22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 31 MART 2019 PAZAR gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: SERPİL ÜNAY OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Arayı bulurken yitirilen adalet AV. HÜSEYİN ÖZBEK/ Türkiye Barolar Birliği Başkan Yardımcısı Mülkün temelinin adalet olduğunu devlet felsefesi yapmış bir gelenekten geliyoruz. ‘Mahkeme kadıya mülk değildir’ sözü de aynı gelenek ve algının sonucudur. Sürekli olanın yargı ve hukuk, dönemsel olanın yargıç olduğunu anlatmak için kullanılır. Devlete güvenle yargıya ve hukuka güven bileşik kaplar gibidir. Hukuk ve yargıya güvensizlik gerçekte devlete güvensizlik anlamına gelmektedir. Türk halkı dava konusu yaptığı hukuki ihtilafın devletin yargıcı tarafından mahkemece çözümlenmesini ister. Her dereceden yargı organlarının kamusal güvencesi altında adil sonuç bekler. Yargı önüne ‘hak’ aramak için gidilir, mahkemeden adil yargılama sonucu ortaya çıkacak ‘hakkın teslim edilmesi’ istenir. Bu nedenle, mülke olan güvenin sarsılmadan sürdürülebilmesi için yargılama faaliyetinin kamusallığını ve tarafsızlığını yitirmemesi, zayıfı kollayan kamusal güven alanının dışına çıkarılmaması zorunludur. Bahane olamaz İş yükü, uzayan davalar, kadro eksikliği ve diğer mazeretler, hukukun ve yargının kamusal alan dışına çıkarılmasını hiçbir şekilde mazur gösteremez. Zayıfın ve haklının arkasında hissetmek istediği devletin yargı alanını boşaltmasının, halkın gönül defterinden silinmesine neden olacağı bilinmelidir. Yargısal terminolojide; ‘hak, yükümlülük, borç, hukuk ve adalet’ gibi hukuk kavramlarının yerini; ‘ihtiyaç, menfa at, risk, taviz, kazanım’ gibi ticari kavramların almış olması, yapılmak istenenleri fazlasıyla açıklamaktadır. Gerçek amaç ile anlatılanlar birbirinden oldukça farklıdır. Çok övülen ve yargısal mucize olarak takdim edilen uygulamanın kısa vadeli sonuçları, ortada ekonomik liberalizmin hukuk ve yargısal yansımasından başka bir şey olmadığını göstermektedir. Liberal kapitalizmin piyasa ekonomisini, her derde derman postmodern Lokman Hekim reçetesi olarak kutsayanlar, kamusal yargıya da aynı tasfiyeci mantıkla yaklaşmaktadırlar. Uzayan yargı, geciken adaletin sorumlusu olarak devleti gösterenler, yargının özelleştirilmesini mutluluk reçetesi olarak sunmaktadırlar. Yoğun bir kampanyanın ardından yakın geçmişte uygulamaya sokulan, ‘6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’na biraz daha yakından bakalım. Tarafların arabulucu gözetimindeki ilk buluşmasında, kamusal yargıda yıllarca sürecek ihtilafın çözüleceğini vazederken, her ay bordrosuna im İş yükü, uzayan davalar, kadro eksikliği ve diğer mazeretler, hukukun ve yargının kamusal alan dışına çıkarılmasını hiçbir şekilde mazur gösteremez. za attığı devleti kötüleyen yargı bürokratlarının söylediklerinin gerçekliğini tarafsız bir gözle inceleyelim. İş uyuşmazlıklarında başlayıp, ticari uyuşmazlıklarla devam eden, aile hukukundan kaynaklanan uyuşmazlıkların dahil edilmesiyle genişlemesi öngörülen arabuluculuk, ilk kez gündeme getirilirken ihtiyari olacağı söylenmişti. Yani her iki tarafın istemesi durumunda mahkeme öncesi bir ara istasyon olacağı açıklanmıştı. Kısa zamanda hem kapsamının genişletilmesi, hem de isteğe bağlı olmaktan çıkarılarak dava şartı zorunlu arabuluculuk haline getirilmesinin nedenleri üzerinde iyi düşünülmelidir. Rakamların dediği! Arabuluculuk uygulamasının olağanüstü başarısının en çok iş uyuşmazlıklarında görülmesi, kapsam genişletilmesine bu başarının dayanak yapılmak istenmesi nasıl değerlendirilmelidir. Arabuluculuğun zorunlu dava şartına dönüştürülmesinden önce 2017 yılında 210 bin iş davası açıl mış iken, 2018 yılında 92 binde kalması arabuluculuk yanlıları açısından ikna edici bir oran olarak ileri sürülmektedir. Yine arabuluculuk aşamasında çözümlendiği için yargıya intikal etmeyen 238 bin iş uyuşmazlığının, iş mahkemelerini ciddi ölçüde rahatlatması sistemin başarısı olarak gösterilmektedir. Ve sorulması gereken Kamusal yargının hantallığı, kamusal adaletin tarafları tatminden (!) uzak olması, arabuluculuğun kısa sürede sonuç vermesinin avantajları, demagojik yorumlu istatistiklerle güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Arabulucuya giden işçi işveren uyuşmazlıklarında sorulması gereken anlaşıpanlaşamama oranı değildir. Arabulucu masasından hangi tarafın kazançlı kalktığıdır! Sorulması gereken, işçinin kamusal yargılama sonucu alabileceğinin yüzde kaçını alabildiği hususudur. Sorulması gereken, ilk derece ve Yargıtay aşamasında işçi yanlısı uygulama ve içtihatlardan yakınan işverenlerin, arabuluculuk kurumuna yönelik olağandışı övgülerinin nedenidir. Sorulması gereken, hangi tarafın arabulucu masasından kazançla kalkarken, hangi tarafın masanın sürekli kaybedeni olduğudur. Sorulması gereken,yurttaşların kamusal yargı önünde çözülmesini istediği hukuki ihtilafların, ülkeyi yönetenlerce bir an önce kurtulmak istenen ağır bagaj olarak görülüp görülmediğidir. Sorulması gereken, kamusal yargı ve kamusal hukukun yerini piyasa hukuku alırken, kamu kurumsallığının ve çalışma barışının nasıl sağlanabileceğidir. İbn Haldun ve asabiyet PROF.DR. İ. GÜVEN KAYA Beykent Üniversitesi Öğretim Üyesi İslamiyetin başlangıç sonrası yüzyıllara bakıldığında (H. I., II. ve kısmen III. / M. VII., VIII. ve IX. yüzyıllarda) felsefesinin Arap ulusçuluğu temelli olduğu görülür. Ancak zaman ilerledikçe savaşlar, yeni fetihler sonucu başka uluslarla ilişkilerin artması İslam düşünce dünyasını Arap tekelinden kurtarıp daha beynelmilel hale getirir. Bu bakımdan günümüzde “İslam Felsefesi” dediğimizde artık, bünyesinde çeşitli ulusların kültürel ve düşünsel birikimlerini de koruyan İslam FeodalÜmmet Dönemi kültüründen ve felsefesinden söz etmiş olacağız. Sayın Demir Özlü’nün “Yeni asabiyet dönemi” başlıklı yazısını okuyunca, bana İbn Haldun’la ilgili bir şeyler karalama ilhamı verdi, diyebilirim. Çünkü “Asabiyet” konusunda en doyurucu yorumları yaşadığı yüzyılda o yapmıştır. Ancak, asabiyet, İbn Haldun’un “sosyal felsefesinin” temelini oluştursa da bu terimin, şu ana kadar “kapsamlı bir tanımı” yapılamadığı gibi kendisi de farklı şekillerde yorumlar getirmiştir; gerçi ilk tanımı Demir Özlü’nün tanımladığı gibi“... nesep birliği, akrabalık bağı, insanların tabiatlarında bulunan temel özellikler...” şeklinde iken, konu ilerledikçe başka şeylerin de bu terimin kapsamına girdiği ve böylece bir değişin süreci yaşadığı görülür. İbn Haldun’a göre değişimin en önemli göstergesi, başlangıçta kent ve kırsal alan insanlarının yaşamları arasındaki farklılıktır. Mukaddime’nin bir yerinde bu konuda şöyle diyor: “...Şehirlilerin müreffeh hayata alışmış olmaları, bolluk içinde yaşamaları, kendilerinin ve mallarının güvenliğini idarecilerine bırakmış olmalarındandır. Kale duvarları içinde hiçbir korku ve endişe duymadan rahat rahat uyurlar. Silâh bile taşımazlar... Göçebelere gelince; onlar topluluklardan ayrılarak ıssız yerlere çekilip kendi başlarına çöllerde, uzakta yaşadıkları ve sığınacak surları ve kaleleri bulunmadığı için kendilerini, aile ve mallarını korumaya mecburdurlar. Onlar İbn Haldun’a göre gerek kırsal alanda ve gerekse kentlerde “nesep”lerin bozulmadan korunabilmesi mümkün değildir. Bu durumda asabiyet söz konusu edildiğinde asıl olanın, kan bağının varlığı değil, yakın ilişki ve karşılıklı yardımlaşmanın akrabalık bağı inancını ortaya çıkarmasıdır. saldırılara karşı korunma hususunda kendilerinden başka kimseye güvenmezler... (s. 281)” Kan bağı sınırı Bu iki ayrı topluluğun gelecekteki birlikteliği doğal ve diyalektik bir sonuçtur. Doğal olarak da kırsal alandakiler için ortak yaşamın ortak mekânı daha konforlu bir yaşam sunan kentlerdir. İbn Haldun’a göre gerek kırsal alanda ve gerekse kentlerde “nesep”lerin bozulmadan korunabilmesi mümkün değildir. Bu durumda asabiyet söz konusu edildiğinde asıl olanın, kan bağının varlığı değil, yakın ilişki ve karşılıklı yardımlaşmanın akrabalık bağı inancını ortaya çıkarmasıdır. Bu durumda İbn Haldun, asabiyeti yalnızca kan bağı ile sınırlandırmamış olmaktadır. Sıradan, basit asabiyetlerin bir araya gelerek, birleşik asabiyetler oluşturması, kuşkusuz başka asabiyetlere karşı onları daha güçlü kılar. İbn Haldun’a göre, “...bunun sebebi şudur: Devlet ancak asabiyetle kurulur ve yaşayabilir. Asabiyet sahibi olanlar o devletin sınırlarında bulunarak o devleti koruyan ve onu aralarında paylaşan kimselerdir. Kendisini koruyan boyların sayısı çok olan devlet kudretli bir devlet olup, onun memleketi o nispetle büyük olur ... (s. 356357)” Ancak bu birleşmeler o kadar kolay olmaz; bu yolda pek çok zorlu mücadeleler: “... üstelik başkanlık edebilmek için başkanın mensup olduğu asabiyetin diğer asabiyetlere, yahut o kabilenin dalları diğer boy ve dallara sırayla üstün gelmiş olan boy ve daldan gelmesi de şarttır. Çünkü kavmin diğer boy ve dalları ancak başkanın mensup olduğu kabile ve dalın üstünlüğünü hissettiklerinde bu kudret sahibi olan başkanın emirlerine uyar... (s. 294)” Yani, asabiyetlerin gücü, mücadele ettikleri öteki asabiyetleri kendi birliğine katmakla doğru orantılıdır. Ancak bu koşulla daha büyük hedefler ardında olabilir. Çünkü varlığı ve sürekliliği buna bağlıdır. Bu birliktelikte, İbn Haldun’un işaret ettiği bir başka önemli husus daha var; kaybolan değerler ve onun telafisi. İbn Haldun bunu Halife Ömer’e ait bir anekdotla anlatır: Halife Ömer döneminde İran alındığında, onun emri ile eski Fars kültürüne ait ne varsa yok edilmiş. Zaman içinde yalnız Fars kültürüne ait olanlar değil, Keldani, Süryani ve Babil kültürüne ve medeniyetine ait unsurlar da tahrip edilmiş. Yıllar sonra Me’mun, bunun büyük bir eksiklik olduğunun farkına varınca bu geçmiş uluslara ait yapıtları Yunanca’dan çevirerek elde edebilme yoluna gitmiş (s.114115). İyi de, Abbasi halifesi neden geçmişteki pagan kültürüne ve medeniyetine böylesine tutkulu bir ilgi duysun ki? En iyisi bütün bunların yanıtını bize yine İbn Haldun versin: “... Araplar Fars, (Doğu) Roma yurtlarını fethettikten ve onların kız ve oğlanlarını hizmetlerinde kullandıktan sonra, bu iki milletten birçok şeyler aldılar. Araplar bu çağa kadar medenî ve yerleşik bir hayat yaşamıyorlardı. Rivayet edildiğine göre, Araplara yufka ekmek takdim edildiğinde bu ekmekleri beyaz kâğıt sanmışlardır. Kisraların hazinelerinde kâfur bulduklarında bu kâfurları tuz sanarak yoğurdukları hamurlara katmışlar. Bundan başka daha bunun gibi hareketlerde bulunmuşlardır... bunlar, (onlara bilmedikleri) işlerin nasıl yapılacağını, yemek, giyim, ve sâirenin çeşitlerini öğrettiler. Gitgide Arapların yaşayışı çeşitlendi; hayat için gereken şeyleri çoğaltıp ilerlettiler... (s. 374)” Bütün sorun, “..hayat için ge reken şeyleri çoğaltıp ilerletmek..” Me’mun’un ardında olduğu şey de bu idi. Stowasser’in Haldun çözümlemesi Prof. Dr. Barbara Stowasser, “İbn Haldun’un Tarih Felsefesi: Devletlerin ve Uygarlıkların Yükselişi ve Çöküşü” konulu söyleşisinde, İbn Haldun’un devletin doğuş ve yıkılış süreci konusundaki düşüncelerini 5 aşamalı olarak ele almıştır: 1. Aşama, aile ve din bağlarının güçlü olduğu aşama. Araştırmacıya göre bu aşama, devletin korunması için zorunlu olduğu dönemdir. 2. Aşama, yönetenin (hükümdar) iktidarı tekeline almağa başladığı dönemdir. Bu aşama, devletin sürekliliği için doğal ve zorunludur. Prof. Dr. Stowasser’e göre yöneten (hükümdar) ancak bu aşamada iyi düzenlenmiş bir devleti kurabilecek güçte olabilmektedir. 3. Aşama, lüks ve debdebe öğrenme ile geçen zamandır. Araştırmacıya göre bu aşamada yöneten (hükümdar), lüks ve debdebeyi kendi otoritesini ve kişisel gereksinimlerini karşılamak için kullanır. Kendi otoritesini koruyacak paralı askerlere bu aşamada başvurur. 4. Aşama, doyum, tatmin ve kendini beğenme ile geçmektedir. Lüks ve rahat artık bir alışkanlık ve yaşam biçimi olmuştur. Yöneten ve yönetenin yakınları bu durumun sonsuza değin süreceği inancındadırlar. 5. Aşama; Prof. Dr. Stowasser’e göre bu aşama, din ve dayanışmanın sayesinde başlangıçta sağlanan yaşamsal güçlerin, hısımlığın (asabiyet) tahrip edildiği dönemdir. Yönetici (hükümdar), artan israf sonucu satın aldığı destekçilerinin desteğinin ve vazgeçmediği lüksünün devamı için vergileri artırmak zorundadır. Konfor ve lüksün tükettiği alışkanlıklar fiziki zafların ve kötü huyların yayılmasına neden olmaktadır. Devlet kendi içinde çözülmeye başlamıştır. Az sonra da dışardan gelen genç ve sağlıklı bir grubun istilası ile “... yağı bitmiş bir lambanın fitiline benzer şekilde sönecektir.”(s.4445) Bilmem başka söze gerek var mı! Adalete bakarken! Seçim günü seçimle ilgili yazı yasak. Ben de kendi kendime “Seçimi bırak, adalete bak!” dedim... Ve adalete bakarken Cumhuriyet’in eski Genel Yayın Yönetmeni sevgili dostum, Eskişehir CHP Milletvekili Utku Çakırözer’in Mart Ayı Raporu’nu gördüm. Rapordan bazı alıntılar aşağıda. HHH “4 gazeteci toplamda 11 yıl 5 ay 14 gün hapis cezası aldı. 19 gazeteci 500 yıldan fazla hapis cezasının talep edildiği yargılamalarda haberlerini savunmak zorunda kaldı. Gazeteciler hakkında yeni soruşturmalar açıldı. Hatta gazeteciler zorla gözaltına alınmak istendi.” ‘EREN ERDEM KARARI İSTİNAFTA DÜZELTİLMELİ’ “Eski milletvekilimiz ve Parti Meclisi üyemiz Eren Erdem, 274 gündür özgürlüğünden mahrum. Eren Erdem hakkında, bu ayın başında 4 yıl 3 ay hapis cezası verildi. Skandallarla dolu bir yargılama süreci sonucunda verilen skandal kararın itiraz mercilerinde adil bir kararla düzeltilmesini bekliyoruz.” ‘AYM BAŞVURULARI 2.5 YILDIR BEKLİYOR’ “Meslektaşlarımızın temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiği gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne yaptıkları bireysel başvuruların birkaç tanesi hariç çok büyük bir bölümü yaklaşık 2.5 yıldır bekletiliyor. AYM’den çıkan diğer kararlar ışığında bu meslektaşlarımızın başvurularının da bir an önce sonuçlanmasını bekliyoruz.” ‘ASIL MESELE BU’ “Her gün ekranlarda olan, fikirlerini ulusal gazetedeki köşesinde yayımlayan, yeri yurdu belli olan bir gazeteci neden apar topar gözaltına alınmak isteniyor? Her gün vatandaşların yarısını hain, terörist, adi ilan edenler hakkında sessiz kalan yargı, Ayşenur Arslan gibi namuslu, dürüst gazeteciler söz konusu olduğunda her türlü hukuk ilkesini göz ardı ederek rahatlıkla soruşturma açabiliyor. Türkiye’nin asıl meselesi bu.” ‘SAVCILARA KİM İZİN VERİYOR’ Çakırözer, Sözcü Gazetesi iddianamesini yazan savcının daha önce hüküm aldığını; Ali Bulaç, Şahin Alpay gibi yazarların da aralarında bulunduğu gazeteciler hakkında 3 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteyen ve Barış Akademisyenleri soruşturmalarını da yürüten savcının da açığa alındığını anımsattı: “Böylesine ağır ithamla suçlanan bir savcının, gazetecilerin, akademisyenlerin soruşturmalarını yürütmesine kim izin veriyor?” ‘İDDİANAMELER SİLAHA DÖNÜŞMEMELİ’ “İddianamelerin ve mahkeme kararlarının bir silaha, tutukluluk sürelerinin kesinleşmiş mahkeme kararlarından önce bir cezalandırma aracına dönüşmemesi gerekiyor.” HHH Bu güzel pazar günü yapılan seçimin adalet, barış ve dostluk içinde geçmesini ve ülkemiz için yararlı sonuçlar vermesini umut ediyorum. DİLERİM BÜTÜN SEÇMENLER OYLARINI KULLANIR VE KENDİLERİNİ YÖNETECEK BAŞKANLAR İÇİN TERCİHLERİNİ BELİRTİRLER. Tiyatronun görevi NIHAT TAYDAŞ / Yazar Tiyatro, yaşamdan parçaların yani dramatik anların (içinde gerilimçatışma ve karşıtlık bulunan etkileyici anların), art arda getirilip dekorkostüm ve ışıkla, ustalık gerektiren oyunculuklarla, bütünlük içinde yazılarak sahnelenmesidir. Tiyatrodan sonra, dramada olduğu gibi, tartışma genellikle olmaz. İzleyici tiyatro yapıtını beğendiyse onlar, kendi bilinçlerinde ve aralarında, oyunu düşünürlertartışırlar. Bu durum, tiyatro ürününün yarattığı “özümsenme sürecidir.” Özümsenme sürecindeki izleyici gelişir ve dönüşür. Tiyatronun uyandırdığı duygular arasında, dört duygu, temel duygular olarak kabul edilir... Bunlar: korku, sıkıntı, hüzün ve acı/ sevinç/ keyif öbeğinde bütünleşen duygulardır. Bu dört ruh hâlinin, her tiyatro gösteriminde bu denli önemli olmasının nedeni, yaşamın ana duygularını oluşturduğuna olan inançtır. Tiyatro üzerine çok sözler edildi... Tiyatroya ilişkin söylenenleri, yıllardır, sarı yapraklı matematik defterine not ediyorum. Muhsin Ertuğrul’un (18921979), şu sözlerini not etmişim: “Biz bir ruh kalkınmasının ancak bütün güzel sanatları bir çatı altında toplayan tiyatro yoluyla gerçekleşeceğine inanıyoruz.” Zülfü Livaneli, yazdığı, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’ne (UNESCO) bağlı Tiyatro Enstitüsü Türkiye Merkezi’nin (UNESCOITI); 2003 Yılı Dünya Tiyatro Günü Bildirisi’nin bir yerinde, sanki tiyatromuzun bugünkü durumunu göstermiş: “Tiyatro, uzun tarihi boyunca yok edici insanı sahnede eleştirerek yaratıcı insana dönüştürmeyi amaçladı. Kimi zaman bunu, sahnenin bulunduğu bina bombalanırken yaptı hem de. Bir koltukta oturup sahneye bakan seyirciye bir ayna tutarak, yok edici insanı eleştirmeye ve seyircinin içindeki yaratıcı insani gücü ortaya çıkarmaya çalıştı. Bu yüzden de her rejimde iktidar sahipleri ve zorbalar tarafından sevilmedi, baskı altına alınmaya çalışıldı.” İnsanlarıtoplumları, ahlak bakımından, en çok sarsıntıya uğratan; ekonomik bunalımlardır. Özellikle ekonomik bunalım zamanlarında, düşünceyedüşüncenin özgürce belirtilmesine ve düşünceyi en güçlü biçimde yansıtan tiyatroya büyük önem/ yer vermek gerekir. Klasik yapıtları (insanlığı kucaklayan yapıtları), sahnelemeyen bir tiyatroyu nasıl düşünemezsek, zamanımızın sorunlarını/ sorunlarımızı ele almaktan kaçınan bir tiyatroyu da düşünemeyiz. Türkiye, 70’li yıllara değin; özel tiyatroları, ödenekli devlet tiyatrolarını geride bırakmış ve yerli yazarları, en nitelikli oyunlarını yazmış bir ülkeydi... Bugün, o yıllardaki tiyatro çizgisinin çok gerisine düşmüşsek, özel tiyatroların sayısı azalmışsa; bunun ilk nedenini “bizim oyunlarımızın” çok azalmış olmasında aramak gerektiği düşüncesindeyim. Tiyatronun görevi, günlük işlerin hayı huyundan ve ekmek parasını kazanma savaşımından yorgun düşüp ruhsal yapıları bozulan insanlara, yeniden yaşama isteği vermektir... Rahat koşullarda yaşamaktan uyuşmuş olan insanları da sarsıp uyandırmaktır. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle