23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 3 MAYIS 2019 CUMA gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: BAHADIR AKTAŞ olaylar ve görüşler Çubuk’ta neler oldu, o yumruk kime atıldı? Yıldırım KAYA CHP Genel Başkan Yardımcısı Şehidimizin cenazesine Genel Başkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte katılan ve linç girişiminde etten duvar örerek onu korumaya çalışanlardan biri olarak anlatıyorum: Cenazenin öncesinde, cenaze sırasında ve cenaze sonrasında, yolunda gitmeyen çok şey vardı. Şimdiye kadar Çubuk ilçemize gelen 73 şehidimizin cenazesi şehir merkezinden kaldırılmış olduğu halde, bu sefer cenaze Akkuzulu köyüne (mahallesine) alındı. Normalde 20 Nisan Cumartesi günü ikindi namazı vaktinde, Çubuk Merkez’de olması gereken cenaze töreni, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımız Ekrem İmamoğlu’nun İstanbullulara teşekkür edeceği mitingin saatine denk getirilerek 21 Nisan Pazar gününe alındı. Cenaze namazına gitmeden önce Emniyet birimlerine Genel Başkanımızın cenaze namazına katılacağı bilgisi verildi. (20.04.2019 tarihinde saat 22.10’da 21.04.2019 tarihinde ise saat 10.03’te Ankara Emniyet Müdürlüğü Koruma Şube Müdürlüğü Nöbetçi Amirliği hizmetlerine haber verildi) 21 Nisan Pazar günü şehidimizin cenaze töreninin yapılacağı alana gittiğimizde, protokol gereği bizi Çubuk Kaymakamı, Çubuk Cumhuriyet Başsavcısı ve diğer görevliler karşıladı. En başından fark ettik Cenaze namazının kılınacağı köye (mahalleye) ayağımızı attığımız andan itibaren bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ettik. Genel Başkanımız ve bizler protokol kuralları gereği korunmamız gerekirken, bölgede herhangi bir koruma tedbiri alınmamıştı. Genel Başkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, TBMM Başkanvekilimiz Levent Gök, Genel Başkan Yardımcımız Bülent Kuşoğlu, Ankara milletvekilimiz Murat Emir, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanımız Mansur Yavaş, Anka CHP Genel Başkan Yardımcısı Yıldırım Kaya, Çubuk’ta yaşanan linç girişimi sırasında korumalarla birlikte Kılıçdaroğlu’nu korumaya çalışırken. (Gri montlu olan) ra Büyükşehir Belediye Meclisi Grup Başkanvekilimiz Coşkun Torun, Genel Başkanımızın danışmanları Kenan Nuhut ve Deniz Demir, Çubuk İlçe Başkanımız ve yöneticilerimiz; her türlü saldırıya karşı açık haldeydik. Bizler cenaze namazının kılınacağı yere yürümeye başladığımızda sloganlar, laf atmalar ve hakaretler başladı. Cenaze namazını kılmak için saf tuttuğumuzda dahi bir grup sürekli “Bay Kemal dışarı” diye slogan atmaya devam ediyordu. Hatta namaz esnasında, Genel Başkanımıza arkadan vurmaya çalışanlar oldu. İmamın tüm uyarılarına rağmen susmayan güruh, cenaze namazı kılmadığı gibi, namazın usullere uygun kılınmasına da engel oldu. İmam da cenaze namazını alelacele, telaşla kıldırmak zorunda kaldı. Cenaze namazı kılınıp, şehidimiz top aracına koyulduktan sonra biz de ilerlemeye başladık. Bizimle birlikte cenazeye gelen Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler ve diğer protokol üyeleri cenaze namazının ardından, (sonradan öğreniyoruz) mezarlık yerine köy konağına gitmişler. Fiili saldırılar başladı Cenaze namazını bile kılmayan vatan haini bu güruh da bizi takip ederek fiili saldırılarına başladı. Genel Başkanımızın korumaları hariç, bizi koruyacak hiçbir güvenlik gücü yoktu. Sanki gizli bir el tüm güvenlik tedbirlerini kaldırmış, bizleri bu vatan haini güruhun içine atmıştı. Bu vatan hainlerinin amacının, şehidimizin cenaze namazını kılıp, uğurlamak olmadığı çok açık görülüyordu. (Geleneklerimiz ve inancımızda, cenaze toprağa verilirken başında dua edilir ve mezara bir kürek toprak atılır) Bu vatan haini güruhun tek hedefi, Genel Başkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’ydu. Ona ulaşıp, linç etmek istiyorlardı. Korumalar, milletvekilleri, danışmanlar, Genel Başkanımız’ın çevresinde etten duvar ördük. Genel Başkanımız’a ulaşmak için bize vuruyorlardı. Genel Başkanımız’a tek bir fiske dahi değdirmeden buradan nasıl çıkabiliriz düşüncesiydik. Genel Başkanımız’ın gözüne şemsiyenin demir ucunu sokmaya çalışan kadına dahi kimse dokunmadı. Ne özel harekât, ne polis, ne de jandarma bizi korumak için devreye girmedi. Adeta arenada vahşi hayvanların ortasına atılmış gibiydik. Taş, sopa, bıçak, tekme ve yumruk yağmuru altında güç bela ilerliyorduk. Önce makam aracına ulaşmaya çalıştık, bunun mümkün olamayacağını anlayınca, oradaki bir eve doğru yöneldik. Ev sahibi “Beni bu köyde barındırmazlar, evimi yakarlar” diyerek bizi evine almak istemedi. Genel Başkanımızı eve aldıktan sonra, bizler evin dışında kalarak gerekli güvenlik tedbirlerini almaya çalıştık. Sanki gizli bir göz bizi izliyordu, bunu hissedebiliyordum. Evin dışındaki bir kadın “bu evi yakın” diye bağırmaya başladığında gözümün önünden Madımak geçti, Sivas’ta yakılan canlarımızı, 1 Mayıs 1977 Taksim katliamını düşündüm. Ben toplumsal olaylarda tecrübeliyim, hayatım mücadelelerle geçti. İstanbul’daki mitingde de partililerimize olayın yanlış duyurularak olayların çıkma olasılığını düşündüm. İstanbul’daki milletvekili arkadaşları arayarak durumumuzun iyi olduğunu, Genel Başkanımızın sağlığının yerinde olduğunu aktardım. Bu yaşananlar, İçişleri Bakanı’nın iddia ettiği gibi sıradan bir olay değildi. Planlıprogramlı hazırlanmış, Türkiye’de iç savaşı tetikleme girişimiydi. Bu zihniyet hiç değişmez mi? sanma ki bizde düzele / Devleti çerhi denî verdi kamu müptezele / Şimdi ebvâbı saâdette Kahtı rical: gezen hep hazele / İşimiz kaldı hemân Devlet adamı merhameti lemyezele”. Padişah kıtlığı  Son günlerde artık özgürlüğünü ve bağımsızlığını bütünüyle yitirmiş olan medyadaki seçim tartışmalarına bakıyorum da, “İşte eskilerin kahtı rical dedikleri sorun bu durum olsa gerek” diyorum. “Kahtı rical”, “Devlet adamı kıtlığı” demek. Burada “adam” ile kastedilen, normal erkek, adam değil, “yetişmiş devlet adamı”. Kaht, Arapça kökenli Osmanlıca bir sözcük, kıtlık, kuraklık demek. Rical de, Arapça kökenli Osmanlıca bir sözcük; erkek, adam, elinden iş gelen yetişmiş insan anlamına gelen recül kelimesinin çoğulu. “Ricali devlet” ya da “Devlet ricali” olarak kullanıldığında, devletin ileri gelenleri, kısaca “Devlet Adamları” anlamına geliyor. (Buradaki “Adam” sözcüğü elbette erkek egemen feodal kültürün dilimizdeki cinsiyetçi yansıması. Esas olarak devlete hizmet eden veya devleti temsil eden, yetişmiş, değerli insan anlamına geliyor.) HHH bugünkü Türkçeyle şöyle diyordu: “Dünya yıkılıyor, bizim zamanımızda düzeleceğini sanma. Alçak felek/kader/talih, devleti aşağılık adamlara verdi. Şimdi yönetim kapılarında hep bu âdîler dolaşıyor. İşimiz artık Allah’ın merhametine kaldı.” HHH Aslında Üçüncü Mustafa bizzat kendisinden şikâyet ediyordu, çünkü ne bilmediğini bile bilmeyen ama ülkesini tek adam olarak yöneten liderler, çevrelerinde gerçek uzmanları, hukukçuları, bilim insanlarını pek istemezler. Otoriter liderlere göre çevrelerinin görevi, onlara yol göstermek değil, onların aldığı kararları kitabına uydurup hemen ve etkin bir biçimde uygulamaktır! Bu nedenle, tek adamların etrafları yavaş yavaş boşalır: Devlet yönetiminde yetişmiş insanlar, deneyimli uzmanlar, bilginler, hukukçular yavaş yavaş ya kendileri uzaklaşır, ya da, kimi zaman hain damgası bile yiyerek, uzaklaştırılırlar. Böylece çevrede sadece “Evet efendimciler” kalır. Onlar da hem cahil hem de korkak olduklarından, Osmanlı hiçbir işe yaramaz, İmparatorluğu’nun liderlerini de hemen çöküşünü analiz eden hemen her konuda yanıltır, yazar ve düşünürlerin kamuoyu önünde zor bir bölümü “Kahtı rical” durumlara düşürürler. yani “Devlet adamı kıtlığı” Ama elbette sorununu, İmparatorluğun Osmanlı’nın çöküşünü temel çöküş nedenleri “Kahtı rical”e bağlamak arasında sayar. yanlış olur; çünkü “Devlet Bu konuda âlimler kadar adamı kıtlığı” bir sebep şairler de pek çok şikâyeti değil, bir sonuçtur: dillendirmiş, birçok eleştiri İmparatorluk, bu yapmışlardır. “Devlet adamı kıtlığı”nı Fakat Osmanlı’nın adam da yaratan, Din/Tarım kıtlığından neler çektiğini Toplumu’ndaki Padişahlık anlatan en sert ifadeler, rejiminin yol açtığı bizzat bu kıtlığı yaratan siyasal/ekonomik geri kişilerin birinden, Padişah kalmışlıktan ve çağ gerisi Üçüncü Mustafa’dan yönetim/eğitim düzeninin gelmişti. yetersizliğinden dolayı “Yıkılupdur bu cihan yıkılmıştır. 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’dür Cevat Turan Şair ve Yazar Biz sizi Kubilay’ın kafasını kör testereyle keserek sopanın başına takıp meydanlarda bağırmanızdan tanırız. Biz sizi bağımsızlık mücadelesi verilirken emperyalist güçlerin askerleri ile birlikte saf tutuşunuzdan biliriz. Biz sizi Denizlerin idamı için Meclis’te kalkan ellerinizden, Yaşı büyütülerek astığınız gencecik fidanların bakışlarından, Maraş’ta çocukları ve kadınları katleden insan ötesi varlığınızdan, Çorum’da ekinlerin içinde köylüleri balta ile katletmenizden ve bir inanç önderini fırında yakışınızdan tanıyoruz. Biz sizi Sivas Madımak’ta ağzından salyalar akarak bu ülkenin pırıl pırıl aydınlık yüreklerini ateşe verirken dumanından çıkan karanlığa bulanmış yüzlerinizden biliyoruz. 12 Eylül öncesinde her köşe başında pusu kuruşunuzdan ve emperyalist güçlerin askeri bir darbeye zemin hazırlamaya nasıl gönüllü oluşunuzdan anlıyoruz. Çetin Emeç’in, Bahriye Üçok’un, Uğur Mumcu’nun ve onlarca aydının kanının bulaştığı ellerinizden tanıyoruz. Ankara’da ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan linç girişimi, Kubilay’dan Maraş’a, Çorum’dan Uğur Mumcu’ya haince katleden çirkin zihniyeti bir kez daha hatırlattı. Ama bizler size rağmen birlikte yaşamayı sürdüreceğiz. Kardeşlikten nasıl korktuğunuzu, barış sözcüğünü duyduğunuzda nasıl tüylerinizin diken diken olduğunu, empati denildiğinde sadece size biat etmek olarak anladığınızı gördüğümüzde ve yüzlerimizdeki aydınlığın gözlerinizi kamaştırmanızdan duyduğunuz rahatsızlıktan anlıyoruz. Biz sizi Afganistan’da kadınlara insanlık dışı uygulamalarda bulunan Taliban’ınızdan, Suriye’de bırakın aynı inanca sahip olmayı, bir canlının asla diğerine yapmayı hayal edemeyeceği katliamları yapan IŞİD kafasından biliyoruz. Biz sizi her akşam televizyon programlarındaki yalanlarınızdan, iftiralarınızdan ve gözümüzün içine baka baka yaptığınız kışkırtmalardan tanıyoruz. Kardeşlikten, bir olmaktan, hoşgörüden ve aynı yurdun içinde bir ağacın farklı dalları gibi çiçek açmaktan korkuyorsunuz. Size bu şiddeti, bu yok etme motivasyonunu ve ren anlayış, bilinç, inanç nedir? Neden hep öldüren, yakan, yok eden taraftasınız? Bütün bu nedenlerle hala Çubuk’ta yaşanan organize linç girişimini, bir Anadolu insanının evine sığınmış olanları “yakın, ateşe verin” diye bağıranları anlamaya çalışmak boşunadır. Ve bu ateşe odun atanlar, yıllardır toplumun kılcal damarlarına kadar ayrıştırmayı siyasi bir rant olarak görenler, kendi üç kuruşluk siyasi koltuk emellerini korumak için nefret tohumlarını sulayanlar son derece bellidir, açıktır. Bu nefret diline, ötekileştirmeye karşı toplum yanıtını 31 Mart’ta vermiştir. Ne olduğunuzu ne yapabileceğinizi biliyoruz, tecrübeliyiz. Saf olmadan saflığımızı koruyarak; sevgiden, hoşgörüden, ulus olmanın getirdiği yurtsever duygularımızdan, demokrasinin çok sesliliğinden taviz vermeden, size rağmen birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Metin PEKER Karikatürcüler Derneği Başkanı Dünya fikren yoksulluğa mı düşüyor? Özgürlük hassasiyetleri yerinde mi sayıyor yoksa adım adım geriliyor mu? Herkesin kendi derdine, kabuğuna çekildiği, yeni, çatışmacı, karmaşık ve güvenilmez bir dünya düzeneği mi kuruluyor? Öyle ise eyvah! Eyvah ki ne eyvah hem de? Elbet, kısmi ve geçici geri çekilmeler mümkün olabilir... Ama dünyada olmak, dünyalı olmak, dünyayı tüm insanlar ve insanlık için katlanabilir, layıkıyla yaşanabilir bir yer yapmak demek... bunun için özgürlüklerin altını bıkmadan usanmadan sürekli bir biçimde kalın çizgiler ile çizmek lazım... Çünkü özgürlüğün gücü, insanlığın özgürleşmesinin gücüdür ve bu güç evvela basının özgürlüğünden geçer. Tüm popülist ve diktatoryal güçler öncelikle ve özellikle basına karşı saldırıya geçer, onu yasaklarla susturmayı dener. Çünkü basının konuşan mekanizması dumura uğratıldıktan sonrası kolaydır... Her türden özgürlük hakkı, çalışma, kendini ifade etme, yargının bağımsızlığı gibi pek çok toplumsal alan kolayca etkisiz hale getirilebilir, yasama da tek sesli ve donuk olmaya mahkum edilir... Böyle bir ortamda basın sahici ve yol gösterici vasfını yitirir. Goerge Orwell, basının asli görevinin, bilinmeyen gerçekle ri açıklamak olduğunu söylemişti on yıllar evvel. Bilinen şeyleri yazmaksa piar çalışmasıydı ona göre... Ülkemizde matbuat âlemine göz attığımızda hazin ve hüzünlü bir hal ile karşılaşıyoruz ne yazık ki... Sahibinin sesi onca gazetecik ve onca kalemcik sefilleri bile oynayamayacak bir hüsran ve hezeyan içindedir. Ülkede hoşgörü değil, horgörü iklimi sert bir kışa dönüşmüş durumda ve kalıcılaştırılmak istenmektedir bu medya düzeninde. Oysa, o sahte manşetler ve köşeler gün olur, en ufak bir sarsıntıda arazi olur veya karşısına geçer iktidarın. Çünkü, çıkar düzeninin kanunudur bu... Oysa, özgürce yazmak ve çizmek bir toplumun sağlıklı oluşunun teminatıdır da... Hakaret içermeyen her yazı, eleştiriyi düşünsel düzlemde sürdüren her karikatür bu toplumun gücüne güç katar gerçekte... Bunu anlamayan veya anlamak istemeyenler oluşmakta olan o sisin ardından gelen çığı göremeyip altında kalırlar ki sadece kendileri değil toplum da kısmen kalır o çığın altında. Oysa, Rousseau’nun dediği gibi, “Hürriyet insanı asil yapar.” O halde, toplumsal bir bütün olarak asil kalmak için her yerde ve her zaman özgürlük ve illa ki, basın özgürlüğü talep etmeliyiz. Dünya Basın Özgürlüğü Günü, ülkemizde bunu bilme, hatırlama ve hatırlatma günü olmalıdır...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle