19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 5 KASIM 2019 SALI [email protected] TASARIM: SERPİL ÜNAY olaylar ve görüşler Emekçi dostu Ecevit ve sendikalar Şükrü KARAMANGazeteci Türk siyasetinin “Karaoğlan”ı Bülent Ecevit’i yitireli 13 yıl oldu. Sade ve mütevazı yaşamı kadar, güttüğü politikalarında emekçi dostu olması, köylüyü, çiftçiyi, mazlumu savunması ile öne çıkan bir liderdi Ecevit. Her daim hakkı ve halkı savunan halkın Karaoğlan’ı Kıbrıs Barış Harekâtı’nda ABD’nin dayatmacı politikalarına karşı koyarak ne denli ulusal çıkarlara bağlı olduğunu göstermişti. Günümüzde ABD ile yaşananlar dikkate alındığında ulusal tutumundan alınacak öyle dersler var ki. Hiçbir şaibeye, yolsuzluğa karışmayan, akçeli işlerden uzak duran Bülent Ecevit’in değeri bugünkü ortamda daha iyi anlaşılıyor. Görevi sırasında siyasi karşıtlarınca epey hırpalanan, ağır eleştirilere uğrayan Türk siyasetinin “Karaoğlan”ı dürüstlüğünün yanı sıra nezaketi ile örnek politikacıydı. Her ne kadar kibar olsa da ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda dayatmalara diklenen, karşı koyabilen liderdi. Ülkeyi ve ulusu baskı altına alabilecek politikalara sus pus değildi. Kıbrıs Barış Harekâtı ile tarihe damgasını vuran, Kıbrıslı Türkleri Rum esaretinden kurtaran Ecevit, barışçıl yönü ile de dünyaya örnek olan siyasetçiydi. “Ne ezilen ne ezen” söylemi  ile genel başkanı olduğu CHP’nin sosyal demokrat bir partiye evrilmesine yönelik uğraş veren Ecevit, aralıklarla bakan ve başbakan olduğu dönemlerde emekçi dostu olduğunu çıkarılmasına katkı sağladığı yasalarla kanıtlamıştı Eğer bugün milyonlarca işçi ve memur toplu iş sözleşmesi hakkından yararlanıyorsa, kuşkusuz bunun en büyük mimarı Bülent Ecevit’tir. Emekçilerin kolayca işten atılmalarını önleyen İş Güvencesi Yasası’nın çıkması için ilerlemiş yaşına karşın Meclis Genel Kurulu’nda sabahlamıştı. O denli emekçi dostuydu Karaoğlan. Ne var ki, ne sendikalar ne de işçiler, onu yeteri kadar anıyor, anımsıyor. Özellikle işçi sendikaları en azından 12 Eylül darbeci liderlerinin yok ettiği, mumla aranan çalışma yaşamında devrim sayılacak 274 ve 275 sayılı toplu iş sözleşmesi, grev, lokavt ile sendikalar yasasından ötürü hatır layabilir, tören düzenleyebilirler. Ama nerede? Aslında sendikalar işlevinden çok şey yitirdi günümüzde. Çoğunluğu iktidara biat etmiş durumda. İki veya üç yılda bir toplu iş sözleşmesi bağıtlamak dışında yaptıkları bir iş yok. Yani etkin bir sivil toplum örgütü olmaktan hayli uzaklar. Oysa, demokrasilerde sendikalar ve sivil toplum örgütleri güçlü birer baskı gruplarıdır. Maalesef ülkemizde bu örgütlerin etkinliği “yok” denilecek denli azaldı. Arada bir gür olmayan sesle emekçi aleyhine olan düzenlemelere karşı çıkıyorlar. O da siyasi iktidar tarafından olumlu karşılık bulmuyor. Bülent Ecevit’in en büyük düşü köykent projelerinin yurt ölçeğinde yaşama geçirilmesiydi. OrduMesudiye’de bir süre uygulanan projenin ülkenin tamamında hayata geçirilememesi Karaoğlan’ı oldukça üzmüştü. Köylünün, çiftçinin, kırsal kesimdeki insanların üretimini teşvik edecek ve sattıkları ile yaşamını sürdürecek, köyden kente göçü önleyecek projenin günümüzde hâlâ tartışılması ne denli önemli olduğunu ortaya koyuyor. Kuşkusuz köyden kente göçü durduracak, işsizliği ve yoksulluğu azaltacak önemli bir adımdı Bülenti Ecevit’in köy kent projesi. Ama olmadı, olamadı atıl kaldı. “Bizim iki gücümüz var: Hak ve halk” diyen Bülent Ecevit’in en önemli özelliği katıksız emekçi dostu olmasıydı.  İşçilerin yanı sıra, 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasası’nın çıkmasına öncülük ederek memurları  grev hakkı olmasa da toplu iş sözleşmesi hakkına kavuşturmuştu. Eğer bugün işçi ve memurlar toplusözleşme hakkından yararlanabiliyor, maddi kazanımlar elde edebiliyorsa “Karaoğlan” Ecevit’in katkısı yadsınamaz. Sendikaların ona karşı olan vefasızlığı düşündürücü ve acı. Nerede onun çıkardığı yasalar sayesinde toplu iş sözleşmesi hakkına kavuşan işçi ve memur sendikaları? Nerede onun savunucusu olduğu, her daim koruduğu işçi ve memurlar? 13. ölüm yıldönümünde andığımız Bülent Ecevit’in politikalarından alınacak öyle çok ders var ki. Emekçi babası, mazlum dostu Karaoğlan, tarihe damgasını vuran az sayıdaki devlet adamlarından biriydi. Bülent Ecevit’in 1957 yılında Ulus gazetesinde yazdığı yazı bugün de geçerliliğini koruyor Sense of Humour(*) BÜLENT ECEVİT Yazımıza İngilizce bir başlık koyduğumuz için okurlarımızdan özür dileriz. İktidar sözcüsü gazetenin, İngilizce bilmeksizin anlaşılması gitgide güçleşen başyazılarına özendiğimiz sanılmasın. Dilimizde tam karşılığı bulunmadığı gibi, zaten artık memleketimizde barınamaz hale gelen bir değerden bahsediyoruz. “Sense of humour”, Türkçedeki “mizahtan anlamak”, “şaka kaldırmak” ve “şakaya vurmak” sözlerini özetliyen, insanlar arasındaki münasebetlerde geniş gönüllülük, hoşgörü ve incelik ifade eden bir sözdür. AngloSakson medeniyetinde “sense of humour», medenî insan niteliklerinin başta gelenlerinden biri, demokratik hayat tarzının, medenî mücadelenin başlıca bir şartı sayılır. Öyle ki bir İngiliz veya Amerikalı, “sense of humour”nun yetersiz bulduğu bir insanla dostluk kurmaktan olduğu gibi, tartışmaya girmekten bile dikkatle kaçınır. AngloSakson medeniyetinin insanlığa en büyük hizmetlerinden biri, “sense of humour”u, çağımızın karanlık günlerine biraz aydınlık, sıkıntılarına biraz ferahlık, sert çatışmalarına biraz tatlılık getiren bir değer olarak bütün dünyaya yaymağa başlamış olmasıdır. İkinci Dünya Harbi, hiç şüphe siz, İngiltere ile Amerika için de, Almanya ile İtalya için olduğu kadar dehşet verici, asap gerici bir tecrübe idi. Fakat iki tarafın bu tecrübe içindeki davranışları birbirinden çok başka olmuştu. Bir taraf, yani İngiltere ile Amerika, harbin sonuna kadar “sense of humour”unu muhafaza edebilmiş, karşı taraf ise, harb boyunca en küçük bir “sense of humeor” gösterememişti. İki taraf liderlerinin harb yıllarından hafızamızda kalan portrelerini göz önüne getirdiğimiz vakit, bir tarafta Roosevelt'in, Truman'ın, Churchill'in en karanlık günlerde bile gülen veya gülümseyen, öbür tarafta ise Hitler'le Mussolini'nin geçici zafer günlerinde bile gülmeyen, hep somurtan, hep kaş çatan yüzlerini görürüz. Sonunda zaferi güler yüzlüler, “sense of humour”lular kazandılar. O kadar ki, İkinci Dünya Harbinden beri Kremlin liderleri bile, siyasal mücadelede “sense of humour”un değerini anlamağa başlamış görünüyorlar. Kruşef'in, en buhranlı devrelerde havayı kaba saba esprileriyle yumuşatmağa çalışması buna bir delildir. Daha geçen gün, Bolşevik “sense of humour”unun ileri bir tezahürü olarak, düşmanlarına “Benim güvercinlerim” diye hitabetti. Birkaç yıl önceye kadar Sovyet liderlerinden, hele harb içinde Nazi ve faşist liderlerinden bu kadarcık bir “sense of humour” da beklenemezdi. “Sense of humour”, devlet adamalığı vekarıyla bağdaşamıyacak bir hafiflik değil, devlet adamlığına yakışan bir olgunluk bir erginlik belirtisidir. Giriştiği mücadele ne kadar ağır ve tehlikeli olursa olsun “sense of humour”unu muhafaza edebilen bir devlet adamı veya bir siyasal lider, hayatın geçiciliğini hiçbir zaman unutmayan, bu geçici hayatı kendine ve başkalarına zehir etmenin mânasızlığını daima duyabilen, öyle ki hattâ, bir yandan içinde bulunduğu mücadeleyi azimle ve tam bir sorumluluk duygusuyla yürütürken, bir yandan da bu mücadeleyi biraz gülünç bulabilen, geniş bir hayat görüşünün perspektifi içine yerleştirip biraz küçümseyebilen, böylelikle de mücadelesinin üstünde kalabilen adamdır. Bu erginliği gösteremeyen kimse, başarmağa kalkıştığı işler ne kadar büyük olsa da, aslında küçük bir liderdir. Küçüklüğü ölçüsünde yetersiz, yetersizliği ölçüsünde de insafsız ve zalimdir. Çünkü başarı yolunda yetersizliğini, insafsızlığı ve zalimliğiyle örtmeğe çalışacaktır. Türkiye'de bugün demokrasi için elverişli “iklim” bekliyenler, “sense of humour”suz öyle bir iklime kavuşulamayacağını düşünememiş olmalılar ki, ilk tedbirlerden biri olarak “sense of humour”u yasak ettiler; siyasal mücadelede gülmek ve güldürmek, sıkıntıları, dertleri, şikâyetleri, ara sıra güleryüzle şakaya vurmak hakkını kaldırdılar. Türkiye'yi siyasal konularda mizah yapılamaz bir memleket haline getirdiler. Öyle ki artık karikatürcüler, mizah yazarları Türkiye'de nefes alamaz oldular. Kimi, gülme ve güldürme, kendi kendini ve insanları bu yoldan avutma hakkını başka ülkelerde aramağa çıktı. Yurdundan geçemiyenlerin kimi, sanatından vazgeçti. Ne yurdundan ne sanatından geçebilenlerse, içlerindeki “sense of humour”u, bu medeni insan niteliklerinin en incesini, siyasal mücadele silâhlarının en insanisini, birbirlerinin ardı sıra, hapishanelere götürülüp gömmek zorunda bırakıldılar. “Sense of humour”un böyle ya söndürüldüğü, ya sürüldüğü ya da demir parmaklıklar ardına gömüldüğü bir toplumda yaşamanın ne tadı kalmış olabilir ki, “demokrasi iklimi”, çimento şeker endüstrisi edebiyatıyla avunulabilsin? (*) Mizah Anlayışı Kadın ve erkeğin ailede rolleri Din, siyaset, baskı ve yağma Dünkü Cumhuriyet, dinselleştirilen eğitim ile yağma ve yolsuzluk haberleriyle doluydu. HHH Bütün dinler hem bireylere hem de toplumlara yol göstermek için indirilmiştir. Bu nitelikleriyle, geldikleri dönemde hepsi siyasal egemenlik aracı olmuşlardır. Elbette Ortaçağ’da siyasal egemenlik, savaşarak elde edilirdi. Bu açıdan siyasal tarih ile dinler tarihi, egemenlik için yapılan savaşlarda iç içe geçmiştir: Hıristiyanlık, Büyük Konstantin’in, Maxentius ile yaptığı Milvio Savaşı’nı, askerlerinin kalkanlarına Hıristiyanlık simgesi Labarum’u* işleterek kazanmasıyla Roma’ya hâkim olmuştur. Emevi İmparatorluğu, Hz. Ali ile yapılan Sıffin Savaşı’nda, askerlerinin mızraklarına Kuran sayfalarını geçirten Muaviye’nin kazanmasıyla kurulmuştur. HHH İmparatorlar, krallar, şahlar, padişahlar, yönetimlerini dine dayayınca, muhalif olanlar da bu dinler içindeki mezhepleri oluşturmuşlardır. Bu nedenle gerek Ortaçağ’da Avrupa’daki siyasal mücadeleler gerekse bugün Ortadoğu’daki siyasal çekişmeler, mezhepler arası savaşlarla sürdürülmüştür. Batı Dünyası, bir iki istisna dışında, Hıristiyanlığı ve Yahudiliği siyasal egemenliğin kaynağı olmaktan çıkarıp laik/seküler yönetimlere yönelince din ve mezheplerin siyasal alandaki etkisi (yine de bir miktar sürmekle birlikte) biraz azalmıştır. Buna karşılık İslam Âlemi, egemenlik kaynağı olarak hâlâ dini kullanan krallıklar, emirlikler gibi din devletlerini sürdürdüğünden, egemen liğin kaynağını halka, millette aktarmış olan Türkiye Cumhuriyeti’ni de geriye, din devletine doğru dönüştürmeye çalışmaktadır. Din devleti ile laik/seküler devlet arasındaki en önemli fark, çoğulcu/özgürlükçü demokrasi ile tekilci/tekelci mutlakiyet arasındaki farktır: Din devletinden yana olanlar, demokrasiyi Allah’ın (kendilerinin yorumladığı biçimdeki) emirlerine karşı bir küfür olarak algılar ve lanetlerler. HHH Türkiye’nin trajedisi, halkın/milletin iradesine dayalı olarak “demokratik rejim” yoluyla iktidara gelenlerin, yine halkın/milletin din duygularını istismar ederek bu rejimi din devletine doğru kaydırma çabalarında yatmaktadır. Ne yazık ki, tarih içinde geriye gitmeyi gerektirdiği ve temel insan hak ve özgürlüklerine aykırı olduğu için olanaksız nitelik taşıyan bu geri dönüş uğruna, her türlü uygunsuz siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel yol ve yöntem kullanılmaktadır. HHH Baskı, yağma ve yolsuzluk, demokrasiye karşı olan bütün siyasal hareketlerin ve elbette dine dayalı otoriter rejim eğilimlerinin kaçınılmaz üçlüsüdür: Her baskı rejimi, finansman için yağma ve yolsuzluk yapar, her yağma ve yolsuzluk ise baskıyı gerekli kılar. Ne yazık ki bu üçlü, 1950’den beri, dini istismar ederek eğitimi de dinselleştirerek Türkiye’de “Çoğulcu Parlamenter Demokratik Rejimin” altını oymaktadır! (*) Yunan alfabesindeki Chi (X) ve Rho (P) harflerinin iç içe geçmesiyle oluşturulan İsa’yı simgeleyen sembol. Dr. Bora Küçükyazıcı Aile Danışmanı & Eğitim Koçu Yaşam koşulları binlerce yıl değil, son 50 senede bile çok değişti. Artık apartman yaşamının ve daha geniş aile yapılarının olduğu sokaklarda oynayarak büyümüyor çocuklarımız. Kentsel dönüşüm ile yıkılan binaların yerlerine site ve gökdelenler yeni yerleşim alanlarımız oldu. Belki daha renkli ve ışıklı site duvarlarımız var, lakin çocuklarımız artık birlikte oynamıyor mahalle arkadaşları ile. Bu yazıyı okuyan 40 yaş ve üzeri tüm değerli dostlarım, lütfen üzerinde düşünmenizi istiyorum: bizim zamanımızda sokaklarda oynadığımız kaç oyunu biliyor çocuklarımız? Misket oyunlarında başbaşaltı, mors, çukur, kuyu, üçgen vardı. En son ne zaman sokakta toprak üzerinde misket oynayan çocuklar gördünüz? Eğer bu sorunun cevabını bulmak için şöyle bir düşündüyseniz, içiniz birazcık daralmış olabilir üzüntüden. Demek ki bir şeyler gerçekten değişmiş bizim çocukluk yıllarımıza göre. Sokak oyunları deyip geçmeyiniz, zira kazanmayıkaybetmeyi, takım olmayı, sosyalleşmeyi öğrendiğimiz yerlerdi onlar. Kavga etmeyi öğrendiğimiz, küsmeyi ve barışmayı öğrendiğimiz arkadaşlıklar kuruyorduk. Bir olmayı, ben yerine biz olmayı öğretirdi sokaktaki oyun kültürü bizlere. Ve acıktığımızda ya da susadığımızda, evi en yakındaki arkadaşımızın kapısına dayanırdık tüm mahallenin çocukları. Aynı bardak ile elden ele geçerek su içerdik kana kana. Hele bir de kapısına dayandığımız teyzemiz birer salçalı ekmek verirse hepimize, değme gitsin keyfimize, hemen doğru maça devam... Bugün o sokak yok, sokakta oynayan çocuklar yok ve evde kapı çaldığında açan teyze de yok. Geniş aile yapısı ile belki aynı apartmanda ya da belki de aynı evde birlikte yaşayan, büyüyen aile yapısı yerine tam bir çekirdek aileye Kaynak: http://www.ailecocuksiddet.info/RAPOR.pdf dönüştü yaşam modellerimiz. Cevap bekleyenler Artık sitelerde çekirdek aile olarak kendi içimize dönmüş şekilde kapalı yaşıyoruz, annebaba ve çocuk! Anne ve baba işe giderken, çocuk ya bakıcıyla kalıyor ya da yuvayaokula gönderiliyor. Artık hem anne hem de baba, Hadza kabilesinden bir metafor ile benzerlik kuracak olursak, avlanmaya ve meyvebitki kökleri toplamaya birlikte gidiyorlar. Çocuklara göz kulak olacak yaşlıların yerini, bakıcılar, yuva ve kreşler almış durumda. Tamam öyle olsun, ne var ki bunda diyecek olursak, karşımıza şu soru çıkıyor: 4 Çocuklarımıza yaşamı anlatmak, onları hayata hazırlamak konusunda anne ve babanın görgü ve deneyimi acaba hangi oranda aktarıyoruz? Boğaziçi Üniversitesi’nin Türkiye’de 12 bölgede, 26 il ve 4 bin 101 anne ve baba ile yüz yüze yaptığı yukarıdaki grafikte gösterilen araştırma sonuçları bakın bize ne söylüyor. Günümüz Türkiye’sinde babaların sadece yaklaşık yüzde 3 ora nında yemek yapıyor, evin temizliği ile ilgileniyor, çamaşırev toplamak ya da bulaşık yıkama konusunda devreye giriyorlar. Ev için gerekli alışverişin bile yarısından fazlasını kadınlar yapıyor. Çocukla ilgilenme oranı ise babalarımızda yüzde 40 civarında. O zaman bir sonraki aklıma takılan soru şu oluyor: 4 Tamam, babaların yüzde 40 sadece çocukları ile ilgilendiklerini söylüyorlar, kabul, peki “çocukla ilgilenmek” olarak adlandırılan durum nedir? Araştırmada babaların “çocukla ilgilenmek” konusunda verdikleri yanıtlar ise daha da düşündürücü. Babaların sadece yaklaşık yüzde10’u çocuklarını uyutuyor, yemek yediriyor, onlara kitap okuyor ve kreşokul sorunları ile ilgileniyor. Türkiye’de babaların sadece yüzde 10’u çocuklarına ders çalıştırıyor! Türkiye’de her 3 babadan sadece 1 tanesi çocuğu ile gezmeye gidiyor, birlikte oyun oynuyor! Değerli babalar, değerli anneler, çok ama çok dikkatli olmalıyız. Çocuklarımızı hayata bizler hazırlıyor olmalıyız. Onlara yaşamı anlatacak olan bizleriz. Öğrenme becerilerini geliştirecek olan, okumayı ve yazmayı onlara sevdirecek olan kişiler biz anne babalarız, başkası değil. Ve bizler annebaba olarak görev ve sorumluluklarımızın halen yontma taş çağındaki kadar olduğunu düşünürsek, büyük yanılgı içine girmiş oluruz. Çocuklarımız, hayatı bizlerden öğreniyor olmalı. Aksi takdirde devreye girmek için hazırda bekleyen müthiş cazip bir dijital çağ var! Bizim çocuğumuz ile iletişim kurmadığımız her an, çocuğumuz dijital toksikasyona maruz kalma konusunda savunmasız ve çaresiz, bunu bilmeliyiz. Anne veya babasının kitap okumadığı çocuk, emin olunuz ki yan odada tablet veya telefondan kendi yaşam bakışını kendisi şekillendiriyor. Farkındalık zorunlu Devir değişti, farkına varmalıyız. Geniş aile yapısını da elbirliği ile yok ettik. Büyüdüğümüz sokaklar ve mahallelerdeki bakkal amcalar ile birlikte, sokak oyun kültürü de kayboldu, bitti. İçinde bulunduğumuz dijital çağın gerektirdikleri hakkında farkında olmalıyız! Hani hayat müşterekti? Hani ailede herkesin görev ve sorumlulukları paylaşılmıştı? 21. yüzyıl dünyasında kadın ve erkek iş yaşamında birlikte üretirken, eve dönüldüğünde görev ve sorumluluklar sadece kadına bırakılmış durumda. Bu durum birçok aile için çözülmesinin zor olduğu iletişim kazalarını beraberinde getirebilir. Bir sonraki makale sohbetimde bu konunun devamı olan bir yazı kaleme alacağım. Geçenlerde sosyal medyada gezinirken gördüğüm bir fotoğraf vardı, evde salonu elektrikli süpürge ile bir erkek temizlik yapıyordu. Görselin altındaki birçok yorumda eşine yardımcı olan bu koca için övgüler diziliyordu. Oysa durum benim bakış açımdan çok ama çok farklıydı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle