21 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 19 NİSAN 2019 CUMA [email protected] TASARIM: SERPİL ÜNAY olaylar ve görüşler Modelle değil, yaşayarak öğrenme: Köy Enstitüleri İbrahim Türkeş / YKKED Fethiye Şubesi/ Hukukçu, Felsefeci Tarihe gömdüğümüz ve bir daha canlanmaması için özel çaba sarf ettiğimiz Köy Enstitülerinin 79. kuruluş yıl dönümünde, Avrupa ülkelerinde eğitim sistemlerinin yalnızca “model”e değil, “yaşayarak öğrenme” ve “bilgiyi arayıp bulma” yöntemini esas alan bir yapılanma içine girdiğini görüyoruz. Bu yapılanmada temel ilke, öncelikle eğitimi kümülatif(katlanmış,birikmiş) bir bilgi yığını olmaktan çıkarıp, onu istihdamla, “ekonomik ve sosyal değişim”le birlikte değerlendirmek, bununla birlikte eğitimi, insanın geniş kapsamlı kültürel özelliklerini (adalet anlayışı, insanlık duygusu, bilime olan güven, güzel sanatlar zevki gibi) insanlık âlemi ile ayak uydurabilecek şekilde uyumlu ve elverişli davranışlar kazandırma amacına yöneltmektir. Bu ilkeler, bundan 79 yıl önce ülkemizde benimsenmiş ve başarı ile uygulanmış Köy Enstitüleri sisteminin de temel öğeleridir. Atölyede demir dövüp dersliğinin duvarını örerken, tarlada sebze, ahırda süt üretirken uygulamada kazanılan bu bilgi ve becerilerin derslerin içeriğine yansıtıldığı köy enstitülerinde eğitim; üretim ve istihdamla birlikte değerlendirilmiş, eğitirken katma değer yaratan, yörenin kalkınmasına ve kültür yaşamına destek olan bu eğitim sistemi, Cumhuriyet devriminin eğitim alanında en önemli girişimi ve başarısı olmuştur. 17 Nisan 1940 yılında kurulan ve yurt düzeyinde Anadolu insanına “Aydınlanma”yı taşıyan, okuması yazması bile olmayan bir toplumdan düşünen, tartışan aydın ve çağdaş insanlar yetiştiren Köy Enstitülerinde oluşan “Köy Enstitülü kişilik” düzeni rahatsız etmiş, 1954 yılında kapılarına kilit vurulmuştur. Oysa Avrupa Birliği’nin eğitim konusunda Türkiye’deki “Köy Enstitüleri” uygulamasından esinlendiği ve bu sistemin temel ilkelerini eğitime taşıdığı görülmektedir. Avrupa’da eğitim, tıpkı Köy Enstitülerinde olduğu gibi salt sınıfta yapılan bir etkinlik olmaktan çıkarılıp, öğrenme ortamı çevrenin tarım, sanayi ve endüstri merkezlerini de içine alacak şekilde genişletilmekte, iş alanlarındaki uygulamalardan kazanılan bilgi ve beceriler, ders programlarına, içeriklerine yansıtılmaktadır. Finlandiya Milli Eğitim Kurulunun başlattığı bir projeye göre; okulların, Avrupa kırsalı üzerinde kendi internet sitelerini kurmaları, çiftlik yaşamı, doğal çevre ile ilgili bilgiler, zararsız gübre ve hormonlar, ürünlerle ilgili tüketici beklentileri gibi konularda sunumlar, programlar yapmaları teşvik Köy Enstitülerinde amaçlanan, içinde yaşanılan çevre ile bütünleşerek, çevrenin tüm dinamiklerini eğitimin laboratuvarı kılmak, bu laboratuvar çalışmalarından elde edilen bilgi ve becerileri derslerin içeriğine yansıtmak! edilmektedir(Deniz Ilgaz, Avrupa Köy Enstitüleri Eğitimine Yöneldi, Cumhuriyet gazetesi.22.04.2001). Köy Enstitülerinde amaçlanan da buydu: İçinde yaşanılan çevre ile bütünleşerek, çevrenin tüm dinamiklerini eğitimin laboratuvarı kılmak, bu laboratuvar çalışmalarından elde edilen bilgi ve becerileri derslerin içeriğine yansıtmak! Bu yüzden Köy Enstitülü öğrenci Pitagoras teoremini  kazdığı temele çapraz gerdiği ip üzerinden, “bileşik kaplar” teorisini enstitüye içme suyu getirirken öğreniyordu.  İkinci ayak: Sokrates eğitimi Avrupa topluluğu, eğitimde “Sokrates eğitimi”ne geçmiştir. Temeli düşünen tartışan, sorgulayan  insan yetiştirmektir. “Bilinenleri sorgulama, sorgulama sonucunda ulaşılan bilginin de değişebilir olduğunu kabul etme (Erdal Atabek, Sokrates Eğitimi ve  Önyargılar, Cumhuriyet, 17.06.2002).” Amaç önyargısız düşünmektir. Köy Enstitülerinde bu amaçlı eğitim de tam anlamı ile gerçekleşmiştir. Sayın Milli Eğitim Bakanı’nın “Antik Yunan” dediği ve okutulmasına şiddetle karşı çıktığı “klasik çağ” yazar ve düşünürlerinin eserleri (Sofokles’in Antigona’sı. Sokrates’in savunması, Platon’un Devlet’i, Aristoteles’in Poetika’sı, Homeros’un İlyada ve Odisse’si vb.) bu okullarda okutulmuş, okutulmakla kalmayıp eserlerle ilgili sunumlar yaptırılmıştır. Sayın Bakan’ın bilmemesi mümkün değildir ki, klasik çağ yazar ve düşünürleri ile yüz yüze gelen öğrenci zihinsel açıdan akılcı ve hümanist bir formasyon kazanmakta, kazanmış olduğu bu zihin özgürlüğü içinde her türlü dogmatizmi reddetmektedir. Fakat istedikleri “reddeden” değil, itaat eden, biat eden nesillerdir. Sormadan inanan, düşünmeden öğrenen (dindar ve kindar) bir kuşak yetiştirmenin eğitimin birinci hedefi yapılmasının nedeni de budur. Yapılması gereken Türkiye’de eğitim politikalarına yön verenler, “Nasıl bir eğitim?” sorusundan değil, “eğitim nedir” sorusundan hareket ederek bir eğitim politikası geliştirmelidirler. Çünkü “nasıl” sorusu öznelliğe açıktır. “Nasıl bir eğitim” de eğitimi toplumun çıkarlarına değil, kendi amaç ve çıkarlarımıza yönlendirme vardır. 15 yılda 5 eğitim sistemi değişikliği işte bu “nasıl bir eğitim” sorusunun sonucudur. “Nasıl” sorusu, ancak “nedir” sorusuna verilen yanıtın ardından işlevsel olabilir. Nermi Uygur öğretmenimizin deyimi ile, “nedir sorusu, felsefenin kurucu sorusudur.” Bu nedenle önce çağdaş bir eğitimin ne olduğu, hangi ulusal ve evrensel değerleri içermesi gerektiği, eğitimde laikliğin olmazsa olmaz sayıldığı uygar bir dünyada “bilinç” eğitiminin neden “inanç” eğitiminden önce gelmesi gerektiği sorularına yanıt aranmalı, sonra “nasıl bir eğitim”e odaklanılmalıdır. ‘Murdar’ seçim ‘Helâl’ mazbata İktidar kendi kurduğu sisteme göre, hem de bizzat kendisinin yöneterek ve denetleyerek yaptığı seçimlerin, İstanbul üzerinden “murdar” olduğunu ilan etti... Böylece kendi döneminde gerçekleştirilmiş olan bütün seçimlerin zaten kayıtlara geçmiş bulunan itirazlarla belirlenmiş olan güvenilmezliklerini yeniden gündeme getirdi. Bir seçimi “murdar” etmek çok kolay bir iş değildir... Esas olarak bir seçim üç ayrı aşamada “murdar” edilebilir; aşağıda bu aşamaları açıklamaya çalıştım. HHH Birinci aşama, seçimi yönetecek, seçim sonuçlarını onaylayacak olan heyet mensuplarının yandaşlar arasından belirlenmesiyle gerçekleştirilir: Bu heyet mensupları, tercihen açığı olanlar, çekinecek, gocunacak yarası bulunanlar arasından seçilmelidir. Bir kez seçilip, sadakatleri, yasalara bile aykırı kararlarla ispatlandıktan sonra, görev süreleri ömürlerinin sonuna kadar uzatılmalıdır. HHH İkinci aşama, seçimden önce, propaganda adaleti ve şeffaflığı bozularak gerçekleştirilir: Bütün medya denetime alınır, bütün devlet olanakları tek parti ve onun müttefikleri için kullanılır. Bu da yetmiyorsa, bazı adaylar hapse atılır. Böylece seçim daha en baştan “murdar” edilir. Askıya çıkan seçmen listelerinde, konuta göre değil, isimlere göre sıralama yapılır, insanların kendi konutundaki seçmenleri kontrol etmeleri engellenir. Böylece istenilen yerlere seçmen yığılır, istenilen sayıda insan mezarlarından kaldırılıp sandığa getirilir. Elbette sandık kurulları da istenilen biçimde düzenlenmelidir. Bu kurullara başkan olarak memurlar atanır, güvenlikleri de emir kulu güvenlik güçlerine verilir. Bir kişinin birden fazla oy kullanmasını önleyen mekanizmaların yok edilmesi de unutulmamalıdır: Parmak boyası kaldırılmalıdır. Görevlilerin ellerine, görevlendirildikleri yerde oy kullanmaları için belge verilmeli, bu belgelerin birden çok sandıkta kullanılması olanaklı kılınmalıdır. Oy sayımı sırasında, yanlışlıkla, istediğinize fazla, istediğinize az oy yazılmalıdır. Kırsal alanlardaki sandıklar baskı kurulabilecek yerlere taşınmalıdır. Feodal yapının egemen olduğu yerlerde yandaş aşiret reislerinin bütün aşiret mensupları adına oy kullanmasına göz yumulmalıdır. Seçim sonuçları tek bir kaynaktan, sürekli olarak sizi önde gösterecek biçimde yayımlanmalıdır. Kaybedilen sandıkların sonuçları kabul edilmemeli, derhal itiraz edilerek yeniden oy sayımı veya seçimlerin yenilenmesi istenmelidir. HHH Üçüncü aşama, doğrudan oy vermeyle ilgili olarak gerçekleştirilir. Seçmen listelerinin hazırlanması yetkisi bağımsız yargıdan alınıp, bürokratlara verilir; bu listelerle istenildiği gibi oynanır. İstenilen kişilere vatandaşlık hakkı tanınır, bunlar istenilen bölgelere yerleştirilir. HHH Biliyorum, şimdi dikkatli okurlarım, “Peki ‘Helâl Mazbata’ nedir?” diye soracak... Yanıt basit: Bir “MURDAR SEÇİMİN” yukarıda açıkladığım bütün bu önlemlerine karşın, muhalefet tarafından kazanılmış bir MAZBATA elbette HELÂLDİR! Uluslararası Ceza Mahkemesi ve itibarımız Av. Kemal Akkurt / Sosyal Demokrat Avukatlar Derneği Başkanı Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), 2002 yılında Roma Statüsü’ne (Sözleşmesi) göre kuruldu. UCM, soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı suçları (mikrobik, biyolojik ve zehirli silahların kullanımı) ile ilgili olarak, uluslararası hukukun en ağır ihlallerine yol açan kişileri yargılamak üzere kurulmuş ilk bağımsız ve daimi uluslararası bir mahkemedir. Amaç, dünyanın neresinde işlenirse işlensin, hiçbir savaş ve insanlık suçunun cezasız kalmamasıdır. Hollanda’nın Lahey kentindeki UCM’yi bugüne kadar 139 ülke tanıyarak yargı kapsamına dahil olmuştur. Geçmişte, yalnızca belli olaylarla ilgilenmek üzere bazı savaş suçları mahkemeleri oluşturulmuştur. Örneğin, 2. Dünya Savaşı sonrası Naziler için oluşturulan Nürnberg Mahkemeleri, Eski Yugoslavya’da, Ruanda’da, Sierre Leone’de ve Kamboçya’da işlenen savaş suçları için özel mahkemeler kuruldu ve suçlular yargılandı. Ancak UCM, dünyadaki tüm savaş ve insanlık suçlarına bakan bir Uluslararası Mahkeme’dir. Başta ABD ve Çin gibi savaş suçları ve insan hakları ihlallerine karışan ülkeler, UCM’ye taraf olmadıkları gibi, destek de vermemektedirler. Çünkü destek verdikleri takdirde, bu ülkelerde savaş suçları işleyen yetkililerinin UCM’ye çıkarılmaları ve cezalandırılmaları kesin görülüyor. Bu nedenle UCM’ye soğuk bakıyorlar. Yani “yarası olan gocunuyor”. Bu arada henüz bağımsız bir devlet olmasa da Filistin yönetimi de UCM’nin yargı yetkisini tanımıştır. Amaç, insanlık suçu işleyen İsrail’i köşeye sıkıştırmaktır. 2002 miladı UCM’nin yargılama yetkisi, yürürlüğe girdiği Temmuz 2002’den sonraki suçları kap sıyor. Yani 2002’den önceki suçlara bakma yetkisi yok. UCM’ye üye olmayan ülkeler de UCM’ye başvurabilirler. Örneğin Demokratik Kongo Cumhuriyeti (eski adıyla Zaire), UCM’ye taraf olmadığı halde, ülkesinde beş milyon insanın ölmesine neden olan iç çatışmalar sonucu, savaş suçlarının soruşturulmasını UCM’den istedi. Soruşturma sonucu, terör örgütü lideri Thomas Lubanga Dyilo’yu tutuklayarak UCM’ye teslim etti. Bu şahıs, Lahey’de tutuklu olarak yargılanmış ve cezalandırılmıştır. Kurulduğu tarihten bu yana, binlerce başvuru yapılmış UCM’ye. UCM, bu alanda hukuk yaratmaya çalışıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde devletler yargılanırken, UCM’de kişiler yargılanıyor. UCM’ye üye olan ve olmayan ülkeler ile, insan hakları alanında çalışan sivil toplum örgütleri başvurabiliyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi talebi ile de UCM’de dava açılabiliyor. Örneğin Darfur’da 300 bin kişinin kanına giren savaş suçlusu, Sudan’ın devrik Devlet Başkanı Ömer El Beşir hakkında, UCM’de bu yolla dava açıldı. UCM tarafından hakkında tutuklama kararı verilen bu kişinin geçtiğimiz yıllarda resmi davetle Türkiye’de ağırlanması, İnsan Hakları Örgütleri’nce çok ağır bir şekilde eleştirilmiş ve kınanmıştır. Yürürlükteki Türk Ceza Kanunu’nun 13. maddesi, tam da bu tür insanlığa karşı suçlar için “evrensel yargılama yetkisi”ni kabul etmiştir. Bu maddeye göre, El Beşir’in işlediği iddia olunan suçlarla ilgili olarak Türkiye’de yargılanması mümkün ve yasal bir gereklilik idi. Bu konuda hukuk ihlali işleyen ülkemizin, benzer durumlarda başka ülkeleri suçlama hakkı olmayacaktır. Örneğin, geçtiğimiz yıllarda Gazze’de çocukları öldürenlerin “insanlık suçu” işlediklerini haykırdık. Birleşmiş Milletler ve diğer Uluslararası platformlarda “Ulus lararası Adalet”ten bahsedildi. Bu konuda, haklı olarak tepki gösteren yetkililerimizin, Darfur’da gerçekleştirilen insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları nedeniyle uluslararası bir mahkemede hesap vermekten kaçan El Beşir’e ev sahipliği yapması, ülkemizin bu konuda çifte standardını göstermiştir. Bu konu, uluslararası arenada Türkiye’nin itibarını oldukça sarsmıştır. Türkiye de yer almalıdır Türkiye, Avrupa Konseyi üyesi ve Avrupa Birliği’ne aday olan bir ülkedir. UCM’ye üye olan 139 ülke içinde Türkiye’nin olmaması, büyük bir eksikliktir. Anayasamızın 90. maddesi ve yürürlükteki ceza yasamızın 13. maddesi ile insanlığa karşı suçlar nedeniyle “uluslararası yargılama yetkisi” kabul edildiğine göre, UCM’ye taraf olmak bir zorunluluktur. Kaldı ki, UCM’nin yargı yetkisi geriye işlememektedir. Yani taraf olunan tarihten sonraki iddiaları soruşturuyor. Bu nedenle Türkiye’nin zaman geçirmeden, büyük bir özgüvenle bu saygın Uluslararası Mahkeme’nin tarafı olması gerekir. Tabii ki arzu edilen, evrensel hukuk ve insan haklarının içselleştirilmesi ise... Savaşsız, insan hakları ihlallerinin olmadığı, tüm insanların barış ve refah içinde yaşadığı bir dünya mümkün. Bunun için; öncelikle tüm dünyada yaşayan insanların eğitimli, bilinçli, haklarını arayan, duyarlı kişiler olmaları, bunu sağlayan Sivil Toplum Örgütlerini desteklemeleri ve harekete geçirmeleri gerekir. Türkiye, çifte standartlardan ve sıradanlaşan hukuk ihlallerinden süratle kurtulmalıdır. Uluslararası itibarımızı devasa binalarla, beton yığınlarıyla değil, evrensel hukuk kurallarını ve insan haklarını istisnasız ve eksiksiz uygulamakla sağlayabiliriz...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle