28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 18 EYLÜL 2019 ÇARŞAMBA gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: SERPİL ÜNAY olaylar ve görüşler Suriye’nin geleceği: Türkiye ne yapmalı? Nejat Eslen Emekli Tuğgeneral / Yazar Astana sürecinin beşinci liderler zirvesi, Türkiye, Rusya ve İran devlet başkanlarının katılımı ile Ankara’da yapıldı ve zirveden güzel haberler geldi. Suriye’nin toprak bütünlüğüne ve siyasi birliğine yapılan vurgu, anayasa yazım komitesinin sonuçlanmış olması, PKKYPG’nin Suriye’deki en büyük tehlike olduğunun zikredilmesi güzel haberler içinde yer aldı. Ancak, unutulmamalıdır ki Suriye’de barış ve istikrarın sağlanması zorlu ve uzun bir süreci gerektirmektedir ve zirveyi gerçekleştiren Türkiye, Rusya ve İran’ın yanı sıra ABD ve perde arkasında İsrail, Suriye’nin geleceğinin belirlenmesindeki diğer güçlü aktörlerdir ve bütün bu devletler Suriye’de farklı politik amaçlara yönelmişlerdir. 2011 yılında, demokrasiyi yerleştirmek, insan haklarını yaymak ve ülkenin refah seviyesini yükseltmek yalanları ile sözde Arap Baharı Suriye’yi vurduğunda, zaten etnik ve mezhepsel yapısı nedeni ile büyük hassasiyetleri olan Suriye’nin, dışardan yapılacak müdahalelerle parçalanmaya açık hale geleceği bilinmekteydi. ABD’nin hedefi Zaman içinde, ABD’nin Suriye ile ilgili amacının bu ülkeyi parçalamak, artık İsrail’e tehdit oluşturamaz duruma getirmek ve bu ülkenin topraklarında, Fırat’ın doğusunda önce PKKYPG özerk yapısını oluşturmak, daha sonra bu yapıyı bir devlete dönüştürmek olduğu anlaşılmıştır. Türkiye’yi yönetenler ise Suriye’de çatışmanın önlenmesini, istikrarın korunmasını, bu devletin parçalanmasının engellenmesini politik hedefler olarak seçmek yerine, sözde Arap Baharını ve bu süreci bir fırsat olarak görmüş, ABD’nin de teşviki ile Yeni Osmanlıcılık ve Müslüman Kardeşler anlayışını esas alarak, Suriye’deki gelişmeleri, Ortadoğu liderliğine gidecek yol için bir araç olarak değerlendirmiş ve bu ülkede rejim değişikliğini öncelikli politik amaç olarak benimsemiştir. Türkiye’nin Suriye stratejisi, rejim değişikliğini hedef yaptığından, bu girişim, rejim güçlerinin zayıflatılmasına ve bu ülkede, ABD’nin de Türkiye’yi yönetenlerin, Suriye’nin siyasi ve toprak bütünlüğünü desteklediklerini ifade etmelerine rağmen, Fırat’ın doğusunda ABD desteğindeki PKKYPG’nin etkinliğinin bütünü ile kırılması yerine, bu bölgede güvenlikli bölge kurulmasına öncelik vermesi ve bunun için çaba göstermesi ciddi bir stratejik çelişki oluşturmaktadır. desteği ile PKKYPG’nin güçlenmesine katkı sağlamıştır. Suriye’de yanlış politik amaca yönelmesi ve Suriye stratejisini bu amaç için geliştirerek uygulaması, zaman içinde Türkiye’yi ülkemize yerleşen sığınmacılar, İdlib’den yeni göç potansiyeli, İdlib’deki cihatçı teröristlerin ve ÖSO’nun geleceği, Fırat’ın doğusundaki PKKYPG gerçeği ve güvenlikli bölge kurma çabaları gibi çok ciddi sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. ABD’nin PKKYPG’ye verdiği destek ve silah yardımı, Suriye’nin siyasi ve toprak bütünlüğünün korunmasını giderek zora sokmaktadır. Stratejik çelişki Ankara zirvesinde de olduğu gibi Türkiye’yi yönetenlerin, Suriye’nin siyasi ve toprak bütünlüğünü desteklediklerini ifade etmelerine rağmen, Fırat’ın doğusunda ABD desteğindeki PKKYPG’nin etkinliğinin bütünü ile kırılması yerine, bu bölgede sadece belli bir derinlikte ve genişlikte güvenlikli bölge kurulmasına öncelik vermesi ve bunun için çaba göstermesi ciddi bir stratejik çelişki oluşturmaktadır. Ayrıca, Suriye’nin siyasi ve top rak bütünlüğü korunacak ise bunun Suriye’de mevcut Esad yönetimi çevresinde gerçekleştirilebileceği gerçeğinden hareketle, Türkiye’yi yönetenlerin, Esad rejimi ile diyalog kurması ve bu diyaloğu geliştirmesi gerekmektedir. Esad ile diyalog şart Ayrıca, İdlib’deki cihatçı teröristlerin temizlenmesinin, bu bölgeden Türkiye’ye yeni göçlerin önlenmesinin ancak Esad rejimi ile diyalog kurulması ile mümkün olabileceği de görülmelidir. İçinde bulunduğumuz şartlarda Türkiye, Suriye ile ilgili çıkarlarını ve politik amaçlarını yeniden tanımlamak zorundadır. Şartlar ne kadar değişmiş ve koşullar zorlaşmış olsa da, Türkiye; 4 Suriye’nin siyasi ve toprak bütünlüğünün yeniden temin edilmesini ve bu ülkede istikrarın yeniden sağlanmasını; 4 Uluslararası kurumları da harekete geçirerek öncelikle ABD’nin Suriye’de yalnızlaştırılmasını, bu ülkede, Fırat’ın doğusunda ABD himayesindeki PKKYPG yapısının etkinliğinin kırılmasını; 4 Türkiye’deki Suriyelilerin uy gun koşullarda geriye dönüşlerinin temin edilmesini; 4 Suriye yönetimi ile işbirliği yaparak İdlib’in cihatçı teröristlerden temizlenmesini, bu bölgeden Türkiye’ye göç potansiyelinin sona erdirilmesini; 4 Suriye’nin altyapısının yeniden inşa edilmesi için katkı sağlanmasını; 4 ÖSO’nun uygun koşullarda terhis edilmesini; 4 Bütün bu amaçlar için Suriye’nin meşru yönetimi ile diyalog kurulmasını, Suriye ile ilgili politik amaçları olarak belirlemeli ve stratejilerini bu amaçlar için geliştirerek uygulamalıdır. Eğer Türkiye’yi yönetenler; Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasi birliği konusunda samimiyse ve Fırat’ın doğusundaki PKKYPG varlığını potansiyel bir beka sorunu olarak değerlendiriyorsa öncelikle Esad rejimi ile anlaşarak İdlib’deki sorunların çözümlenmesine öncelik vermeli. Böylece Esad ordusunun serbest kalmasına imkân sağlamalıdır. Daha sonra da Suriye ordusunun,t Fırat’ın doğusunda PKKYPG’ye karşı askeri harekât başlatmasını teşvik etmeli ve desteklemelidir. Özel hastane enflasyonu İsmail Özcan Eğitimci / Yazar Ülkemizde vatandaşların dikkatini çekecek kadar özel hastane açılıyor. Bir özel hastane enflasyonundan söz edebiliriz. Özel hastane açmanın kuralları, kriterleri nelerdir? Özel hastane açmak için hangi koşulları yerine getirmek gerekir? Ülkemiz açısından konuya bakınca, özel hastane açmak için uyulması gereken kuralların, yerine getirilmesi gereken koşulların çok sıkı, çok zorlu olmadığı anlaşılıyor. Yoksa her isteyenin, istediği yerde özel hastane açması mümkün olmazdı. Bir ülkede ne kadar nüfusa ne kadar hastane gereklidir? Bunun ne kadarı devlet, ne kadarı özel hastane olursa optimaldir? Gelişmiş ülkelerde özel hastanelerin devlet hastanelerine ve ülke nüfusuna oranı nedir? Herhalde ilgililerin elinde bunlarla ilgili bilgiler, belgeler vardır. Elbette hastaneler için yalnızca sayısal yeterlilik amaç olamaz. Bunların niteliği de önemlidir. Hastane dendiğinde mekân yeterliliği, araç gereç ve uzman personel donanımı da ilk elde göz önüne alınacak hususlardır. Olumsuz izlenim Türkiye’de özel hastane söz konusu olduğunda, sağlık sorunları yaşayan birçok vatandaş olumsuz izlenimlere sahiptir ve anormal uygulamalara tanıktır. Öncelikle yapmamız gereken saptama şudur: Açılan özel hastanelerden en az % 95’inin temel dayanağı, ayakta durma garantisi, devletin vatanda şa sağladığı sağlık güvencesidir. Bu güvenceye yaslanmadan kendi ayakları üzerinde durmayı göze alan özel hastane bir elin parmak sayısını geçmez. Özel hastaneler, kendisine başvuran SGK kapsamındaki hastanın muayene ve tetkikleri için devletten aldığının dışında özel hastane farkı adıyla hastanın kendisinden de bir miktar daha ücret almaktadır. Bu da özel hastanelerin sınıf ve kalitesine göre değişmektedir. Zengin olma hevesi Özgür ve demokratik bir ülkede özel hastanelere karşı çıkılamaz. İlgili yasalar çerçevesinde işledikleri sürece yararlı olacaklarına da şüphe yoktur. Ama gerçek ne yazık ki bu kapsamda değil. Çünkü özel hastane sahiplerinin birçoğu çabuk ve çok zengin olma hevesindeler. Böyle bir heves insanları ve kurumları kolayca meşruluktan ayrılmaya sevk ediyor. Özel hastanelerin en fazla şikâyet konusu olan uygulaması, doktorlarının gereksiz tahlil ve tetkik talepleridir. Bir doktor hastasını dinleme ve fiziki muayene sonucu tedavi ile ilgili bir karara vardığı halde hastaneye para kazandırmak amacıyla birtakım tetkikler istiyorsa bu bir hasta sömürüsüdür. Yine bir doktor elindeki hastası için rutin bir iki tahlil ve tetkikle bir kanaat edinebileceğini bile bile gereksiz başka tetkikler istiyorsa bu da bir sömürüdür. Bir doktorun, hastasına kesin tanı koyduğu halde paslaşma amaçlı olarak “seni bir de falan doktor görsün” demesi, sömürüde daha ileri bir aşamadır. Ne yazık ki istisna sayılmayacak şekilde bunların hepsi olmakta, yaşanmaktadır. Bir devlet hastanesinden emekli bir doktor, bir özel hastane açar. Hastanesinde çalıştırdığı doktorlar arasın da devlet hastanesinde birlikte çalıştığı bir arkadaşı da vardır. Arkadaşı iyi bir doktor ve Hipokrat yeminine sadık bir insandır. Hastane sahibi doktor bir gün arkadaşı olan bu doktora, “Sen hastalarından yeteri kadar tahlil tetkik istemiyorsun ve hastanı başka doktorlarla paylaşmıyorsun” (hastaneme yeteri kadar para kazandırmıyorsun) diye kapıyı gösterir. Benzer örneklerin çok olduğuna hiç şüphe yoktur. Doktorların vicdani sorumluluğu Başka hiçbir mesleğin mensubu, bir doktor kadar vicdan muhasebesi yapmakla karşı karşıya değildir. Hastalığına şifa arayan insanları sömürmek, sömürülerin en bayağısıdır. Hayatımızın hiçbir alanındaki sömürü, bir insanın hastalığından doğan çaresizliğini sömürmek kadar alçaltıcı değildir. Doktorun saygınlığının dibe vurması, Hipokrat yemininin havada kalması işte bunlar yapıldığı zamandır. Doktorların şu gerçeği hiç akıllarından çıkarmamaları gerekir: Türkiye’de öğretmenlik, avukatlık, mühendislik, yargıçlık, savcılık gibi hemen her meslek sıradanlaştı. İtibarları aşınmaya uğradı. Ama doktorluk vatandaşın gözünde hâlâ saygınlığını koruyor. Doktorlar mesleklerinin bu saygınlığını sürdürmek istiyorlarsa vicdanları ile cüzdanları arasında tercih yapmak durumunda kaldıklarında mutlaka vicdanlarını tercih etmelidirler. Böylece mesleklerinin saygınlığına en büyük hizmeti yapmış olurlar. Kerbela: Müslümanların büyük utancı A. Gani Aşık E. Müftü / Kayseri CHP Mv. Kerbela, İslam tarihinde en kanlı, en vahşi ve en utanılası bir savaşın yapıldığı yerin adıdır. Halife Ömer’in Suriye Valiliği’ne atadığı Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye, akrabası da olan Halife Osman’ı etkileyerek mensubu bulunduğu Emevi ailesinden pek çok kimseyi bürokraside önemli yerlere getirtti ve Osman’ın öldürülmesinden de Hz. Ali’yi sorumlu tuttu. Bu, bir tertip ve iftiraydı. Çünkü Ali, Osman’ın ölümüne engel olmak isteyenlerin ve şehadetine üzülenlerin başında geliyordu. Muaviye’nin amacı ise, böyle bir yalan ve bahaneye sığınarak Ali ile kendi arasındaki uyuşmazlığı oğlu Yezid ile Ali’nin oğlu Hüseyin’e devreden, Cemel Savaşı’yla başlayıp Sıffin ve Kerbela’yla devam eden bir süreçte yüce peygamberin temiz neslini hile, gaddarlık ve vahşet yöntemleriyle ortadan kaldırmak ve hilafeti babadan oğula geçen bir monarşiye dönüştürmekti, bunu da başardı. Hz. Ali’nin hilafetine genele yakın bir görüş birliği oluşmasına karşın Muaviye’nin başlattığı ve oğlu Yezid’in sürdürdüğü hilafet kavgası özü itibarıyla siyasi bir nitelik taşıdığı halde, olay dinsel bir görüntüye büründürülerek İslaminanç sistematiği planında çeşitli ekollerin doğmasına zemin yaratarak günümüze kadar uzanan ayrılıklara neden olmakla kalmamış, Müslümanların vicdanlarında 14. yüzyılın kapatamadığı derin sosyal yaralar açmıştır. Başta Atatürk, Cumhuriyeti kuran kadroların devletin çağdaş yasalarla yönetilmesi, inançların ise devlet düzenine müdahale etmeksizin kendi dünyasında özgür, bağımsız, engelsiz olmasını hukuki sistemlere bağlamışlardır: “laiklik.” Hz. Hüseyin’in yazgısı Hz. Hüseyin’in Yezid’in hilafetini kabul etmediğini öğrenen Küfeliler kendisine biat etmek üzere peygamber torununu davet ettiler. Abdullah bin Abbas, Küfe halkının babası Ali’ye yaptıklarını hatırlatarak Hz. Hüseyin’e “Sözüne güvenilmeyen bu insanların, davetini ciddiye almamasını ve Küfe’ye gitmemesini” tavsiye etmiş ise de, Hüseyin bu öğüdü dikkate almadı. Ailesi ve 70 kadar taraftarıyla Küfe’ye doğru ilerlerken şair Ferezdak ile karşılaşan Hüseyin, ona Küfe’deki ortamı sordu. Ferezdak’ın “Halkın kalbi seninle ama kılıcı Beni Ümeyye Emeviler ile” demesi de Hüseyin’i kararından caydıramadı, buna ancak yazgı denebilir. Küfe valisi Ubeydullah Yezid’in talimatı gereği bin kişilik bir kuvvetle kafileyi izletiyordu. Hüseyin’in Kerbela’ya ulaştığını öğrenince sarp yerlere konumlanmasının engellenmesi, susuz ve savunmasız bir yere yönlendirilmeleri talimatını verdi ve Rey valisine de emrindeki kuvvetlerle Hüseyin’in üstüne yürüyüp işi bitirmesini söyledi. Tam da bu sırada, döneklik ve kalleşliğin tarihine çok iğrenç bir yenisi eklendi. Şöyle ki, Hüseyin’i Küfe’ye davet edenlerin başında gelen Amr bin Haccac, Hüseyin’in kafilesinin su ile bağlantısını kesti. İşin vahametini fark eden Hüseyin savaşa başlamadan önce Yezid cephesinin önde gelenlerine “Küfelilerin davetiyle geldiğini 18 binin üstünde biat verenlerin sözlerinden caydıklarını” gerekçe göstererek “Bu nedenle bırakın dönüp gideyim.” teklifini Yezid’in vali ve komutanları aralarında tartıştıktan sonra reddettiler. 1339 yıldır yanan ateş Güçlü ve donanımlı Yezid ordusunun karşısında Hz. Hüseyin safında sadece 23 süvari ve 40 piyade (bazı rivayetlere göre bu sayı daha da az) bulunuyordu. Sinan bin Enes en Nehai (Allah’ın laneti üzerine olsun) cehennem sıcağından ve susuzluktan bitkin düşen askerlerinin başında kahramanca vuruşan Hz. Hüseyin’e bir harbe saplayıp atından düşürdü, önce saçlarını sonra mübarek başını kesti (10 Muharrem 61 10 Ekim 680), oğlu Zeynel Abidin’i kılıçtan Ömer bin Sa’d kurtardı. Hüseyin’in kesik başı Şam’da Yezid’e iletildiğinde sahte üzüntü rolleri oynadığı kaynaklarda rivayet edilir. Kerbela şehitlerimizin naaşları ertesi gün Beni Esed mensuplarının ikamet ettiği Gadiriye köylülerince toprağa verildi. 1339 yıldır AlevisiSünnisi ile Müslümanların bağrında yanan bu ateşin küllenmemesinin temel nedeni; aslında siyasi nitelikli bir iktidar kavgasının topluma din ambalajıyla sunulmasıdır. Vatanına bağlılıkta ve Cumhuriyete sadakatte öncü olan Anadolu Aleviliği, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının mevalisi durumundadır. Devlet aygıtının (bürokrasisinin) önemli hiçbir pozisyonunda kendisine yer bulamayışı yanında, Sünni inanç değil İslamın tümünü kapsayacak biçimde kurulduğu halde Diyanet İşleri Başkanlığı’nda da temsil edilmeyişi, AleviMuaviye kavgasının, AtatürkAKP kavgası biçiminde sürdüğünü, bunun da dini ve milli birliğimiz için riskler taşıdığını vurgulamak isterim. İktidar 17 yıldan bu yana İhvancı ve Muaviyeci bir çizgide halk iradesiyle kendisinin sorumluluk duygusuna ve siyasi namusuna emanet edilen Cumhuriyet’le büyük bir kavga içinde ise de, kaybedecek olan Cumhuriyet değil AKP’dir. Bu politika eşyanın tabiatına aykırı olup, sular ebediyen tersine akıtılamaz. “Düştü Hüseyin atından Şehidi Kerbela’ya. Cibril, yetiş haber ver Sultanı Enbiya’ya.”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle