18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
8 15 ARALIK 2019 PAZAR TASARIM: İLKNUR FİLİZ PAZAR YAZILARI Bir Nobel skandalı daha Nobel ödüllerinin kime verileceği iki ay önce açıklanmıştı. Edebiyat ödülü için seçilenlerden Avusturyalı Peter Handke’ye protestolar açıklamadan hemen sonra başladı; seçen İsveç Akademisi de son yıllarda içinde yuvarlandığı skandalların üzerine bir tüy daha dikti. Peter Handke, Yugoslavya iç savaşı sırasında Sırpları desteklemiş, Miloseviç hayranlığını açıkça dile getirmiş, Bosnalı Müslümanların toplu katliamla soykırıma uğratılmasını da “soykırım yoktur” diyerek reddetmişti. Handke, faşizm özlemi içinde olabilir. Irkçı da olabilir, Müslümanların katledilmesinden hoşnut da olabilir. Sonuç olarak bir kişidir. Kişiliği tiksinti veriyorsa, kitaplarını okumazsınız olur biter. Ama, söz konusu kişi, insanlık suçu işlemiş olanları savunuyorsa işin rengi değişir. Hele, Batı dünyasının en önemli ödülü sayılan Nobel’e layık görülüyorsa, işin rengi tamamen değişir. Söz konusu olan, ırkçılığın ve İslam düşmanlığının, hızla tırmandığı bir dönemde bu görüşteki bir devlet adamını savunan bir yazarın ödüllendirilmesidir, ki bu da seçenlerin niyeti konusunda kuşku doğurur. O yüzden ödül alandan çok ödüllendirene bakmak gerekir. Nobel Komitesi Başkanı, yoğun protestolar karşısında, Peter Handke’ye ödül verilmesini “Ödülü düşüncelerine vermiyoruz, edebiyat şahaserlerine veriyo Handke’ye ödül verilmesi Bosna’da protesto edilmişti. OSMAN İKİZ ruz” diyerek, bu gibi seçimlerde her zaman yapıldığı gibi itiraz edilmesi kolay olmayan bir özelliği öne çıkardı. Handke’nin edebiyatçı özelliği üzerinden zaten dikkate değer bir tartışma açılmamıştı. Siyasi tercihler 1902 yılının şubat ayında, Svenska Dagbladet gazetesinin kültür bölümü şefine, bir mektup geldi. Gönderen büyük Rus yazarı Tolstoy’du. Tolstoy mektubunda, kültür bölümü müdürü Oscar Levertin’e, ilk kez 1901’de verilen ödül için kendisinin seçilmediğinden memnun olduğunu bildiriyor ve bundan sonra adının bu işlere bulaştırılmaması için gazeteden yardım rica ediyordu. Tolstoy’un bu mektubu yazmasının nedeni, 1901’de ilk kez verilecek ödül için gazetenin Tolstoy’un seçilmesi yolunda birkaç yıl kampanya şeklinde yayın yapmasıydı. Kamuoyu da ilk ödülün Tolstoy’a verilmesini bekliyordu. Ancak Akademi’nin sekreteri, dini ve siyasi görüşleri nedeniyle ödülün Tolstoy’a veril memesi için ağırlığını koymuştu. İsveç Akademisi’nin iki bloklu dünya ya geçildikten sonra da, siyasi tercihini sosyalizm karşıtı Rus yazarlardan yana kullandığı belgeleriyle biliniyor. Barış ödüllerinde de siyasi tercihler azımsanmayacak kadar çoktur. Gazeteler, Boris Pasternak’a ödül verilmesi için Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın (CIA) devreye girdiğini gösteren belgeleri yayımladı. Winston Churchill, İvo Andriç, Mihail Şolohof ve Soljenitsin’in ödüllendirilmesi de hep tartışılmıştır. Irkçılık meşrulaştırılıyor mu? Handke seçimiyle alevlenecek tartışmaları, İsveç Akademisi’nin öngörememesi olasılık dışı. İki üye protesto olarak kurumdan ayrıldı. Ancak bu iki üye ayrılma kararlarını protestolar yükselince açıkladı. Handke’nin seçilmesine karşı olanla rın karar aşamasından hemen sonra istifa etmeleri beklenmez mi? Akademinin eski sekreterlerinden Peter Englund da, Nobel haftasından hemen önce konuştu ve hiçbir etkinliğe katılmadı. Kimya ödülünü belirleyen komisyonun başkanı ise “Bu seçim Alfred Nobel’in vasiyetine ihanettir” diyerek istifa etti. Nobel ödülleri her zaman tartışılmıştır ama bu kez ırkçılık Avrupa’nın üzerini kara bir gölge gibi kaplamışken, ideolojisi ne olduğu açık seçik belli olan bir yazarın ödüllendirilmesi Akademi’nin tarihine leke olarak kazındı. Peter Handke gibi görüşlerini cüretkârca açıklamaktan çekinmeyen bir yazarın seçilmesi akla başka soruları da getiriyor. Avrupa’daki ırkçı hareketler, gelişip güçlenmeleri için çok uygun bir zemin buldular. Ülkelerini adeta sırayla yönetmiş olan yıllanmış partilerin kötü gelişmeyi öngörememeleri mümkün mü? Dünyanın çalkantılı siyasi konjonktüründe, acaba ırkçı partilere görev düşebileceğini mi hesap etmekteler? Acaba Peter Handke gibilerin sahneye sürülmesi, sinema filmlerinde ve dizilerde, gazetelerde bol bol İslam karşıtı mesajların yer alması, bu gibi görüşlerin meşrulaşıp yaygınlaşmasına yol açmaz mı? Gelişmeler bunu gösteriyor. Sonuçlarını da çok uzun olmayan bir zaman dilinde göreceğiz. [email protected] Siste bir şehir kaybettim... Sabah uyandığımda sis vardı Dubai’de. Uyandığımda şehri bulama dım. Birbiriyle yarışırcası REMZİ GÖKDAĞ na uzayıp giden gökdelenler kaybolmuştu. Denizi göreme dim, limanı da. Büyüleyici bir boşluğun için deydim. Ne metro hattı vardı, ne otoyol ne de o yolun trafiği. Kentin kiri, pası, tozu kaybol muş; insanlar, kuşlar, ağaçlar görünmez ol muştu. Güneşe baktım, o da her zamanki ye rinde değildi. Sanki kalın bir beyaz örtü üstü müze çökmüş, şehri sarıp sarmalamıştı. Do ğanın şaşırtıcı şölenlerinden biri daha başlar ken çölde yükselen kent bir anda yeryüzün den silinip gitmişti. Sisin Dubai’ye yakışacağını anlatsalar inan mazdım. Bunu anlamak için görmek gereki yormuş. Kendimi sokağa attım. Bir yandan da uyku mahmurluğumu üstümden atmaya çalı şıyordum. Gökyüzündeki bulutlar yere mi in mişti yoksa ben mi bulutlara yükselmiştim, sabahın o saatlerinde bunu anlamak biraz za man aldı ama kaldırımların boş, caddelerin ıs sız olduğunu görebiliyordum. Kaybolmayı gö ze alıp siste kaybettiğim kenti aramaya ko yuldum. Marinaya geldiğimde birkaç kişiy le karşılaştım. Bir kafeye uğrayıp bol kavrul muş, sütsüz, şekersiz kahvemi alıp ayılmaya çalıştım. Denize yaklaştıkça alışık olmadığım bir serinlik hissettim. Sıcak ve nemden hiçbir zaman tamamlayamadığım yolun sonuna gel miştim ama nereden geldiğini anlayamadığım bir ses sanki devam etmemi istiyor, denizden gelen esinti sisin görünmeyen ucuna davet ediyordu. Sabah sersemliğimi üstümden at mıştım ve davete uymayıp geri döndüm. Normal günlerde tam bu noktadan gökyü züne baktığımda tepemde dikilen gökdelen leri göremediğim için sevindim. Binaları ku şatan beyaz bulutlar hareket etmiyordu. “Sis güneş doğunca kaybolur” derler. Saatime baktım, güneş çoktan doğmuş olmalı ama yo ğun sisin kaybolacağı yok. Metroyla şehrin di ğer ucuna gittim. Doğanın muhteşem göste risi bitmeden farklı noktalardan değişik man zaraları izlemek istedim. Gittiğim yerlerde durum aynıydı. Yaz boyunca bazen koyu sa rı, bazen açık sarı olan ama bu rengin elli to nunu göstermekten hiçbir zaman çekinme yen Dubai’ye beyaz yakışmıştı. Uzun ve sıcak geçen bir dönemin ardından beyaza bürünen kentte ilk defa bugün zorlanmadan yürüye bildiğimi, rahat nefes alabildiğimi fark ettim. Ender rastlanan doğa olayı ne yazık ki fazla uzun sürmedi. Kenti kaplayan beyaz örtü gü neşin yükselmesiyle üstümüzden kalktı. Yüzde 90’lara ulaşan nem Az önce tanık olduğum yoğun sisin nedenini kentin tecrübeli sakinlerine sordum, birkaç profesyonel fotoğrafçıyla konuştum. Dubai’ye yolunuz düşer de aniden sis altında kalırsanız şaşırmayın, hatta sevinin çünkü bu yoğunlukta sis şehri sadece yılın son aylarında ziyaret ediyor. Yani denizden gelen serin rüzgârların çöl sıcağıyla karşılaştığı ender günlerde Dubai beyaza bürünüyor. Sisin nedeni çöl kumları üstünde yoğunlaşan sıcak havanın akşam saatlerinde gökyüzüne yükselip denizden gelen serin havayla karşılaşması. Buraya kadar her şey normal. Buradaki sisi diğer bölgelerden ayıran özellik, çöl zemininden ısıyla birlikte yükselen ince kum tanecikleri. Sisin yoğunlaşmasına neden olan bu duruma, yüzde 90’lara ulaşan nem de eklendiğinde ortaya bugünküne benzer manzaralar çıkıyor. Güneş doğmadan yoğunlaşan sis günün ilk ışıklarıyla kayboluyor, bazen de etkisi saatlerce sürebiliyor. Benzer bir durumla tekrar karşılaşır mıyım bilmem ama planlarımı şimdiden yaptım. Eğer sis Dubai’yi tekrar örterse manzarayı yerden değil gökten izlemeye kararlıyım. [email protected] Ayrımcı yasaya protesto Hindistan’da, Müslümanlar hariç sığınmacılara vatandaşlık verilmesini öngördüğü belirtilen yasa tasarısının onaylanmasına tepkiler sürüyor. Tartışmalı tasarı Hindu milliyetçisi hükümet tarafından parlamentoya taşınmıştı. Geçen perşembe düzenlenen eylemlerde iki gösterici yaşamını yitirmişti. Muhalifler ölümlerin gerekçesinin polis ateşi olduğunu savunuyor. Dün de ülkenin çeşitli kentlerinde gösteriler vardı. Muhalefetin ayrımcılık olarak karşı çıktığı tasarı, Pakistan, Bangladeş ve Afganistan’da baskıdan kaçan Budist, Sih, Jain, Parsi, Hindu ve Hıristiyanların, bu kişilerin Hindistan’da 6 yıldan uzun süredir yaşadıklarını kanıtlamaları halinde vatandaşlık hakkı elde etmelerini öngörüyor. Eylemciler, ülkenin en büyük azınlık grubu konumundaki Müslümanların benzer haklardan yararlanamadığını belirtiyor. Noel geleneği mi, ırkçılık mı? Oldum olası yeni yıl kutlamalarına eşlik eden rengârenk süslenmiş yılbaşı ağaçlarını, yüzlerce ışıkla bezenmiş caddelerini, Noel şarkılarını, vitrinlerdeki kızaklı geyik maketlerini ve zencefilli kurabiyelerini sevmişimdir. Yılbaşı tüketim çılgınlığının yaşanmadığı ilkokul çağlarımda bile parlak simli yeni yıl kartlarının her türlüsünden satın alır, postalamak yerine sadece kendime saklardım. Kartpostalda yer alan dağ kulübesinin pervazlarına biriken kar taneciklerini temsilen serpiştirilmiş simler ellerime bulaşır, çocuk aklıma hayaller kurdururdu. Şimdi çoçukluğumdan da, ülkemden de uzakta bir yerdeyim. Yeni yıl beklentilerimin aklımda uçuştuğu, Kuzey Denizi’nin buz gibi esen rüzgârın yüzüme savuşturduğu sulu sepken eşliğinde tanıdık kafeden içeri dalıyorum. İçeride ılık yılbaşı kokusu... Taze kavrulmuş badem, tarçın, zencefil ve fırından yeni çıkmış sıcak çörek. Derler ya kokular ve duygular arasında güçlü ilişki vardır diye. Fransız Yazar Marcel Proust, çocukluğunda ıhlamur çayıyla yediği kekin kokusu yıllar önce halası ile birlikte bir anısını hatırlatır ve hissettiklerini “Kayıp Zamanın İzinde” adlı yedi ciltlik eserine döker. Umarım bu sene beynimin derinliklerine sürgüne gönderilmiş hatıralar, işbirlikçi kokular tarafından tetiklenerek benim de enfes bir roman yazmama neden olur. Elvis Presley’in Noel şarkıları eşliğinde sıcak çikolatamı yudumlarken gözüm benden önceki müşterinin masaya bıraktığı gazetenin manşetine takılıyor. Manşet oldukça iddialı... “Noel Geleneği mi? Irkçılık mı?” Döndük mü Noel romantizminden, dünya gerçeklerine! Habere eşlik eden fotoğrafta, orta yaşlı bir adam siyaha bulanmış yüzünde iyice vurgulanmış mavi gözleri, kıpkırmızı abartılı boyanmış dudakları, simsiyah kıvırcık peruğu ve altın küpeleri ile dikkatimi çekiyor. Haberi okumaya devam ettikçe ülkede Noel kutlamaları etrafında fırtınalar koparan karikatüristik karakterin Siyah Piet olduğunu anlıyorum. Haber içeriğinde ise geçen günlerde düzenlenen Siyah Piet karşıtı protesto gösterilerinde, “Siyah Piet ırkçıELİF GÜNSEL lıktır” ve “Siyah yüz, çocuk şenliği değil” yazılı dövizler taşıyan aktivistlerin, neoNazilerin ve süprematistlerin (beyaz üstünlükçülerin) sözlü ve fiziksel hakaretlerine maruz kaldığı yazıyor. Eğer neoNaziler ve süprematistler “Siyah Piet” bayram kutlamalarını destekliyorsa, bu gelişme pek de hayra alamet olmasa gerek . Masum değiliz hiçbirimiz... Peki ortalığı ayağa kaldıran Siyah Piet aslında kim? Her yıl kasım ayı ortalarında; Sinterklaas (Noel Baba), beyaz atı Amerigo, yardımcıları Siyah Pietlerle birlikte gemisiyle İspanya’dan Hollanda’ya gelir. Kırmızı pelerini, beyaz sakalı, elinde asasıyla Sinterkla as ve ellerinde torbalarla çocuklara hediyeler dağıtan Siyah Pietler ülkenin dört bir yanında okulları, hastaneleri, alışveriş merkezlerini ziyaret eder. 5 Aralık gecesi, Hollandalı çocuklar ayakkabıların içine Sinterklaas’ın atı için havuç ve kesme şeker koyarak şöminelerin yanına bırakır. Siyah Pietlerin gece bacadan inip hediye çuvalını bırakacağına inanır. (Tartışmaları dindirmek için Siyah Piet’in aslında siyah olmadığı bacadan inerken yüzünün gözünün is içinde kaldığı iddia ediliyor. Duy da inanma.) Hollanda’da, Sinterklaas’ın gelişi “korunması gereken bayramlar” arasında. Her ne kadar ülke başbakanı kutlamaları “masum bir çocuk bayramı” olarak nitelese de ulusal ve uluslararası yargıda, Siyah Piet’in ırkçılık unsurları taşıdığına hükmedildi. Ülke bugün tarihinde hiç olmadığı kadar çok milletli, çok kültürlü ve çok ırklı melezmetisaj bir toplum. Nüfusunun yüzde sekseni beyaz olan toplumda, geriye kalan yüzde yirmilik bölüm Surinam, Hollanda Antilleri, Fas ve Endonezya gibi eski kolonilerden gelen halklardan oluşuyor. Bu noktada tarihi bir gerçekliğe değinmek lazım. Hollanda 1863 yılında köleliğe son vermeden önce, transatlantik köle ticareti nin en önemli aktörlerinden biriydi. Sömürge ve köle ticaretinden zamanında büyük kârlar etmiş ülkede, bazı asillerin siyah çocukları birer hediyelik eşya gibi birbirlerine verdikleri de biliniyor. Tarihin bir cilvesi olsa gerek, Hollanda kültürünün masum bir parçası olarak gördüğü en büyük kutlamanın ana karakterleri tümüyle ithal. ‘Sinterklaas’ namı diğer Aziz Nikola Antalya doğumlu, çocuklara genç kızlara, gezginlere ve denizcilere yardım eden bir piskopos, Siyah Piet ise Afrika’dan koparılmış bir çocuk. Yakın zamanda yapılan kamuoyu yoklamalarında Hollandalıların yüzde 50’den fazlası “Siyah Piet” geleneğinin sürmesinden yana olduğunu beyan ederken, geleneğin değişmesinden yana görüş bildirenlerin sayısı 2011 yılında yüzde 7’yken bu sene yüzde 26’ya kadar yükselmiş. Magazin yıldızı Kim Kardashian West ve Amerikalı siyah rap’çi Wacka Flocka Flame tartışmaya müdahil olup, geleneği rahatsız edici bulduğunu belirtti. (Siyah rap’çi derken acaba ırkçı söylemde mi bulundum diye bir an durakladım, itiraf edeyim.) Henüz öğrenciyken “Arap Geceleri” temalı bir partide, yüzü siyaha boyalı Alaaddin fotoğrafı yüzünden özür dilemek zorunda kalan Kanada Başbakanı Justin Trudeau’yu da anmak lazım. Gerçekten derin pişmanlık mı duyuyordu yoksa tam seçim öncesi ortaya çıkan fotoğraf ile aşırı alıngan seçmenine şirin görünmeye mi çalışıyordu? İşin içine bir parça politika girince kimin samimi olduğuna karar vermek zor. Sinterklaas, 6 Aralık günü buharlı gemisine binip ertesi yıla kadar gözden kaybolurken arkasında fitili ateşlenmiş ırkçılık tartışmalarını bırakıyor. Dünyada ırkçı eylemler ve ırkçı yöneticilerin sayısı artıyor. Birçok farklı görüşün savunulduğu ve ırkçılığın sınırlarının tam belirlenemediği tartışmada, psikolog Anne Ancelin Schützemberger’in tespiti ile bitirelim. “Başka ırklar yolculukta ve tatilde kabul edilebilir, fakat bizi rahatsız ettiklerinde ve kapı komşularımız veya torunlarımızın annesi veya babası olduklarında kabul görmezler, bazı parlak başarılara rağmen bu böyledir ve istisnalar kaideyi bozmaz.. Tüm söylemlere rağmen toplumlar ırkçıdır.” [email protected] Çardaş Prensesi ve Franz Josef “AvusturyaMacaristan İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkmış tı. İmparatorluk yok olup gitmişti, yollar pa ramparça, evler yıkık kırık, Viyana’nın dar sokakları karanlıktı. Ceplerindeki paranın değer yitirdiği insanlar karınlarını zor doyur sa da, birkaç lambanın aydınlattığı buz gi bi salonlarda oynanan opera ve operetle re akın ediyordu. Viyanalı aradan daha bir yıl geçmeden ayağa kalkmasını başarmıştı.” Stefan Zweig ilerde anılarında o günlerden böyle söz etmişti. “Özgürlüklerini arayan in sanlarımızın sanata olan olağanüstü bağım lılığı ve tutkusu Viyana’yı bir kez daha kur tarmıştı... Özgürlüğün olma dığı yerde kültür ve sa nat gelişemez.” Viyanalının ya şam sevincine en güzel operetler AHMET ARPAD de tanık olursu nuz. Bu akşam Emmerich Kalman’ın 17 Ka sım 1915’te Viyana’da ilk gecesi yapılmış olan “Çardaş Prensesi” karşımızda. Espri dolu, büyüleyici sahneye konmuş. İzleyiciler daha ilk şarkılardan oyuncularla bütünleşi yor. 1898’den bu yana kapılarını yılın 300 akşamında açan Volksoper’in sanatçıları tı ka basa dolu salonu coştu ruyor. 1908 1954 arasın da “Kontes Mariza”, “Sirk Prensesi” gi bi toplam 22 operetin al tına imzası Johann nı atan Kalman, “Çardaş Gensbichler Prensesi”ni de coşturu cu müzik, şar kı ve danslar la süslemiş, ti yatroyu, müzi ği ve dansı birlikte harmanlamış. Ünlü ope ret şarkılarıyla, danslarıyla sanatının doru ğundaki Budapeşteli varyete yıldızı Slyva ile Viyanalı Prens Edwin arasındaki aşkı anla tıyor. Çoğu operette olduğu gibi burada da kıskançlıklar, yanlış anlamalar, aşk çıkmaz ları yaşanıyor. Çardaş dansları gerçekten baş döndürücü. Çoğu operet severin ezbe re bildiği şarkılar hem neşeli hem de hüzün lendirici. “Çardaş Prensesi”ndeki Slyva Vares cu rolüyle Viyana Volksoper’de ilk kez sah neye çıkan Elissa Huber gerçekten bü yük bir şans. Prens Lippert rolünde Ro bert Meyer’in, eşi Anhilte rolünde Sigrid Hauser’in, Kont Boni’de Jakob Semotan’ın başarıları dorukta! Tüm operetlerde olduğu gibi sonunda aşk her şeyin üstesinden geli yor, herkes sevgilisine kavuşuyor. Viyanalı için opera, operet ve müzik hâlâ günlük politika kadar önemli. Neşeli ve alaylı şarkılar, hareketli danslar, yanılgılar, taşlamalar, rastlantılar ve ezgilerle dolu Vi yana operetleri birer vodvil sayılır, bir an gelir ki konu içinden çıkılmayacak kadar ka rışır. Fakat sonunda her şey yine yoluna gi rer. Perde kapanırken müthiş bir alkış fır tınası kopuyor. Üç saatin ardından salonu terk eden mutlu insanlar yakındaki biraha ne ve şaraphanelere koşuyor... 400 yıllık lokanta... Graben’de yürüdü. Köşeyi döndü. Lokantanın kapısından içeri girdi. “Zum Schwarzen Kameel”in girişteki barı o akşam da Viyana sosyetesinin beyleri ve hanımlarıyla doluydu. Tanıdıklarını selamlayıp hemen odasına geçti, üstünü değiştirdi, siyah pantolonunu, kırmızı ipek yeleğini, mavi uzun ceketini giydi, cekete uyan mavi kravatını da taktı. Kırlaşmaya başlamış gür bıyıklarına kadar inen uzun favorilerini de bir güzel taradı. Aynaya göz attı. Mâitre Johann Gensbichler gülümsedi. Şimdi nasıl da Kayzer Franz Josef’i andırıyordu! AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’na 68 yıl boyunca hükmetmiş bu Kayzer’e olan hayranlığı sonsuzdu. Kısa süre önce emekli olmuştu, ancak Franz Josef görünümüyle yıllarca hizmet verdiği lokantasına uzak kalması düşünülemezdi. Gensbichler ona sadık kalan müşterilerine haftanın dört günü hâlâ hizmet vermeyi sürdürüyor. Masalarına gidip yine şarap ve yemek önerileri yapıyor, ayaküstü de olsa sohbet ediyor. “Haftada 70 saat yerine şimdi sadece 40 saat çalışıyorum”, derken gülümsüyor! Viyana’ya gelip de ağır ateşte sebzelerle pişirilen dana eti “Tafelspitz”i yememek olmaz. Kentin ünlü lokantaları bu yemeği sunuyor, ancak hepsi de “Zum Schwarzen Kameel”dekini aratıyor. Çatalınızı dokundurduğunuzda et dağılıyor. Yanında getirilen kremalı yaban turbu sosu ve kavrulmuş patates dilimleri de ayrı bir lezzet katıyor bu geleneksel Viyana yemeğine. “Zum Schwarzen Kameel” 2018’de kuruluşunun 400. yılını kutladı! Mâitre Johann Gensbichler’le vedalaşıp dışarı çıkıyoruz, operaya doğru yürüyoruz. Hava soğuk. Tuchlauben, Graben, Kohlmarkt’da vitrinler ışıl ışıl, insanlar keyifli, hava özgürlük kokuyor. Bir an Stefan Zweig’ın I. Dünya Savaşı öncesi yıllarını anlatırken söyledikleri aklıma geliyor: “Viyana’da kişi bütün dünyanın havasını ciğerlerine çektiği duygusuna kapılır, belli bir dilin, ırkın, ulusun ve idealin baskısında olmadığını hisseder, özgürlüğünü yaşardı.” Kayzer Franz Josef Viyanası’nda yabancı unsurların bir araya gelip ortak bir kültür oluşturması için yeterince “bereketli toprak” vardı. [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle