu hareketli şarkılar çalıyor. Yanımdaki orta yaşlı kadın köpeği ile birlikte dans ediyor, arkadaşı ise sahte kürk görünümlü leopar desenli sabahlığını ve muflonlu ev patiklerini çıkarma hazırlığında. Bu arada 2019 yılı itibarıyla Hollanda sokaklarında sahipsiz kedi ve köpek kalmadığını söylemiş miydim? Ne harikulade bir haber değil mi? Evcil hayvanlar günlük hayatta restoranttan markete kadar her daim her yerde karşımıza çıkıyor. Isınma hareketlerinin sonuna gelindi. Cankurtaran ekibi de denizde konuşlanmış. Üşümemek için yerlerinde zıplayan katılımcılar, düdüğün çalmasıyla koşa koşa, çığlık ata ata Kuzey Denizi’nin sularına dalıyor. Soğuk su ile temas edildiğinde suratlarda beliren ilk şok ifadesi paha biçilmez. Hakkını vermek lazım, Hollandalıların su ile inkâr li bölgelerinde yaşayanların yeni yıldan temennisi ise belki de sadece o yıl hayatta kalabilmek. Peki arafta kalan toplumların bireyleri? Onlar da muhtemelen mensubu oldukları toplum için daha fazla demokrasi, barış ve basın özgürlüğü dileyerek bireysel taleplerini ikinci plana itiyor. Çünkü “bireysel refahın” ancak demokratik, barışçıl, hak ve özgürlüklerin sağlandığı ortamlarda gerçekleşeceğinin bilincindeler. Modern insanın ülkesinde genelde işler yolundadır, yaşadığı toplumda sistemler ve kurumlar düzgün işlemektedir. Kendi hedeflerine odaklanması kolaydır... Sonra zaman geçtikçe hayatı tekdüzeleşir. Rutinden kurtulmak için kimi zaman soğuk bir kış gününde buz gibi suya dalar, Everest’e çıkar, Kalahari Çölü’nde vahşi hayatı fotoğraflar veya İbicenco Simon gibi Fas haritası elinde Atlas Dağları’na yapacağı karavan seyahatini planlar. Belli bölgelerde yaşayanlar ise birçoğumuza tekdüze gelen “rutin hayatın” hayalini kurmaya yeni yılda da devam eder. Belki de daha fazlasını talep etmenin “hayattan haddinden fazlasını istemek” olduğuna inandırılmışlardır. edilemez bir gönül bağı var. Su ile bağlan [email protected] İnsanların ayarını bozuyorlar Nihayet konuş maya baş ladılar. Yalnız bende OSMAN İKİZ ve benim gibi olan bir azınlıkta olduğu nu sanıyordum; meğer uyku sorunu bü tün insanları etkilemekteymiş. Şimdi, tarım toplumundan beri insanlara daya tılan bu sistemin değiştirilmesi için ses ler yükselmeye başladı. Tedavisi ola naksız sosyal medya bağımlığı da enine boyuna konuşuluyor ve daha da konu şulacak. Dijital bağımlılık, sosyal med ya hastalığı ancak insanların özdene timleriyle üstesinden gelinebilecek bir sorun; fakat, küresel kültür dayatması o kadar şiddetli ki, özdenetimli davra nış beklenen yüksek eğitimliler bile, in sanları ahmaklaştıran bu dalgadan ken dilerini kurtaramıyorlar. İsveçli psiki yatrist Anders Hansen, son haftalarda televizyon kanallarında bu konuyu anla tıyor. Sorunları anlaşılır bir şekilde an latıp yol göstermeye çalışıyor. Anders Hansen’in beynin nasıl çalıştığı üzerine üç kitabı var. “Herkesin bir beyni var’’ diye başlayınca afalladım. Oysa ben ba zılarının beyinsiz olduğunu sanıyordum. Biliyor musunuz, Türkiye’de bildiğimiz kutuplaşma da beynin marifetiymiş. Uyku grevine gitmeli Bu konuda Anders Hansen’in yanı sıra başka bilim insanları da konuşmaktalar. Şu anda iş saatlerine göre ayarlanmış sistemin, tarım ve endüstri toplumuna göre düzenlenmiş olduğu, dijital çağda, yapay zekânın hayatımıza girdiği bir süreçte değiştirilmesi savunuluyor. Yapılan araştırmalara göre, yüzlerce televizyon kanalını izleme olanağı ve telefonu elinden bırakmayan yeni kuşağın ortaya çıkması uyku sürelerini kısaltmış. 10 yıl öncesine göre bugün bir saat daha az uyunuyormuş. Uykusuzluğun yol açtığı sorunlar ise saymakla bitecek gibi değil. Depresyon, dikkatsizlik, trafik kazaları, iş kazaları, bünyenin direncinin azalması vs. Çocukların uykulu gözlerle okula götürülmesinin yarardan çok zararı var deniyor. Ayrıca tıkırı yerinde olanların, sıcak yataklarından erkenden çıkmak zorunda olmayanların böyle sorunları olmadığına dikkat çekiliyor. Uykusuzluk bütün dünyada tartışılmaya, konuşulmaya başladı. New Yorker’da geçenlerde uykunun önemini ele alan bir yazı yayımlandı. Le Monde da, uykusundan feragat etmek zorunda olmayanların artık toplumun imtiyazlı sınıfı olduğuna ilişkin bir değerlendirme yaptı. Demek ki İsveçli Greta Thunberg’in başlattığı iklim grevine paralel bir de uyku grevi başlatmanın zamanı geldi. Sosyal medya çılgınlığı Psikiyatrist Anders Hansen’e göre, sosyal medya müptelalığı toplumun ayarını bozdu, dengeleri altüst etti, insanların sağlığını da olumsuz etkiledi. Sürecin işleyişini şöyle açıklıyor psikiyatrist: Sosyal medya yüzünden zıtlaşmalar, kutuplaşmalar tırmanışa geçti. Dahası, gruplaşmalar, düşman cephelere dönüşmekte. Sosyal medyayı kullananlar üzerinde denetim olmadığından herkes istediğini yazabiliyor. Bu görüşe yakın olanlar da aldıkları mesajı biraz daha abartarak aktarıyor. Böylelikle kartopu gibi büyüyen yalanlar toplumda kutuplaşmayı tetiklediğinden, ulusal birlik duygusu zedeleniyor. Sosyal medya hayatımıza girmeden önce tartışmalar yüz yüze yapıldığından, tartışanlar karşısındakinin beden dilini okuyup, ses tonuna göre kendini ayarlardı. Tartışmalar da daha düzeyli oluyordu. Profesör Anders Hansen, Türkiye’yi tanımadığı için, artık hiç izlemek istemediğim, TV kanallarındaki yüz yüze tartışanların da sosyal medya kalemşorlarından farklı olmadıklarını bilmiyor tabii. Ayrıca, editör ve moderatör kalitesinin, tartışmanın seyri bakımından önemli olduğunu da biz ekleyelim. Beyin gruplaşmaya kodlu Hansen, bugünkü gruplaşmayı beynin çok eskiden kodlanmasından kaynaklandığını söylüyor: İnsanlar küçük topluluklar olarak yaşamaya başladıklarından beri başka gruplarla, boylarla, kabilelerle, çatışma içinde oldular. Küçük gruplara bağlı insanlar savunma güdüsüyle birbirlerine kenetlendiler. Beyin de on binlerce yıllık bu davranış biçimiyle kodlandı. Dolayısıyla, yalnız kalmamak, kendini daha güçlü hissetmek için insanlar günümüzde de bir gruba ait olup aynı davranışı göstermek istiyor. İnsan pratikte, iki zıt görüşü dinlediğinde ait olduğu gruba yakın olanı destekliyor. Karşı tarafın görüşünde olumlu yanlar olsa bile reddediyor. Bu davranış biçimi de toplumun kutuplaşmasına ve toplumsal birliği bozucu atmosferin oluşmasına yol açıyor. Psikiyatrist Hansen’in söyledikleri sanki tam Türkiye’yi tarif ediyor. Kendisi zıt görüşleri dinleyip akıl süzgecinden geçirerek karar veriyormuş. Türkler beyinlerini nasıl kullanıyor acaba? Kendinizden başlayıp, çevrenize bir bakın bakalım ne göreceksiniz... [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle